Hızlı bir hayatım var

Fark Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahu Büyükkuşoğlu Serter ile iş dışı yaşamını konuştuk...

13.09.2018 11:21:000
Paylaş Tweet Paylaş
Hızlı bir hayatım var

Nilüfer Gözütok Ünal

[email protected]

Fark Holding Yönetim Kurulu Başkanı AHU BÜYÜKKUŞOĞLU SERTER’in üç ülkeli bir yaşamı var. Amerika, Türkiye ve Portekiz’i kapsayan bu yaşam yoğun bir koşuşturmaca içeriyor. Neredeyse her ay kıtalar arası yolculuk yapıyor. Bu yoğun tempoya rağmen Serter, üç kız annesi olarak aile ve sosyal hayatına zaman ayırma konusunda hiç sorun yaşamıyor. Motosikletle dünyayı dolaşıyor, kayak yapıyor, sanatla ilgileniyor, kendi ifadesiyle yoga ile de sınırlarını zorluyor.

ark Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahu Büyükkuşoğlu Serter, çok yönlü bir iş insanı. Grubunu yönetirken, aynı zamanda kurucusu olduğu Arya Kadın Platformu ile kadın girişimciliğinin yol almasında kritik bir rol üstleniyor. Sanatın da yakın takipçisi ve destekçisi. Serter, sadece çok yönlü değil aynı zamanda çok ülkeli bir yaşama sahip. Yılın bir bölümünü Amerika, bir bölümünü Türkiye ve bir bölümünü de Portekiz’de geçiriyor. Neredeyse her ay kıtalar arası yolculuk yapıyor. Bu yoğun tempoya rağmen üç kız annesi olarak aile ve sosyal hayatına zaman ayırma konusunda hiç sorun yaşamıyor. Motosikletle dünyayı dolaşıyor, kayak yapıyor, kendi ifadesiyle yogayla da sınırlarını zorluyor. 

Teferruatsız bir hayatı olduğunu dile getiren Serter, “Çünkü ne kadar detay eklerseniz hayatınız o kadar zor yönetilir hale geliyor. Teferruatsız yaşam çok güzel” diyor. Fark Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahu Büyükkuşoğlu Serter ile iş dışı yaşamını konuştuk. 

Yaşamınızı Amerika ve Türkiye olmak üzere iki ayrı ülkede sürdürüyorsunuz… Bu iki ülkeli yaşamı nasıl kurdunuz? 

Üniversite eğitimimi Amerika’da tamamladıktan sonra 2002 yılında Türkiye’ye döndüm. 2012 yılında aile şirketimizin global olma zamanı geldiğini düşünerek bir ayağımızı Amerika’ya uzatma kararı aldık. O yıl Amerika’ya yerleştik. Amerika’da da şirketimiz var. Kış aylarında genelde bir ayı Amerika’da bir ayı Türkiye’de geçiriyorum. Son yıllarda bu iki ülkeye Portekiz de eklendi. Türkiye’de sahip olduğumuz Case Del Arte otelinin bir şubesini de Lizbon’da açtık. Türkiye’ye geldiğim zaman mutlaka bir hafta Portekiz’e gidiyorum. Yaz aylarında ise ağırlıklı Türkiye’deyim. Mayıstan eylül sonuna kadar Türkiye’de geçiriyorum. 

Aileniz ve çocuklarınız bu hayata nasıl uyum sağlıyor? 

Üç kızım var. Kızlarımın ikisi Amerika’da eğitimini sürdürüyor. Büyük kızım 18 yaşına gelince Türkiye’de yaşamayı seçti. Eşimin işi de hem Türkiye’de hem Amerika’da… 

Peki hayatınızın nasıl bir rutini var? 

Hayatımda hiç rutin yok. Türkiye’de isem sabah 7 gibi evden çıkarım. Günde 16-17 saat çalışırım. Günlerimi ayırıyorum. Haftanın 2-3 günü Gebze’ye fabrikaya giderim. Çok sık seyahat ederim. Türkiye’de olduğum zamanlar daha yoğun çalışıyorum. Amerika’dayken de daha erken kalkıyorum, Türkiye saatine ve Türkiye’nin işlerine yetişip ondan sonraki zamanda Amerika’nın işlerini yapıyorum. 

Ortalama kaç saat uyuyorsunuz? 

6-7 saat uyuyorum. 

Nasıl besleniyorsunuz? 

Sabahları sadece haşlanmış bir yumurta yiyorum. Öğle yemeğinde fabrikada herkes ne yiyorsa yiyorum. Akşamları da genelde programlarım oluyor ve onlarda da gereksiz şeyler yememeye çalışıyorum. Yiyecek içecekle tatilde aram iyi ama onun dışında çok yiyecek içecek meraklısı değilim. Bu kadar koşuşturmaca içinde bir de onu hayatınıza sokarsanız çok kilo alıyorsunuz. Aslında yemek konusunda çok seçici de değilim. Meksika’da ise Meksika yemeği yerim, her yediğimden keyif alırım. 

Yemek yapar mısınız?

Amerika’dayken zaten yardımcımız falan yok her işimizi kendimiz yapıyoruz, yemekleri de ben yapıyorum, çok da seviyorum. Genelde yaptığım yemekler fazla detayı olmayan ama sağlıklı, hızlı servis edilen yemekler. Çocuklar sebzeyi çok seviyor. Haftada mutlaka bir kere karnabahar ve ıspanak pişiyor. Pilav da olmazsa olmaz. Türk yemekleri hala bizim evin kralı. Ben yokken de eşim yapar. Teferruatsız bir hayatımız var, çünkü ne kadar detay eklerseniz hayatınız o kadar zor yönetilir hale geliyor. Teferruatsız yaşam çok güzel. 

Sporla yakından ilgilisiniz... 

Özellikle eskiden çok daha ilgiliydim. Örneğin 18 yaşından önce kürek ilgi alanımdaydı. Hep dansa meraklı oldum. Üniversitede okurken aerobik hocalığı yaparak bir yandan da çalıştım. 2005’te Berlin Maratonu’nu koştum. 1996 yılında Atlanta’da olimpiyat meşalesini taşıdım. 

O nasıl oldu?

Coca-Cola sponsordu. Türkiye’den üç genç seçip Atlanta’ya götüreceklerdi. Bir yarışma yaptılar, 5 kilometreyi 20 dakikanın altında koşacaksınız, iyi İngilizce konuşmanız lazım. Ülkeyi güzel temsil etmek için tüm bunların yanı sıra genel kültürü de ölçen bir sınav yaptılar. Toplam 2 bin kişinin arasından 1 kız ve 2 erkek öğrenci seçildi, seçilenlerden biri de bendim. Benim için harika bir tecrübeydi. Yenilikçi bir yapım olduğu için aynı şeyi fazla sürdüremiyorum. Maratondan daha sonra sıkıldım. Çünkü antrenman süreçleri zorlu ve çok yalnızsınız, her gün kendinizle bir iki saat koşmanız gerekiyor. Bugün en büyük ilgi alanım motosiklet ve kayak. Motosikletle dünyadaki bütün kıtaları gezdik. 

~

Motosiklet yolculuklarına kimlerle çıkıyorsunuz? 

Daha çok eşimle birlikte çıkıyoruz. Bazen ben kullanıyorum bazen o. Bir de küçük bir grubumuz var, zaman zaman onlar da bize eşlik ediyor. Örneğin Avustralya, Güney Afrika, Japonya turları yaptık. 

Başka hangi sporlarla ilgileniyorsunuz? 

Vücut ve yaş ilerleyince biraz sessiz sakin sporlar bulayım derken yogaya başladım. Yoga ilk başta beni çok sarmadı çünkü sabırsız bir kişiliğim var, bana basit ve sıkıcı geliyordu. Ama yogayı gerçekten anlayıp öğrenmeye başladıktan sonra insanın kendi kendini zorlamasının en güzel yöntemlerinden biri olduğunu gördüm. Şimdi bayağı yoğun yoga yapıyorum. Motosiklet de devam ediyor. 

Yogada hangi aşamadasınız? 

Bize yogada öğretilen yoganın bir yarış olmadığı… Yaptıkça insan gelişiyor ama ben bunu yaptım demek, sergilemek yoganın ruhuna aykırı bir şey. Ne yapıyorsanız kendinize yapıyorsunuz. Ben kendimi zorlayan şeyleri seviyorum. Vinyasa yoga yapıyorum. Vinyasa akış demek. Devamlı hareket halinde olan bir akışı tekrarlıyorsunuz. Hayat da hep rekabet değil, vinyasa yoga yaparken kendi kendinizlesiniz. Öyle bir saat dünyadan hatta kendinizden bile uzaklaştığınız bir yer…

Meditasyon yapıyor musunuz? 

Benim için asıl meditasyon uçak yolculuğu. Bir ülkeden başka bir ülkeye geçerken aslında bir es veriyor, bir önceki ülkede yaptıklarınızı değerlendiriyor, bir sonraki ülkenin moduna geçiyorsunuz. Bir uçak yolculuğunda bana minimum 6-7 saat gerekiyor. Amerika Türkiye arasında sık seyahat etmek benim için güzel bir dinlence oluyor. 

Ne tür müzikler dinlersiniz? 

Çok farklı müzikler dinlerim. Rock punk ve rock müziği çok severim. Caz da dinlerim. Eşimle beraber üniversitedeyken radyoda rock programı yapıyorduk, Bilkent radyosunu biz kurduk. Bence çocuklara anne babalarının dinlediği müziği aktarmak önemli. Küçük kızıma The Beatles’ı, Ella Fitzgerald’ı, Frank Sinatra’yı öğretiyorum. Diğer kızlarımın da 80’ler ve 90’lar repertuvarları gayet iyi. Şimdilerde müziğin eskisi kadar güzel olmadığını düşünüyorum. Çünkü müzikten para kazanma yolları da değişti. Sanatçılar, şarkıcılar iyi para kazanamayınca iyi müzik de yapmamaya başlıyor.

Nasıl bir okursunuz? 

Çok fazla kurgu okumuyorum. Fütürizmle felsefeyi birleştiren kitapları daha çok seviyorum. En son okuduğum kitaplardan biri Judith Hand’in “Kadınlar, İktidar ve Barışseverin Biyolojisi”. Bütün erkekler nasıl robotlaşacağız, teknoloji ne olacak derken kadın fütürist olarak Judith Hand, kadın ve barış konulu bir kitap yazmış, işte kadın yazınca bazı şeyler farklı oluyor. Beni düşünmeye sevk eden, bir şey öğreten kitapları daha çok seviyorum. İyi bir dergi okuruyum. Monocle okuyorum, ev dekorasyon dergilerine, sanat dergilerine bakmayı seviyorum. 

Takip ettiğiniz diziler var mı? 

En son West World’ü izledim. Oyun parkına konulan robotlar anlatılıyor. Black Mirror’ı izliyorum ama beni çok geriyor. Müthiş bir dizi, her bölüm bir sorunu işaretliyor. 

Bir koleksiyonersiniz… Nasıl bir koleksiyonunuz var? 

Ben ikinci nesil olarak koleksiyonu devam ettiriyorum ama babam hala çok yoğun olarak konuyla ilgileniyor. Koleksiyon 1950-60’lı yılların Türk modern sanatıyla başlıyor. Annemle babam çok imkanları olan bir aile değilken bile gelirlerinin önemli bir kısmını sanata ayırmış, sanatçı atölyelerine giderek eser toplamışlar. Nuri İyem, Alaattin Aksoy, Muzaffer Akyol, Burhan Doğançay onların dostlarıymış, güzel bir koleksiyon oluşturmuşlar. Babam ve annem çok vizyonerlerdi ve yeniliklere çok açıklar. Kardeşim küratör oldu, koleksiyonun yöneticiliğini yapıyor. Ben işin yöneticiliğini yapıyorum. Bizim gitmek istediğimiz yollara gitmemize izin verdiler. Şirketlerimizin her birinde bir sanat departmanımız var. Son dönemde fotoğrafa ağırlık verdik. Bilinçli bir ayrım yapmamamıza rağmen çok ağırlıklı olarak kadın sanatçıların eserleri yer alıyor.

Koleksiyonunuzu nerede sergiliyorsunuz? 

İş yerlerimizde, otellerimizde ve evlerimizde… 

Koleksiyonu taşımak istediğiniz bir nokta var mı? 

Var. Ben hayal kurmayı seviyorum ama babam benden daha çok seviyor. Babam işleri bana bıraktıktan sonra emekli oldu. Sürekli proje üreten bir insandır. En son Bodrum’da Zai adında yeni nesil bir kütüphane yaptı. Zai hem kolektif çalışma alanı hem kitapçı hem de kafe. Şu anda bütün Bodrum kışlarını orada geçiriyor. İmza günleri, film gösterimleri oluyor, bir kültür merkezi kıvamında. Babamın ikinci projesi bir müze. Arsasının alımını yeni tamamladı. Bugüne kadar biriktirdiği bütün sanat eserleri bu müzede olacak. 

Görmek isteyip de görmediğiniz ülkeler var mı? 

Çok var, sırada Kolombiya var… Meksika’nın her yerini göremedim. Yeni Zelanda ve Avustralya taraflarını uzunca yaşayıp gezme projem var. 

En çok etkilendiğiniz yer neresi oldu? 

Yeni Zelanda ve Norveç. Hakikaten çok güzel yerler. Japonya beni çok etkilemişti. İnsan güvenin ne kadar önemli olduğunu Japonya’da anlıyor. 17 milyonluk bir şehirde cüzdanınızı Starbucks’ta masaya bırakıp geri gelebiliyorsunuz. O yönüyle beni çok etkilemişti. 

