İklim değişikliği, seller, kuraklık ve biyolojik çeşitlilikte azalma…
Hakan Kul, Dassault Systèmes Türkiye Ülke Müdürü
Ekonomik büyümenin sonuçları giderek daha görünür hale geliyor. Tüketim ve atık üretimine dayalı bir ekonomik modelin sürdürülebilir olmadığı artık çok açık. Daha fazlasını alan değil, daha fazlasını veren üretken bir ekonomiye geçiş yapmamız gerekiyor. Peki, bu 'dönüşümü' nasıl mümkün kılabiliriz?
Geleneksel ekonomi ile üretken ekonomi arasındaki farkı bir sebze bahçesi benzetmesiyle anlatabiliriz. Geleneksel ekonomi, yalnızca ekilenlerin hasat edildiği bir bahçeye benzer. Yalnızca verimi artırmaya odaklanır, yeni bir değer yaratılmaz. Zamanla toprak yorulur ve tüketilen toprak yerine yeni bir arazi kullanıma açılır.
Üretken ekonomi ise adeta çiçek açan bir bahçe gibidir. Çiftçi, toprağı ve bitkileri tüketmek yerine, sürekli yeni ürünler yetiştirir ve geliştirir. Farklı bitki türleri üzerine araştırma yapar, yenilikçi tarım tekniklerini dener ve bilgilerini başkalarıyla paylaşır. Sonuç olarak bahçe sürekli büyüyen bir kaynak haline gelir, yeni bitkiler yeşerir, çapraz tozlaşma gerçekleşir ve yeni fikirler filizlenir.
Aynı şekilde, üretken ekonomi tükettiğinden daha fazla değer yaratır ve topluma ve çevreye net bir pozitif etki sağlar. Yenilik alanında iş birliği yaparak ve deneyerek, örneğin kendini onarabilen malzemeler ya da kendi kendine büyüyen ürünler geliştirir.
Kulağa bilim kurgu gibi mi geliyor? Aksine, bunun birçok örneğini şimdiden görmeye başladık. Delft Teknoloji Üniversitesi’nde (TU Delft) yapılan araştırmalar, küçük çatlakları kendi kendine onarabilen bir beton geliştirdi. Bu onarım, su ve oksijenle temas ettiğinde kireçtaşı üreten bakteriler tarafından sağlanıyor. Çatlaklar oluştuğu anda devreye giren bu süreç, yapıların ömrünü uzatırken bakım ve yenileme ihtiyacını azaltıyor ve böylece daha az ham madde kullanımını mümkün kılıyor.
Bir diğer örnek ise mantarların kök ağı olan miselyumdan yapılan ambalaj malzemeleri. Bu doğal ham madde, plastik ve çevreye zararlı diğer malzemelerin yerine kullanılabilir. Kullanım sonrasında miselyum ambalaj doğada kolayca kompost olur. Ayrıca kağıt geri dönüşüm süreçlerine de dahil edilebilir. Ayrıca, miselyumdan kendini onarabilen deri benzeri malzemeler ya da yalıtım malzemesi ve iç mekan duvarlarında kullanılan yapı malzemeleri üretmek de mümkün.
Algler, fotosentez yoluyla biyokütle üretebilen mikroorganizmalar olarak sürdürülebilir enerji üretiminde önemli bir potansiyele sahip. Bu biyokütle, biyoyakıt olarak kullanılmak üzere dönüştürülebilir. Örneğin, şu anda binalara enerji sağlayabilen mikroalg içeren cam paneller piyasada mevcut. Ayrıca algler, havadan veya endüstriyel emisyonlardan CO2 yakalayarak sera gazlarının azaltılmasına katkıda bulunabilir.
Dönüşümü mümkün kılmak
Üretken ekonomi, sürdürülebilirlik ve yeniliği bir arada sunarak yeni teknolojilerle ekolojik ayak izinin azaltılması, ekonomik büyüme ve daha sağlıklı bir yaşam ortamı gibi avantajlar vaat ediyor. Bu ekonomik model, kısa vadeli kâr yerine uzun vadeli değeri önceliklendiriyor ve insan faaliyetleri ile ürünlerin çevreyle uyum içinde olduğu, daha istikrarlı, adil ve refah dolu bir geleceğe kapı açıyor.
Üretken ekonomiye bir an önce geçmek için yeterince sebebimiz bulunuyor. 2040 yılına kadar geleneksel ekonomiden döngüsel ve nihayetinde üretken bir ekonomiye geçiş için çalışıyoruz, ancak bu dönüşüm kendiliğinden gerçekleşmiyor. Bunu başarabilmek için özellikle önümüzdeki on beş yıla dikkatle odaklanmamız gerekiyor.
1. Yaşamın büyüsü
Üretken ekonominin temelinde, doğanın işleyişini anlamak ve bundan ilham almak yatar. Atomların hücrelere, minerallerin organlara ve atıkların enerjiye dönüşmesini sağlayan doğal süreçler, geleceğin ekonomisi için önemli bir model oluşturur.
Kendini onaran beton ve enerji üreten algler gibi yenilikler, bu dönüşüm anlayışının ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Ancak bu dönüşümün üretim süreçlerine entegre edilebilmesi, endüstriyel değer zincirinde köklü bir değişimi, yeni bir bakış açısını ve iş birliği ile yeniliğe açık olmayı gerektiriyor. Üretken ekonomiye geçiş için bu değişim şart.
2. Yaşam döngüsü
Üretken ekonomi, bir ürünün yaşam döngüsünün her aşamasını birbiriyle bağlantılı hale getirmeyi amaçlar. Malzeme seçiminden tasarıma, üretimden kullanıma ve nihayetinde geri dönüşüme kadar her adım birbiriyle uyumlu olmalı. Geri dönüşümün en verimli şekilde yapılabilmesi için atığın bir sonraki durağı daha tasarım aşamasında düşünülmeli; atık, yeni ürünler için ham maddeye dönüştürülmeli. Buna "atığını tasarla" yaklaşımı deniyor.
Atıkların yeniden değerlendirilmesi aslında yeni bir fikir değil. Örneğin, kahve posası toplanarak biyoyakıta dönüştürülüyor, okyanuslardan çıkarılan atık balık ağları geri dönüştürülerek yer karolarının üretiminde kullanılan naylona dönüştürülüyor. Ambalaj malzemelerinde kullanılan miselyum da aslında bir atık. İşte tam bu noktada, yeni nesil Ürün Yaşam Döngüsü Yönetimi (Product Lifecycle Management) devreye girerek, sınırların ötesine bakıldığında nelerin mümkün olduğunu gösteriyor.
3. Büyük resmi görmek
Üretkenlik söz konusu olduğunda, her şey birbirini etkiler. Bu yüzden bütünsel bir bakış açısıyla düşünmek gerekir. Bir şehirde yeni bir hizmet sunmak istiyorsanız, şehri bir bütün olarak ele almalısınız. Hareketlilik sadece araçlarla ilgili değildir. Yaya yolları, taşıtlar, binalar ve hatta hava kalitesini de kapsayan tüm çevreyi dikkate almayı gerektirir. Aynı şekilde, kanser gibi sağlık sorunlarını tedavi etmek istiyorsak, belirli bir ortamdaki organik süreçlerin etkilerini anlamamız gerekir.
Dassault Systèmes olarak fiziksel ürünleri ve sistemleri sanal ikizler aracılığıyla simüle ediyor ve analiz ediyoruz. Bu teknoloji, süreçleri optimize etmek, ürün tasarımını ve performansını iyileştirmek ve maliyetleri düşürmek için çeşitli sektörlerde kullanılıyor. Örneğin, BMW Grubu'ndaki tüm teknik birimler, her araç modelinin ve varyantlarının sanal ikizleriyle çalışıyor ve gerçek zamanlı, entegre verilerden yararlanıyor. Bu sayede ekipler, bileşenleri daha verimli bir şekilde yeniden kullanabiliyor, model çeşitliliğinin karmaşıklığını daha iyi yönetebiliyor ve geliştirme süresini kısaltabiliyor.
Dijital ikizlerin pratik uygulamaları, üretken ekonomiye geçiş için sağlam bir temel oluşturuyor. Karmaşık sistemleri ve süreçleri simüle ederek analiz etmek, şirketlerin sürdürülebilirlik ve ekonomik büyümeye katkı sağlayan yenilikçi çözümler geliştirmesini mümkün kılıyor. Ancak, ekonomide bir dönüşüm için sanal ikizleri daha geniş ölçekte kullanmamız gerekiyor. Bütün bir evreni, yani 'büyük resmi' modellemeliyiz. Bunu başarmak için, sanal ikizleri ilişkileri bağlamında bir araya getirmemiz gerekiyor. Dassault Systèmes, bu sanal ikiz ailelerini 'UniVeRses' olarak adlandırıyor.
Biz, ayrı ve kopuk bir dünya olan bir "metaverse" ya da her şeyi kontrol etmeyi amaçlayan bir "omniverse" inşa etmiyoruz. UniVeRses, sanal ve gerçek dünyayı (V+R) birleştirebilir, tüm paydaşları bir araya getirebilir ve bilgi ile uzmanlığı birleştirebilir. Tıpkı daha önce bahsedilen hayali çiftlikte olduğu gibi, burada da çalışanlar ve üretenler bir araya gelerek yeni fikirlerin (ve ürünlerin) filizlenmesini sağlar.
Yeni bir ufuk
Şirketler, sürdürülebilirliğin anahtarını elinde tutuyor; sürdürülebilir inovasyon için çalışarak aldıklarından fazlasını vermeleri gerekiyor. Ancak bu, sanal dünyaların gerçek dünyayla tam anlamıyla entegre edilmesini gerektiriyor. Bu sayede, gerçek dünyayı daha iyi hale getirebiliriz.
Sanal dünyalar, mevcut olanı dijitalleştirmekten çok daha fazlası. Olası dünyaları modellemek hayal gücümüzü serbest bırakır. Bu sayede daha iyi seçimler yapabilir ve daha etkili bir şekilde birlikte çalışabiliriz. Bu yaklaşım, tüketmek yerine üreten bir geleceğin yolunu açar.
Bu bir reklamdır.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?