Hükümetin ekonomiyi canlandırmak için aldığı tedbirler yüzünden, merkezi yönetim bütçesindeki açık 2017’de 29,9 milyar TL’den 47,4 milyar TL’ye çıktı. Bütçe açığındaki artış Hazine’yi daha fazla borçlanmak zorunda bırakınca iç borçlanma faizi de yüzde 10’dan yüzde 11,5’e yükseldi. Hükümetin aldığı tedbirler sayesinde 2017’de ekonomi hızlı büyüdü ama bu hızlı büyümenin bu yıl da sürmesi zor görünüyor. Bu nedenle iş dünyası hükümetten yeni tedbirler almasını istiyor. 2019’da yapılacak üç seçime -yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı- birden hazırlanan hükümetin bu isteklere kulak tıkaması zor gibi. Fakat geçici olması gereken tedbirlerin sürekli hale gelmesinin ekonomiye zarar vermesi tehlikesi var. Piyasadaki fonların daha büyük bir kısmının bütçe açığını finanse etmek için kamu tarafından çekilmesi özel sektöre daha az kaynak kalması demek oluyor. Bu da yatırımları azaltarak büyümeyi yavaşlatıyor. İktisat literatüründe “dışlama etkisi” (crowding out effect) adı verilen bu durumu 1990’lı yıllarda yaşamıştık. Tekrar aynı duruma düşmemek için bütçede disipline geri dönülmesi gerekiyor.
Merkezi yönetim bütçesi 2017 yılını 47.4 milyar TL açıkla kapattı. Oysa 2016 yılında bütçe açığı 29.9 milyar TL düzeyindeydi. Buna göre 2017’de bütçe açığında yüzde 58,3 artış yaşandı. 2016 yılında yüzde 1,1 olan bütçe açığının milli gelire oranı da tahminlerimize göre 2017’de yüzde 1,5 dolayında çıkacak. Yani her şekilde 2017’de bütçe açığında ciddi bir yükseliş yaşandığı açıkça görünüyor. İşler hükümetin hedeflediği gibi giderse bütçe açığındaki yükseliş bu yıl da sürecek. Çünkü 2018 yılı bütçesindeki açık hedefi 65,9 milyar TL’yi buluyor. Bunun milli gelire oranının ise yüzde 1,9 olması hedefleniyor.
Esasında yıl içindeki gelişmeleri dikkate alırsak bütçe açığında 2017 yılını yine de iyi kapattık sayılır. Çünkü yılın ortalarına kadar bütçede durum çok daha kötüydü. Yıllık bazdaki bütçe açığı ağustos ayında 60 milyar TL’yi bulmuş ve Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırmıştı. Bu nedenle 2018-2020 dönemine ilişkin Orta Vadeli Program (OVP) hazırlanırken hükümet de 2017 yılı bütçe açığı için 61,7 milyar TL’lik gerçekleşme tahmini yapmıştı. Ancak son dört ayda bütçede işler daha yolunda gitti ve 2017 yılı en başta belirlenen 46,9 milyar TL’lik hedefe yakın bir bütçe açığıyla kapandı. Burada özellikle geleneksel olarak büyük bütçe açıkları görmeye alışık olduğumuz aralık ayında 2016 yılının aynı ayındakinden yüzde 24,9 daha az bütçe açığı çıkması dikkat çekti.
BÜTÇE AÇIĞI NEDEN ARTTI?
2017’de bütçe açığının yükselmesinde hükümetin ekonomiyi canlandırmak için aldığı tedbirlerin önemli etkisi var. Burada hükümetin ekonomiyi canlandırma çabasının gerisinde nisan ayında yapılan anayasa referandumunda istediği sonucu alma arzusunun yattığını da belirtmemiz gerekiyor. Hükümetin ekonomiyi canlandırmak için aldığı tedbirler hem harcamaları arttırarak hem de vergi gelirlerini azaltarak bütçe açığının yükselmesine neden oldu. Esasında bu önlemler işe yaramış gibi görünüyor. Çünkü 2017’nin ilk üç çeyreğinde ekonomi beklenenden epey hızlı büyüdü. İlk çeyrekteki büyüme yüzde 5,3 ve ikinci çeyrekteki büyüme yüzde 5,4 olurken, “baz etkisi”nin de sayesinde üçüncü çeyrekteki büyüme ise yüzde 11,1’i buldu. 2017’nin son çeyreğinden de büyüme açısından iyi sinyaller geliyor. Bu nedenle de 2016 yılında yüzde 3,2 olan ekonomideki büyüme oranının 2017 yılında yüzde 7 dolayında çıkacağı tahmin ediliyor. Ekonomik büyümedeki bu hızlanmada da hükümetin aldığı tedbirlerin önemli etkisi olduğu düşünülüyor.
Ancak işin kötüsü şu ki ekonomide geçen yıl yakalanan hızlı büyüme yeni tedbirler olmadan bu yıl devam etmeyecek gibi görünüyor. Bu da iş dünyasının hükümetten yeni teşvik tedbirleri istemesine neden olmuş bulunuyor. 2019 yılında yapılacak üç seçime –yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı- birden hazırlanan hükümetin de bu isteklere çok fazla kulak tıkaması zor görünüyor. Fakat geçici olması gereken tedbirlerin böyle sürekli hale getirilmeye çalışılmasının bütçe açığının giderek artmasına yol açması ve bunun da uzun vadede ekonomiye zarar vermesi tehlikesi bulunuyor.
EKONOMİYİ NASIL ETKİLİYOR?
Bütçe açığındaki yükselişin ekonomiye zarar vermesi, bunun kamunun daha fazla borçlanmasına yol açması, kamunun daha fazla borçlanmasının da faizleri yükseltmesiyle oluyor. Hükümet daha fazla bütçe açığı verince bunu finanse etmek için ister istemez daha fazla borçlanmak zorunda kalıyor. Piyasadaki borç verilebilir fon arzı sabitken kamunun daha fazla fon talebinde bulunması ise kaçınılmaz olarak faizleri yükseltiyor. Piyasadaki fonların daha büyük bir kısmının kamu tarafından çekilmesi ise özel sektöre daha az kaynak kalması demek oluyor. Üstelik özel sektör bu kaynak için daha yüksek faiz ödemek durumunda da kalıyor. Bu da ekonomideki yatırımları azaltarak büyümenin yavaşlamasına neden oluyor. İktisat literatüründe buna “dışlama etkisi” (crowding out effect) adı veriliyor.
Türkiye bu bahsettiğimiz etkiye yabancı değil. 1990’lı yılların başından 2000’li yılların başına kadar olan dönemde bu söylediklerimizi aynen yaşadık. O dönemde bütçe açıkları o kadar yüksekti ki, 2001 krizi sırasında milli gelire oranı bir ara yüzde 15’in üzerine kadar çıkmıştı. Piyasadaki fonların büyük bölümü bu dev bütçe açığının finansmanı için kamu tarafından çekildiği için de faizler göğü delmişti. Hazine, bırakın çift haneliyi, 1994-1999 yılları arasında sürekli üç haneli faizle borçlanmak zorunda kalmıştı. 1991-2001 döneminde yıllık ortalama iç borçlanma faizi nominal olarak yüzde 106,4’ü bulurken reel olarak da yüzde 17,7 olarak gerçekleşmişti. Bu dönemde reel faizin yüzde 30’u aştığı bile olmuştu. Bunun sonucu olarak da 1991-2001 döneminde ekonomideki yıllık ortalama büyüme oranı ancak yüzde 2,9 olabilmişti.
TEHLİKELİ GİDİŞ
Maalesef 2017 yılında yaşadıklarımız yine böyle bir gidişat içinde olduğumuz endişesine yol açıyor. Geçen yıl bütçe açığının 29,9 milyar TL’den 47,4 milyar TL’ye fırlaması, haliyle Hazine’nin daha fazla borçlanmasına neden oldu. 2016’da 4,5 milyar TL’si dış ve 28,5 milyar TL’si iç olmak üzere 33 milyar TL’lik net borçlanma yapan Hazine, 2017’de ise 16,8 milyar TL’si dış ve 66,8 milyar TL’si iç olmak üzere 83,6 milyar TL’lik net borçlanma yapmak zorunda kaldı. Bunun sonucunda da iç borçlanma faizi yüzde 10’dan yüzde 11,5’e çıktı.
Hazine’nin fon talebindeki artışı dikkate alırsak, 2017’de iç borçlanma faizinde yaşanan artış düşük bile sayılır. Bunun temel nedenini Merkez Bankası’nın faizleri elinden geldiğince baskılaması oluşturuyor. Merkez Bankası, son yıllarda döviz kurları zıvanadan çıkmadıkça para politikası faizlerini arttırmıyor. Faiz arttırmak zorunda kaldığında da bunu olabildiğince geçici yollardan yapmayı tercih ediyor. Ancak Merkez Bankası’nın bu politikası enflasyonun yavaş yavaş kontrolden çıkmasına neden oluyor. 2004-2016 arasında ortalaması yüzde 8 dolayına denk gelen bir platoda hareket eden enflasyon, şimdi ortalaması 2 puan kadar daha yukarıya denk gelen yeni bir platoya taşınmak üzereymiş gibi görünüyor. Durum gerçekten böyle olursa Merkez Bankası faizleri daha fazla baskı altına alamayabilir. Bu da bütçe açığında önümüzdeki dönemde yaşanacak artışların faizleri geçen yılkinden daha fazla yükseltmesine neden olabilir.
YOL YAKINKEN DÖNMELİ
Geçmişte yaşananlara bakarsak, esasında ne bütçe açığında ne de faizlerde o kadar vahim bir durumda değiliz. Bütçe açığının milli gelire oranı hala bu alandaki uluslararası bir ölçüt olan yüzde 3’lük Maastricht kriterinin altında kalıyor. İç borçlanma faizleri de hala geçmişteki faizlerle kıyaslanamayacak kadar düşük düzeyde bulunuyor. Yani yol yakınken geri dönme ihtimalimiz hala var gibi görünüyor.
Yakın geçmişte böyle bir geri dönüşü yaşamıştık. Küresel ekonomide 2008-2009 yıllarında yaşanan resesyon Türkiye’ye de yansımış ve hükümet o zaman da ekonomiyi canlandırmak için bütçede kesenin ağzını açmıştı. Bunun sonucu da 2007 yılında 13,9 milyar TL olan bütçe açığının 2009 yılında 52,8 milyar TL’ye kadar çıkması olmuştu. Aynı dönemde bütçe açığının milli gelire oranı da yüzde 1,6’dan yüzde 5,3’e çıkmıştı. Resesyon sonrasında ise bütçe açığı tekrar kontrol altına alınmış ve milli gelire oranı 2012’de yeniden yüzde 3’ün altına inmişti.
BU KEZ DAHA ZOR
Ancak 2008-2009 küresel resesyonu sırasında hem emtia fiyatlarının düşmesi enflasyonu aşağı çekmiş hem de gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının parasal gevşemeye gitmesiyle küresel faizler düşmüştü. Bu da Türkiye’nin söz konusu süreci faizlerde yükseliş yaşamadan atlatmasına neden olmuştu. Hatta tam tersine reel faizler o dönemde bugün hala süren düşük seviyelerine inmişti. Küresel resesyon öncesinde Türkiye’deki reel faiz yüzde 8-10 arasında seyrederken ve bu düzey normal kabul edilirken, küresel resesyon sonrasında ülkemizdeki reel faiz yüzde 1 dolayına gerilemişti.
Bu kez ise küresel ekonomide daha farklı bir durum var. Başta ABD’nin merkez bankası olan FED olmak üzere gelişmiş ülkelerin merkez bankaları para politikasını yavaş yavaş sıkıyor. Bu durum önümüzdeki dönemde küresel faizlerin yükseleceği anlamına geliyor. Öte yandan emtia fiyatlarında da düşüş değil tam tersine yükseliş var. Brent petrolün varil fiyatı son altı ayda yüzde 40’lık artışla 50 dolar civarından 70 dolar civarına kadar geldi. Bu gelişmeler hükümetin bu kez bütçede disipline geri dönüş için 2008-2009 resesyonu sonrasındakinden çok daha fazla çaba harcaması gerektiği anlamına geliyor.
GERİ DÖNÜLMEZSE NE OLUR?
Bütçede disipline geri dönülmezse, 1990’lı yıllarda ne olduysa er ya da geç yine onun olacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Böyle bir durumda Hazine daha fazla borçlanmak zorunda kalacak, Hazine’nin daha fazla borçlanması faizleri arttıracak, faizlerdeki artış yatırımları kısacak, yatırımların kısılması ise ekonomideki büyümeyi yavaşlatacak. Kamu harcamaları ve vergi indirimleri gibi yollarla iç talep desteklenerek ekonomideki yavaşlama bir müddet geciktirilebilse bile bu süreç eninde sonunda bir yerden patlayacak. Bütçede disipline geri dönüşün geciktirilmesinin sonucu ise sadece işin sonunda ödenecek olan faturanın kabarması olacak.
ENFLASYON HEDEFİ İKİ KATTAN FAZLA AŞTI
Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) enflasyonu 2017 yılını yüzde 11,9 düzeyinde kapattı. Oysa önceki beş yılda olduğu gibi 2017’nin enflasyon hedefi de yüzde 5 düzeyindeydi. Yani 2017 yılı hedefin iki katından fazla bir enflasyonla kapanmış oldu. Tam olarak söylersek 2017’de enflasyon hedefi 6,9 puan aşıldı. 2002 yılından bu yana uygulanmakta olan enflasyon hedeflemesi sisteminde daha önce hedeften hiç bu kadar sapma yaşanmamıştı. Bundan önceki en büyük sapma 2008 yılında gerçekleşen 6,1 puanlık sapmaydı. 2008 yılındaki enflasyon hedefi yüzde 4 iken gerçekleşme yüzde 10,1’i bulmuştu.
Tüketici enflasyonu 2017 yılını epeyce dalgalı geçirdi. Döviz kurlarında 2016’nın sonları ile 2017’nin başlarında yaşanan artış yüzünden 2017’ye enflasyonda yükseliş eğilimiyle girilmişti. Döviz kurlarındaki yükseliş ocak ayında dursa da enflasyona yansıması bir süre daha devam etti. Bunun sonucu da 2016 yılını yüzde 8,5 düzeyinde kapatan tüketici enflasyonunun nisan ayında yüzde 11,9’u bulması oldu. Sonraki üç ayda ise olumlu “baz etkisi” sayesinde enflasyon hızla geriledi ve temmuz ayında yüzde 9,8’e indi. Ancak bizim çok önceden haber verdiğimiz gibi baz etkisinin olumsuza dönmesi yüzünden ağustos ayından itibaren enflasyon yeniden yükselişe geçti. Döviz kurlarında eylül-kasım arasında yaşanan yeni bir yükseliş de devreye girince kasım ayında tüketici enflasyonu yüzde 13’e kadar çıktı. Baz etkisinin tekrar olumlu tarafa döndüğü aralık ayında ise ciddi bir düşüş oldu ama bu düşüş 2017’nin hedefin iki katından fazla bir enflasyonla kapanmasını önlemeye yetmedi.
Olumlu baz etkisi sayesinde enflasyonda ocak ayında da ciddi bir düşüş göreceğiz. Ocak ayında enflasyon yüzde 11’in altına inmiş olabilir. Ancak sonrasında ne olacağı o kadar belli değil. Aylık enflasyon oranları hep “mevsim normalleri” (son 10 yılın ortalaması) dolayında çıkarsa, yıllık enflasyon sonraki aylarda da yavaş yavaş düşerek yıl sonunda yüzde 8,5 dolayına kadar inebilir. Ancak aylık enflasyon oranları mevsim normallerinden geçen yılki gibi sapmaya devam ederse, yıllık enflasyon bahar aylarından itibaren yeniden yükselişe geçerek 2018’i yüzde 12 dolayında bir yerde de kapatabilir.
Enflasyonda 2018 yıl sonu hedefi de yüzde 5 düzeyinde. Ancak bu hedefe yine ulaşılamayacak gibi görünüyor. Yukarıda bahsettiğimiz iki senaryodan iyimser olanında bile 2018 sonundaki enflasyon hedefin etrafındaki 2’şer puanlık belirsizlik aralığının bile dışına taşıyor. Zaten Merkez Bankası da 2018’de hedefe ulaşmanın yine güç olacağını düşündüğünden ekim ayında yayınladığı 2017’nin son Enflasyon Raporu’nda bu yıl sonu için yüzde 7’lik bir enflasyon tahmininde bulunmuştu. Biz bu yazıyı yazdıktan sonra açıklanacak olan 2018’in ilk Enflasyon Raporu’nda bu tahmin biraz daha yükseltilmiş de olabilir.
Türkiye’de enflasyon hedeflemesi sisteminin 16 yıllık geçmişi var. Bu sistem 2002-2005 arasında “örtük” olarak uygulandıktan sonra 2006’da “açık enflasyon hedeflemesi”ne geçildi. 2011’de ise “esnek enflasyon hedeflemesi”ne geçiş yapıldı. Örtük enflasyon hedeflemesinde enflasyon dört yıl boyunca hedeflerin altında çıkmıştı. Açık enflasyon hedeflemesinde ise işler ilk üç yıl kötü gitmiş ama son iki yılda hedeflerin de yükseltilmesi sayesinde durum toparlanmıştı. Esnek enflasyon hedeflemesinde ise işler en başından beri kötü gidiyor. Bu sistemin uygulandığı yedi yılın yedisinde de enflasyon hedefin üzerinde gerçekleşti.
DIŞ TİCARETTE TOPARLANMA VAR
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı (GTB), aralık ayına ve dolayısıyla 2017’nin tamamına ilişkin dış ticaret verilerini ocak ayının başlarında açıkladı. Önceki yıllara ilişkin olarak ise elimizde Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri var. Bu veriler Türkiye’nin dış ticaretinde son yıllarda yaşanan gerilemenin 2017’de nihayet durduğunu ve bir toparlanma yaşandığını ifade ediyor. Bu verilere göre 2017’de dış ticarette yaşanan gelişmeleri şöyle özetlemek mümkün:
* GTB’nin verilerine göre, Türkiye 2017’de 157,1 milyar dolarlık ihracat ve 234,2 milyar dolarlık da ithalat yaptı. Böylece ortaya 77,1 milyar dolarlık dış ticaret açığı çıktı. 2016’da ihracat 142,5 milyar dolar, ithalat 198,6 milyar dolar ve dış ticaret açığı da 56,1 milyar dolar olmuştu. Buna göre 2017’de ihracat yüzde 10,2 ve ithalat yüzde 17,9 artış gösterdi. İthalatın ihracattan daha hızlı artmasının sonucunda dış ticaret açığındaki artış ise yüzde 37,4’ü buldu.
* İhracatta önceki iki yılda gerileme vardı. Hatta 2014 yılındaki zayıf artışı saymazsak ihracatta işlerin sadece önceki iki yılda değil önceki dört yılda kötü gittiğini de söyleyebiliriz. Dört yıllık bu kötü gidişten sonra 2017’de yaşanan artış iyi sayılabilecek bir toparlanmaya işaret ediyor. Bu gelişme 2017’de küresel ekonomide de işlerin beklenenden iyi gitmesinden ve böylece dünya ticaretinin toparlanmasından kaynaklandı. IMF’nin tahminlerine göre, geçen yıl dünya ekonomisindeki büyüme yüzde 3,2’den yüzde 3,7’ye çıkarken, dünya ticaret hacmindeki büyüme ise yüzde 2,5’ten yüzde 4,7’ye fırladı. 2017’de özellikle en önemli pazarımız olan Avrupa Birliği’nde (AB) ekonominin hareketlenmesi, ABD’de büyümenin hızlanması ve de Rusya’nın resesyondan çıkması ihracatımızı çok olumlu etkiledi.
* İthalatta da önceki üç yılda düşüş vardı. Bu üç yılın ardından ithalatta yeniden artış yaşanmasında ekonominin “baz etkisi” ve devlet destekleri gibi geçici faktörlerle de olsa hızlı büyümesinin önemli etkisi bulunuyor. Ancak bunun yanında altın ithalatı ile döviz kurlarının yükseldiği bir ortamda sanayicinin hammadde ve aramalı stoku yapmasının da ithalattaki artışta etkisi var gibi görünüyor. Çünkü ithalata mal sınıflamasına göre bakıldığında 2017’de en büyük artışın yüzde 27,9 ile hammadde ve ara malı ithalatında yaşandığı dikkati çekiyor. Hatta tek artışın bu mal grubunda yaşandığını söylesek bile çok yanlış olmaz. Çünkü 2017’de tüketim malı ithalatında yaşanan artışın yüzde 1,9’da kaldığı, yatırım malı ithalatının ise yüzde 7,7 gerilediği görülüyor.
* 2017 yılı dış ticaret verilerinin olumsuz tarafını ise dış ticaret açığının da tekrar artmaya başlaması oluşturuyor. Önceki üç yılda düşüşte olan dış ticaret açığı 2017’de yeniden artış gösterdi. Türkiye’de dış ticaret açığındaki artış aynen cari açığa yansıyor. Çünkü ülkemizde cari işlemlerin büyük bölümünü dış ticaret işlemleri oluşturuyor. 2016 yılında 33 milyar dolar olan cari açık muhtemelen 2017 yılında 45 milyar dolar civarında çıkacak. 2016’da yüzde 3,8 olan cari açığın milli gelire oranı da 2017’de yüzde 5’i aşmış olabilir. Dış finansman olanaklarının zayıfladığı bir ortamda ise cari açıktaki bu artış pek iyiye işaret değil.
ŞİRKET KURULUŞLARI REKOR KIRDI
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) verilerine göre, 2017 yılında kurulan şirket sayısı 73 bin 783 olarak gerçekleşti. 2016 yılında 64 bin 480 şirket kurulmuştu. Buna göre geçen yıl şirket kuruluşlarında yüzde 14,4 yükseliş yaşandı.
2017’de şirket kuruluşları sadece önceki yıla göre yükselmekle kalmadı, aynı zamanda bu alandaki rekorı da kırdı. 2017 yılında kurulan şirket sayısı, Türkiye’de bugüne kadar bir yıl içinde gerçekleşen en yüksek şirket kuruluşunu ifade ediyor. Şirket kuruluşlarında bundan önceki rekor 1997 yılına aitti. 1997 yılında ülkemizde 67 bin 898 şirket kurulmuştu. Bu rekor tam 20 yıl aradan sonra 2017’de kırılmış oldu.
Türkiye’de 1990’lı yılların ortalarında şirket kuruluşları oldukça hareketliydi. Ancak 1997’de kırılan rekordan sonra şirketleşmede işler çok da iyi gitmedi. Resesyon yılları olan 1999’da ve 2001’de şirket kuruluşları 30 binin altına kadar düştü. 2001 krizinden sonraki hızlı büyüme yıllarında da 1990’lı yılların ortalarındaki seviyelere ulaşılamadı. İşin garip tarafı, ekonomide durumun o kadar da parlak görünmediği son yıllarda ise şirket kuruluşları 1990’lı yılların ortasındaki ritmini yeniden yakaladı. Rekora 2015 yılında çok yaklaşılmış ama kıl payı farkla ulaşılamamıştı. 2015 yılında kurulan şirket sayısı 67 bin 622’de kalmıştı. O zaman kaçan rekor iki yıl sonra 2017’de ise çok daha farklı bir şekilde kırılmış oldu.
Ancak 2017’de kurulan şirket sayısında rekor kırılmış olsa da şirket sayısındaki net artışta rekor hala 1997 yılına ait bulunuyor. Çünkü 2017’de kapanan şirket sayısı 1997 yılındakiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek. 1997 yılında sadece 949 şirket kepenk kapatmıştı. 2017 yılında ise kapanan şirket sayısı 14 bin 701’i buldu. Böylece 1997 yılında şirket sayısındaki net artış 66 bin 949 olurken 2007 yılında bu sayı 59 bin 82’de kaldı. Aradaki farka bakılırsa, şirket sayısındaki net artışta rekorun kırılması biraz daha zaman alacağa benziyor.
Türkiye’de 1990’lı yıllarda çok az şirket kapanıyordu. 1990’lı yılların ortalarında bir yılda kapanan şirket sayısı bini bile bulmuyordu. 2000’li yıllarda hızla yükselen kapanan şirket sayısı 2010’lu yıllarda ise 15 bin civarına oturdu. Bu gelişmede son 20 yılda ekonomide rekabetin iyice keskinleşmesinin etkisi var gibi görünüyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?