Bu yaz için planınız nedir?

Bu yaz yine motorla Alp Dağları’na gitmek istiyoruz. Ben insanlar nereye gidiyorsa onun tersini yapmayı seviyorum. Klasik yaz tatili değil de yazın dağ tatili harikadır.

~


“BU EVE ÖNYARGI GİREMEZ”

“İŞTE NASILSAM EVDE ÖYLEYİM”
Üç kızım var. Nasıl bir anne olduğuma gelince… Ben kişiliğimi işteki Ahu evdeki Ahu diye değiştirmiyorum, işimde nasılsam evimde de öyleyim. Anne olarak da hızlı, detaylara takılmayan, sonuç ve problem çözme odaklıyım.
“BANA PROBLEMLE GELİN” Çocuklarım arada derede şeyler söylediği zaman “Buna odaklanmayın, bana problemlerle gelin” diyorum. Çocuklarıma birtakım prensiplerin önemli olduğunu öğretmeye çalışıyorum. Bunlardan bir tanesi kendin olmaktan vazgeçmemek, başkalarını memnun eden insan olmak yerine kendini memnun eden insan olmak. Sözünde durmak, insanlara önem vermek ve mutlaka önyargısız olmak da önemli. Kızlarım da alıştı, “Bu eve önyargı giremez” diyorlar.
“BÜYÜK KIZIM ŞEF OLMAK İSTİYOR” Çocuklar büyüyünce ilgi alanları çok değişiyor. İlk başta ortak ilgi alanlarımız çoktu. Şimdi büyük kızım şef, ortanca kızım veteriner olmak istiyor. Küçük ne yaparsak memnun. Büyükle ata binmeye, çiftliklere, orman tatiline, kamplara gidiyoruz. En büyük kızımla restoran ağırlıklı, mutfak öğrenebileceği, araştırma yapabileceği yerlere gidiyoruz. Yılda bir kere her birine özel program yapıyoruz. Bütün aile olarak da zaten Bodrum’da buluşuyoruz.



“EVİM ORTAK ÇALIŞMA ALANI GİBİ…

” HER DERT ÇÖZÜLÜR
Çok hızlı bir hayatım var ama çok stresli olduğunu söyleyemeyeceğim. Bence en büyük stres kaynağı hoşlanmadığınız insanlarla çalışmak veya birlikte bulunmak. Ben hiçbir derdin çözülemeyeceğine inanmam. Bazen çözülebilecek şeyler bir insan yüzünden çözülemiyor, o zaman stres oluyorum. Bundan kurtulmanın en güzel yolu, hayatta neyi istemediğini çok iyi bilip onları ayıklamak.
STRES YOK Sevmediğim, keyif almadığım hiç kimseyle iş arkadaşlığı etmek de istemiyorum. Böyle insanları hayatımdan uzak tutuyorum. Birlikte çalıştığım insanlar beni mutlu ediyor, ailemin bir parçası oluyor. Evim ortak çalışma alanı gibi, hafta sonları iş arkadaşlarım ya da şirkette projesini benimle konuşmak isteyen gençler kahvaltıya gelir. Hiçbir zaman yaptıklarım iş gibi gelmediği için stresim de o kadar yok.



“HAYAL KURMAK MASRAFSIZ”

İLK SANAT OTELİ
Her işe başlarken insanın gözü yıldızlarda olmalı. Büyük hayal kurmanın hiçbir masrafı yok. Casa Del Arte Türkiye’nin ilk sanat oteli. Annem ve babam “Bodrum’da emekli olunca gideceğimiz bir yer alalım” deyip kendilerine küçük bir ev yapıyor, ondan sonra yanında bir arsa alıyorlar , “Sanatçı dostlarımızı çağıracağımız güzel bir yer yapar, yaşarız” diyorlar. Ben de orayı görünce hem sanatın paylaşılacağı hem Türkiye’ye değer katacak bir tesis olsun istedim.

LİZBON’UN EN GÜZEL BİNASI Casa Del Arte ile hayalim dünyaca ünlü bir sanat oteli markası yaratmaktı. Açıldığımız ilk yıl The Guardian gazetesi bizi o yılın en iyi açılan butik oteli seçti. Sonra krallar, kraliçeler bizde kaldı. Bu hayalimi Akdeniz’e kıyısı olan ülkelere taşımak istiyordum ama Arap Baharı önümüzü kesti. Ben de yurt dışı için Portekiz’i seçtim. Orada 1750 yılından kalma bir saray aldık. Biz aldıktan sonra bina Lizbon’un en güzel binası seçildi. Hatta Lizbon magnetlerinin üzerinde de o binanın resmi varmış onu da yeni fark ettim.


Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz