Yeni yöntemler şart

Ülkeler, Paris İklim Konferansı’nda verdikleri siyaseten ihtiraslı taahhüde sadık kalsa bile global sıcaklıklar 2100 yılına kadar 5°C’den fazla artacak...

5.09.2017 16:25:000
Paylaş Tweet Paylaş
Yeni yöntemler şart

David Mitchell arabasını Nevada Üniversitesi’nin Reno üzerindeki kızıl tepelerde konuşlanmış çevre bilimleri ileri karakolu olan Desert Araştırma Enstitüsü’nün otoparkına çekti. O sabah gökyüzünde ufacık sirüs bulutları arkalarında upuzun izler bırakıyordu. Mitchell, üst troposferdeki bu soğuk bulutların bir gün bize iklim değişikliyle savaşmakta mükemmel yedek planlardan birini sunacağına inanıyor. Bu sirüs bulutlarının içindeki minnacık buz kristalleri tıpkı bir battaniye ya da daha çok karbondiyoksit gibi ısıyı hapsederek dünyanın yüzeyine termal radyasyonu geri püskürtüyor. Bu planın şöyle çalışması bekleniyor: Kış ayları boyunca büyük insansız hava aracı filoları yerkürenin üst enlemlerinde birbirlerine çaprazlamasına uçarak her yıl gökyüzüne aşırı ince olan ve toza benzer tonlarca malzeme serpiştirecek. Eğer Mitchell haklı ise bu sayede normalden daha büyük buz kristalleri oluşturularak çok daha çabuk dağılabilen daha ince sirüs bulutları yaratılacak. Mitchell, “Bu sayede uzaya daha fazla miktarda radyasyon salınarak dünya soğutulmuş olacak” diyor. Yeterince büyük ölçekte yapıldığında bu “bulut tohumlaması” sayesinde, başka bir Yale araştırmasına göre endüstri devriminden bu yana gezegenimizde yaşanan global ısınmadan daha fazla miktarda yani 1,4 °C’ye kadar azalma kaydedilebilecek. Ancak bunun gerçekten işe yarayıp yaramayacağı, ne türden yan etkiler doğurabileceği ve dünyanın iklimi baştan aşağıya değiştirebilecek bir araca başvurmasının riskli olup olmayacağı hakkında ciddi soru işaretleri bulunuyor. Sonuçta global termostatı bir uçan robotlar filosuna emanet etme fikri çoğu insana oldukça absürd geliyor. Ancak burada asıl soru bunun neye göre absürd olduğunda yatıyor. Fevkalade etkili önlemler alınmazsa iklim değişikliğinin içinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarına gelindiğinde kıtlıklar, sel baskınları, ısı gerilimleri ve insani çatışmalarla her yıl yarım milyon insanın canını alabileceği tahmin ediliyor. Uzunca bir süredir ne pahasına olursa olsun girilmemesi gereken sıcaklıkların endüstriyel devrim öncesi seviyelerinden 2°C artmasını önlemek artık neredeyse imkansızmış gibi görünüyor. BM’nin Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne göre bunu başarabilmek için 2070 yılına kadar sera gazı salımlarının yüzde 70’e varan oranlarda azaltılması gerekiyor ve ayrıca atmosferden megatonlarca karbondiyoksiti emip temizleyebilecek yeni teknolojilerin de geliştirilmesi şart. Ancak sayıları giderek artan araştırmalar bizim muhtemelen bu işi becermek için yeterince zamana ve teknolojiye sahip olamayacağımızı ileri sürüyor. Besbelli ki her millet Paris İklim Konferansı’nda verdiği siyaseten ihtiraslı taahhüde sadık kalsa bile global sıcaklıklar 2100 yılına kadar buna rağmen 5°C’den fazla artabilecek. Başkan Obama’nın iklim değişikliği konusunda üst seviye danışmanlarından biri olan Harvard Üniversitesi Çevre Merkezi Direktörü Daniel Schrag, “Herkes 2 dereceye takılıp kalmış durumda. Oysa benim için bu içi boş bir hayal. Ben şahsen 4 dereceden kaçabilirsek kendimizi şanslı addedeceğimizden korkuyor ve 6 derece seviyelerini görmememizi umuyorum” diyor. İngiliz hükümetlerine danışmanlık yapmak için oluşturulmuş Londra merkezli bilimsel bir grup olan İklim Değişikliği Komitesi tarafından yapılmış bir araştırmaya göre, 2-4 derece arasındaki fark aslında temiz suya erişimi olmayan çeyrek milyar daha insan, su baskınlarına maruz kalacak 100 milyon kişiden fazlası ve dünya genelinde tarımsal üretimde çok büyük düşüşler anlamına geliyor. Yaklaşık 10 yıl önce jeomühendislik olarak bilinen tekniklerden faydalanarak bu tehlikelerin etkisiz kılınabileceğine dair fikirler gelmeye başladı. Artık bu fikirlerin ardındaki temel giderek oturuyor: İç karartıcı iklim tahminleri giderek daha fazla sayıda bilim insanını nelerin işe yarayabileceğine dair deneyler yapmaya ikna ediyor. İlaveten aralarında Harvard Üniversitesi, Carnegie Council ve Los Angeles’daki California Üniversitesi’nin de olduğu etkileyici bir kurumlar listesi de yakın geçmişte kendileri adına birer araştırma insiyatifi başlattı. Bizim bugün hiç vakit kaybetmeden derhal jeomühendislikten faydalanmamız gerektiğini savunan bilim insanı sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Ancak Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’nın eski müdür muavini olan Jane Long, zaman tükenirken dünyayı bu felaketten kurtarabilecek her seçeneğin muhakkak araştırılması gerektiğini söylüyor. 

TOZ RÜYALARI

Mitchell, 2005 ilkbaharında Colorado Boulder’daki Ulusal Atmosfer Araştırmaları Merkezi’nde geçici olarak görevlendirildiği sırada sirüs bulutlarını ve iklim sistemlerini etkileyen buz kristallerinin boyutunu araştırmaya başladı. O ve meslektaşları kristallerin ölçeği ne kadar büyürse toz parçacıkları şeklinde oluşmaya eğilimli sirüs bulutlarının o kadar daha az sayıda ve daha ince olduklarını keşfetti. Bu mesele Mitchell’a resmen dert oldu. Nevada’ya döndükten kısa bir süre sonra bir sabah bu içgörüsünün bir iklim mühendisliği planına dönüştüğüne dair bir rüya gördü. O sabah bu bulutların oluştuğu alanlara kasıtlı bir şekilde toz ekleyerek daha büyük buz kristallerinin yaratılmasının ve dolayısıyla uzaya daha fazla sıcaklık gönderilmesinin mümkün olup olmadığını merak ederek uyandı. Her ne kadar jeomühendislik hakkında ciddi tereddütleri olsa da bu fikri araştırmaya karar verdi. O ve bir meslektaşı 2009 yılında sirüs bulutlarını, gerekli mikro metre ölçeğine kadar parçalayabilecek inorganik bir bileşen olan bizmut triyodür parçacıklarıyla tohumlamanın iklim değişikliğini kökten engelleyebileceğini ileri süren bir araştırma yayınladı. Mitchell aradan kısa bir süre geçtikten sonra aklındaki alanların yılda yaklaşık 6 milyon dolara mal olacak şekilde 160 ton civarında malzeme ile tohumlanması gerektiğini hesapladı. Bu önerinin işe yarayacağına elbette herkes inanmıyor. MIT atmosfer bilimcisi Dan Cziczo liderliğinde hazırlanan 2013 tarihli bir araştırma, heterojen buz çekirdeklenmesi olarak bilinen toz etrafındaki buz kristali oluşumunun zaten sirüs bulutlarını yaratan baskın mekanizma olduğunu ileri sürüyor. Bu iddia ise daha fazla miktarda toz eklemenin sonuçta daha fazla ısıyı hapsedecek daha kalın bulutlar yaratacağı anlamına geliyor. Cziczo bu fikirle ilgili en büyük sorunun bulutların iklim sisteminin en az anlaşılır parçası olmasında yattığını iddia ediyor. Ancak Mitchell’in NASA’nın Calipso uydusundan gelen buz kristalleri konsantrasyonları gözlemlerini temel alan en son araştırması onu bulut tohumlamasının işe yarayacağı konusunda iyice ikna etti. Yeter ki bu işlem başlıca toz parçacıkları içermeyen sirüs bulutlarının olduğu yerlerde yapılsın. Uydu görüntüleri özellikle kış aylarında çok soğuk ve nemli koşullarda kutuplara doğru minnacık buz kristallerinin toz olmaksızın kendi başlarına ve kendiliklerinden oluşabildiklerini gösteriyor. Bu da böylesi aylar boyunca bu gibi alanlar hedef alınmak şartıyla bulut tohumlamasının işe yarayabileceğini düşündürüyor. Mitchell doğanın kendisine kendi teorisini sınamak için bir saha deneyi yaptırmanın yolunu bulduğunu bile düşünüyor. Moğolistan çöllerini ve Çin’in batı kıyılarını ilkbahar ile kış ayları boyunca düzenli olarak güçlü toz fırtınaları allak bullak eder. Bu küçücük toz parçacıkları Pasifik boyunca rüzgarla eserek Rocky Dağları’nı çevreleyen atmosferik bir dalgayla çarpışır. Şayet Mitchell haklı ise bu tozun baskın olma eğiliminde olan daha kalınlarının oluşacağı bir alanda daha ince sirüs bulutlarının oluşmasını desteklemesi gerekiyor. Geçen yılın sonlarına doğru Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nin (NOAA) bulutların sıcaklığını ölçebilen sensörlerle donatılmış ve dünyanın en güçlü görüntüleme teknolojsine sahip bir uyduyu uzaya fırlattığı güne kadar bu fenomeni adamakıllı gözlemlemenin hiçbir yolu yoktu. Bu uydunun Rocky dağlarının üzerinde tozlanma oldukça bulut mikrofiziği çerçevesinde değişiklikleri algılayarak aslında neler olup bittiğini tam olarak yakalaması gerekiyor. Mitchell geçen yıl NOAA’ya ajansın bu uydudan faydalanmak istediğine dair bir öneri gönderdi. Mitchell Trump yönetiminin iklim bilimine aktarılan fonları kesmeye yönelik çabalarının ışığında bunun zor bir uğraş olduğunu biliyordu. Ancak eğer NOAA kabul ederse o zaman bu test kendi teorisine güç kazandırabilecekti. 

~

JEOMÜHENDİSLİK DENEYLERİ

Çok daha kısa bir sürede açık havada başka bir jeomühendislik deneyi daha yapılmalı. Gelecek yıl bu zamanlarda Harvard profesörleri David Keith ile Frank Keutsch yüksek irtifaya çıkabilen bir balonu Arizona, Tucson’daki bir tesisten uzaya göndermeyi planlıyor. Bu aslında solar radyasyon yönetimi olarak bilinen bir yaklaşımın olabilirliği ve risklerini keşfetmek için yapılan bir araştırma projesinin ilk adımı olacak. Burada temel fikir tıpkı volkanik patlamalardan sonra gökyüzüne fışkıran 10 milyonlarca ton sülfürdiyoksitle birlikte oluşan doğal bir soğutma fenomenini taklit ederek stratosferin içine malzemeler püskürtülmesiyle uzaya daha fazla miktarda sıcaklığın geri yansıtılmasına dayanıyor. Bilim insanları genel olarak bu tekniğin sıcaklıkları rahatlatacağına inanıyor, ancak üzerinde duraksanan soru daha başka nelere neden olabileceği. Volkanik patlamaların zaten belirli alanlardaki yağmur ormanları örüntülerini kayda değer oranda değiştirdiği bugün apaçık ortada ve ayrıca sülfürdiyoksitin koruyucu ozon tabakasını incelttiği de gayet iyi biliniyor. Keith içinde alümin, elmas tozu ve kalsiyom karbonatın da olduğu diğer malzemelerin ozon üzerinde nötr veya pozitif yönde bir etkisi olup olamayacağını keşfetmek için kapsamlı bir iklim modellemesi yapıyor. Onunla Harvard’daki ofisinde yaptığımız bir sohbet sırasında bu deneylerin asla jeomühendisliğin kendisinin sınanması anlamına gelmeyeceğine vurgu yapmıştı. Keith, “Atmosferde ileride neler olacağını size tek başına teori söyleyemez. Eğer dışarı çıkıp ölçümler yapmazsanız kendi kendinizi kandırmış olursunuz” diyor. Keith daha şimdiden bir balon şirketi olan World View Enterprises ile birlikte tasarım işine başladı bile. Elbette bu gibi açıkhava deneylerin denetimi ve uygun şeffaflığı hakkında da görüşmeler sürdürülüyor. İlk uçuşlarda pervaneler, püskürtücüler ve sensörlerle donatılmış bir gondola iplerle bağlanmış bu balonun temel işleyişi test edilecek. Ancak nihayetinde bu deneyle stratosferin içine muhtemelen kalsiyum karbonat olacak ipincecik malzeme tozları püskürtülecek. Ardından bu balon izlediği rotada geri giderek sensörlerin bu parçacıkların güneş ışığını ne kadar iyi dağıttığını, kaynaştıklarını mı yoksa ayrıştıklarını mı ve ozondaki öncüllerle nasıl etkileşime girdiklerini ölçmek için üzerindeki sensörlerden faydalanacak. 

BİLİNMEYEN RİSKLER 

Büyük çaplı jeomühendislik kaçınılmaz olarak birtakım riskler içerebilir. Biz şu anda muhtemelen iklim değişikliğinin net tehlikelerini kabullenip oturmak ile jeomühendisliğin bilinmeyenleri riskini göze almak arasında korkunç bir seçim yapmak durumundayız. Rutgers’de bir çevre bilimleri profesörü olan Alan Robock bu teknolojiyle ilgili olan ve içinde ozon tabakasını inceltmesinin ve Afrika ile Asya’daki yağmur ormanlarına zarar vermesinin de olduğu 27 risk ve endişe kaynağının paylaşıldığı bir rapor yayınladı. Robock eninde sonunda jeomühendisliğin denenmek için çok riskli olduğuna inanılmasından korkuyor. MIT’den Cziczo sözünü esirgemeksizin, “Biz bugün neleri bilmediğimizi bilmiyoruz. Akıllı yaşama sahip olarak bilinen tek gezegenin bu karmaşık teknik sisteme bel bağlamasını mı beklemeliyiz? Biz burada sorunun sera gazları olduğunu biliyoruz. O halde çözümün de sera gazlarını dışarı atmak olduğu çok açık. İnsan tamamem anlayamadığı bir şeyleri denemez” diyor. 

KORKUNUN GÜCÜ 

Jeomühendislik araştırmaları hakkındaki tedirginlikler mart ayı sonlarında ABD Solar Jeomühendislik Araştırmaları Forumu için Washington D.C.’deki Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda düzinelerce saygın iklim ve sosyal bilimcinin bir araya gelmesiyle tam anlamıyla anlatılabildi. Konuşmacılar burada uluslararası yönetim hakkında henüz cevaplanmamış ve belki de asla cevaplanamayacak upuzun bir sorular listesine vurgu yaptı: Tetiğin ne zaman çekileceğine karar vermek kime düşmeli? Farklı ulusları ciddi derecede farklı yollardan etkilediğinde “doğru” ortalama sıcaklıklar nasıl belirlenecek? Bir ulus kendi jeomühendislik projesinin başka bir ülkenin havası üzerindeki olumsuz etkilerinden sorumlu tutulabilir mi? Bu araçlar komşu bir ulusa saldırmak için kasıtlı bir şekilde kullanılabilir mi? Ve bu sorular üzerine anlaşmazlıklar savaşa yol açabilir mi? Sussex Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan ve İngiltere’deki sabah oturumuna Skype ile bağlanarak katılan Rose Cairns, “Ben henüz ütopik algılar dışında geleceğin solar jeomühendislik dünyasıyla ilişkilendirildiği herhangi bir senaryo duymadım” demişti. Ancak Harvard’dan Shrag geleceğin belki de en korkutucu sürümünün jeomühendisliğin hiç geliştirilmediği ve hiç kullanılmadığı bir tablo olduğunu söyleyerek tam aksini savundu. “Ben insanların bizim şu anda iklime karşı nelerle yüzleştiğimizi anladıklarını zannetmiyorum. Daha uzun zaman ölçeklerinde iklim için en olası senaryolar gelecek nesiller için harap edici” dedi. Geçtiğimiz aylarda Kuzey ve Güney kutuplarındaki dramatik deniz buzu kayıplarına vurgu yapan slayt gösterisini yaparken Schrag iklim değişikliğinin daha şimdiden herkesin beklediğinden çok daha hızlı bir şekilde gözle görülür etkileri olduğunun altını çizdi. Ayrıca açık ara farkla çok daha kötü tehlikelerden uzak durulması için sera gazı seviyelerinin hangi çabuklukta azaltılmasından bahseden herhangi bir senaryonun öngörülmesinin de çok zor olduğunu ekledi: “Bizim bugüne kadar salımını yaptığımız miktar biz yarın salımları tamamen durdursak bile bizi muhtemelen başka bir sıcaklık derecesine mahkum edecek” dedi. Ona göre bu zor gerçekler bizim jeomühendislikle ilgili zor sorulara cevaplar bulmaya çalışmamız gerektiği anlamına geliyor. Mitchell kariyerinin çoğunluğunda jeomühendisliğe karşı çıkmış bir isim. İnsanoğlunun hassas bir şekilde ayarlanmış iklim sistemini kurcalayarak tamir etmesi fikri ona hep mümkünü olmayan bir küstahlık gibi gelmiş. Ancak tüm dünya, bilim insanlarının yüksek sesle dile getirdikleri uyarılarını görmezden gelirken, giderek korkutucu tahminlere dikkatle bakmak için 10 yıllarını harcayan diğer araştırmacılar gibi Mitchell da gönülsüzce olsa da bu bakış açısını sonradan değiştirdi.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz