Cari açığa dikkat!

24.07.2018 12:07:000
Paylaş Tweet Paylaş
Cari açığa dikkat!

 2016 sonunda 33,1 milyar dolar olan cari açık, 2017’yi 47,2 milyar dolara kadar yükselerek kapatmıştı. 2018’in ilk ayında ise 51,6 milyar dolara ulaştı. 2016 sonunda yüzde 3,8 olan cari açığın milli gelire oranının da 2017’yi yüzde 5,5 dolayında kapattığını ve 2018’in ilk ayında ise yüzde 6 dolayına çıktığını tahmin ediyoruz. Cari açıktaki yükseliş, ömümüzdeki aylarda da sürecek gibi görünüyor. Bu yükseliş ekonomide aşırı ısınmaya işaret ediyor ve de tehlike yaratıyor. Türkiye’de ekonomik krizler genelde cari açığın aşırı artması ve finanse edilemez hale gelmesi nedeniyle çıkar. En son 2001 yılında böyle olmuştu. Cari açıkta 2010-11 döneminde yaşanan yükseliş ise hükümetin para ve maliye politkalarıyla ekonomide frene basmasıyla bir krize yol açmadan atlatılabilmişti. Ekonomide yine frene basma zamanı gelmiş olabilir. Türkiye’nin cari işlemler dengesi, 2017 yılını 47,2 milyar dolarlık açıkla kapatmıştı. 2017’nin başlarında 34 milyar dolar civarında seyreden yıllık cari açık bahar aylarında yükselişe geçmiş ve yılın son aylarında ise hızla yukarı tırmanmıştı. Bu tırmanış, 2018’in ilk ayında da devam etti. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) verilerine göre, yıllık cari açık ocak ayında 51,6 milyar doları buldu. İktisatçılar cari açığa mutlak değerden ziyade milli gelire oran olarak bakmayı tercih eder. Ancak bu şekilde baktığımızda da cari açığın tırmanışta olduğu gerçeği değişmiyor. Cari açığın gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı, 2016 sonunda yüzde 3,8 olmuştu. Bu oran 2017’nin üçüncü çeyreğinde yüzde 4,7’ye çıktı. Her ne kadar elimizde henüz 2017’nin son çeyreğine ve dolayısıyla yılın tamamına ilişkin milli gelir verileri yoksa da tahmini verilere dayanarak cari açığın GSYH oranının 2017 sonunda yüzde 5,5 dolayını bulduğunu düşünüyoruz. Yine tahmini verilere dayandığımızda bu yılın ocak ayında ise cari açığın GSYH’ye oranı yüzde 6 dolayına çıkmış gibi görünüyor. Kimbilir kaç kuşaktır ürettiğimizden fazlasını tüketme alışkanlığımız olduğu için cari açık hep Türkiye ekonomisinin yumuşak karnıdır. Türkiye’de ekonomik krizler genelde cari açığın aşırı artması ve finanse edilemez hale gelmesi nedeniyle çıkar. Bu nedenle cari açık ne zaman yükselişe geçse endişe yaratır. İşte bu endişeler yine ortaya çıkmaya başladı. 

HIZLI BÜYÜMENİN ETKİSİ Cari açıkta son dönemde yaşanan yükselişin üç nedeni var. Bunlardan birincisini ekonominin geçen yıl epey hızlı büyümesi oluşturuyor. Türkiye ekonomisi, bir ara resesyonun kıyısına kadar geldiği 2016 yılında ancak yüzde 3,2 büyüyebilmişti. 2017’de ise resesyonun kıyısından hızla uzaklaştı ve beklenenin çok üzerinde bir büyüme performansı yakaladı. 2017’nin ilk çeyreğinde yüzde 5,3 ve ikinci çeyreğinde yüzde 5,4 olan büyüme oranı üçüncü çeyrekte ise yüzde 11,1’i buldu. Biz bu yazıyı yazarken henüz 2017’nin son çeyreğine ve dolayısıyla yılın tamamına ilişkin veriler belli değildi ama geçen yılki büyüme yüzde 7-8 arasında çıkacak gibi görünüyor. Bu hızlı ekonomik büyümede önceki yıl büyümenin çok düşük olmasının getirdiği “baz etkisi”nin yanında devletin teşvik tedbirleri ve küresel ekonomideki toparlanma sayesinde ihracatın iki yıl aradan sonra yeniden yükselişe geçmesi de etkili oldu. Bu hızlı büyüme istihdam ve işsizlik açısından olumlu sonuçlar verdi ama ithalatın da üç yıl aradan sonra yeniden yükselmesine yol açarak cari açığı olumsuz etkiledi. 

İTHALAT FATURASI Cari açıkta son dönemde yaşanan yükselişin ikinci nedenini, küresel ekonomideki toparlanmayla birlikte başta petrol olmak üzere emtia fiyatlarının da yükselişe geçmesi ve bunun Türkiye’nin ithalat faturasını kabartması oluşturuyor. Geçen yılın ortalarında 50 doların altında olan ham petrolün spot varil fiyatı ocak ayında 70 dolara kadar yaklaştı. Bu da aynı miktarda petrol için daha fazla ödeme yapılmasına yol açtı. Nitekim 2017’de ithalattaki nominal artış yüzde 17,7 iken reel artış yüzde 9,4 olarak hesaplanıyor. Bu iki oran arasındaki 8,3 puanlık fark ithalat fiyatlarındaki artışın faturasını ifade ediyor. Cari açıkta son dönemde yaşanan yükselişin üçüncü nedeni ise altın ithalatındaki sırrı çok da çözülemeyen tırmanış. Nedendir bilinmez, Türkiye son yıllarda bir taraftan külçe altın ithal ederken bir taraftan da külçe altın ihraç eden bir ülke haline geldi. Ancak geçen yıl altın ithalatı altın ihracatının çok üzerinde gerçekleşti. Geçen yıl altın ihracatı 6,6 milyar dolar olurken altın ithalatı ise 16,6 milyar doları buldu. Bu yılın ilk ayında ise 31 milyon dolarlık altın ihracatına karşılık 2,3 milyar dolarlık altın ithal edildi. Altın ithalatındaki bu nedeni tam bilinmeyen tırmanış da cari açığı olumsuz etkiliyor. 

NE SAKINCASI VAR? Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye’de ekonomik krizler genelde cari açığın aşırı yükselmesi ve finanse edilemez hale gelmesi nedeniyle çıkıyor. Bunun son örneğini 2001 yılında yaşamıştık. 1999 yılı sonunda sıfıra yakın olan cari açığın milli gelire oranının 2000 yılında yüzde 4’e yaklaşması alarm zillerini çaldırmış, böyle bir ortamda Şubat 2001’de patlak veren bir hükümet krizi ise büyük bir sermaye kaçışına yol açarak ekonomide de krize yol açmıştı. 2000 yılında yüzde 6,6 büyüyen Türkiye ekonomisi, bu kriz yüzünden 2001 yılında yüzde 6 küçülmüştü. Türkiye’de 2001 krizi öncesinde cari açığın GSYH’ye oranının yüzde 3’ü aşması tehlike işareti olarak kabul edilirdi. Nitekim 2001 krizi de bu eşik seviyesinin aşılması sonrasında ortaya çıkmıştı. 2001 krizinden sonra Türkiye birtakım yapısal reformları hayata geçirip enflasyonu da yüzde 70’in üzerinden tek haneye kadar düşürünce doğrudan yabancı sermaye girişinde büyük bir sıçrama yaşandı. Bu da ekonominin tolere edebileceği cari açık düzeyinin yükselmesini sağladı. Böylece 2004 yılında cari açığın GSYH’ye oranı tekrar yüzde 3’ün üstüne çıktığı halde bu kez krizle karşılaşmadık. Gerçi Türkiye ekonomisi 2009 yılında tekrar küçüldü ama bu küçülme yurt içindeki gelişmelerden değil küresel ekonomide yaşanan krizden kaynaklandı. 

TEHLİKE SINIRINI AŞTIK MI? 2001 krizi sonrasında yaşananların Türkiye ekonomisinin tolere edebileceği cari açık düzeyinin yükselmesini sağladığını bilsek de krize işaret eden yeni eşik seviyesinin neresi olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Çünkü o zamandan bu yana bunu test edebileceğimiz bir örnek olay yaşamadık. Esasında 2008-2009 resesyonu sonrasında ekonominin çok hızlı büyüdüğü 2010-2011 döneminde cari açığın GSYH’ye oranının yüzde 9’a kadar çıktığına tanık olduk. Ancak o dönemde hükümet, bu yükselişe kayıtsız kalmadı ve para ve maliye politikalarıyla büyümeyi yavaşlatarak ekonomide bir kriz yaşanmasına engel olmaya çalıştı. Bu çaba da işe yaradı ve sonraki yıllarda cari açık inişe geçti. Yalnız Merkez Bankası ekonomiyi yavaşlatmaya çalıştığı o dönemde bir “3x5 hedefi”nden bahsetmişti. Hatta biz de Capital’in Nisan 2013 sayısının “Konjonktür” bölümünde bunu ana yazı konusu olarak işlemiştik. Bu “3x5 hedefi” enflasyon, büyüme ve cari açığın GSYH’ye oranını içeriyor ve her üçü için de yüzde 5 seviyesini makul olarak tanımlıyor. Eğer bunu baz alırsak şu anda cari açıkta tehlike sınırını aşmış olduğumuzu söyleyebiliriz. Esasında sadece cari açığın GSYH’ye oranı değil, “3x5 hedefi”nin diğer iki göstergesi de çoktandır ekonomi için alarm veriyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi ekonominin 2017 yılını yüzde 7-8 arasında büyümeyle kapattığını tahmin ediyoruz. Öncü göstergeler ekonominin 2018 yılına da aynı hızla giriş yaptığını gösteriyor. Yıllardır yüzde 5’e yaklaşamayan enflasyon ise son bir yıldır çift hanede seyrederek hedefi ikiye katlamış bulunuyor. 

FİNANSMAN KALİTESİ DÜŞÜK Cari açık yükselmeye devam ederken finansmanda işler pek iyi gitmiyor. Cari açığı finanse edecek kadar dış kaynak girişi olmadığından rezervlerde erime yaşanıyor. Gelen dış kaynağın da yüzde 60 dolayındaki bölümü her an çıkışa geçebilecek sıcak para akımlarını da içeren portföy yatırımlarından oluşuyor. En sağlam finansman kalemi olan doğrudan yatırımların toplam finansmandaki payının ocak ayında yıllık bazda yüzde 16’ya kadar düştüğü görülüyor. 2000’li yıllarda Türkiye ekonomisinin tolere edebileceği cari açık düzeyinin yükselmesini doğrudan yatırımlardaki artış sağlamıştı. 2005 yılı öncesinde milli gelirin yüzde 0,5’i dolayında seyreden doğrudan yabancı sermaye girişleri, 2007 yılı başlarında bir ara milli gelirin yüzde 4’ünün üzerine kadar çıkmıştı. Son yıllarda ise doğrudan yatırımların milli gelire oranı yüzde 1 dolayında seyrediyor. Bu da cari açığın finansmanına pek çare olamıyor. 

EKONOMİDE FREN ZAMANI Cari açıktaki yükseliş böyle devam ederse filmin sonu pek iyi bitmeyecek gibi görünüyor. Bu nedenle yine ekonomide frene basma zamanı gelmişe benziyor. Sıkı para ve maliye politikalarıyla ekonomide yavaşlama sağlanabilirse cari açık düşüşe geçebilir ve böylece bu süreci bir krize düşmeden atlatmak münkün olabilir. Aksi takdirde eninde sonunda bir yerde ip kopacak ve bu da ekonomi açısından hiç iyi olmayacak gibi görünüyor. Elbette bunu söylemesi kolay ama siyaseten yapması pek o kadar kolay olmayabilir. Çünkü önümüzdeki yıl üç seçim (yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı) birden var. Hükümetin bu üç seçime canlı bir ekonomiyle girmek isteyeceğine ise hiç şüphe yok. Çünkü canlı bir ekonomi genelde iktidar partileri için seçimlerde daha fazla oy demektir. Hal böyleyken hükümetin ekonomiyi yavaşlatmaya çalışmasını beklemek abesle iştigal olabilir. 

ERKEN SEÇİM OLASILIĞI Ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Acaba ekonomideki bu dengesiz büyüme süreci önümüzdeki yıl yapılacak üç seçimin sonuna kadar sürdürülebilir mi? Eğer bu mümkün olmazsa yaşanabilecek bir ekonomik kriz gelecek yılki seçimlerde hükümeti epey zorlayabilir. Bu durumda seçmeni oy vermeye ikna etmek için ekonomiden başka bir hikaye bulmak gerekebilir. Tabii burada bir de seçimlerin erkene alınması olasılığı akla geliyor ama hükümetten şu ana kadar bu yönde bir sinyal gelmiş değil. 

CARİ AÇIK ŞUBATTA DA YÜKSEK ÇIKACAK 2017’yi 47,2 milyar dolar düzeyinde kapatan ve bu yılın ilk ayında ise 51,6 milyar dolara tırmanan cari açık, muhtemelen şubat ayında biraz daha yukarı tırmanacak. Çünkü Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın (GTB) verileri, dış ticaret açığının şubat ayında da geçen yılki düzeyinin çok üzerinde gerçekleştiğini gösteriyor. Türkiye’de cari işlemlerin büyük bölümünü dış ticaret oluşturduğu için de buradaki her artış cari açığa aynen yansıyor. GTB’nin verilerine göre, Türkiye şubat ayında 13,2 milyar dolarlık ihracat ve 18,9 milyar dolarlık da ithalat yaptı. Böylece ortaya 5,8 milyar dolarlık dış ticaret açığı çıktı. Oysa geçen yılın aynı ayında ihracat 12,1 milyar dolar, ithalat 15,8 milyar dolar ve dış ticaret açığı da 3,8 milyar dolardı. Buna göre şubat ayında ihracat yüzde 9 artış gösterirken ithalattaki artış yüzde 19,6’yı ve dış ticaret açığındaki artış ise yüzde 54’ü buldu. İthalatta şubat ayında yaşanan artış, büyük ölçüde hammadde ve ara malı ithalatı kaynaklı. Şubat ayında geçen yılın aynı ayına göre yatırım malı ithalatı yüzde 9,6 ve tüketim malı ithalatı yüzde 9,7 artarken, hammadde ve ara malı ithalatındaki artışın ise yüzde 23,2’yi bulduğu görülüyor. Hammadde ve ara malı ithalatındaki bu artış ise muhtemelen sadece reel artıştan değil dünya emtia fiyatlarında son dönemde yaşanan yükselişten de kaynaklanıyor. Dünya emtia fiyatlarındaki artış yüzünden aynı miktardaki hammadde ve ara malı için giderek daha fazla ödeme yapmak zorunda kalıyoruz. Öte yandan şubat ayında altın ithalatındaki artışta ise önemli bir hız kesme var gibi görünüyor. Bunu GTB’nin kıymetli metallerin ithalatına ilişkin verilerinden anlıyoruz. Kıymetli metaller ithalatı ocak ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 363,8 gibi çok yüksek bir artış göstermiş ve 0,5 milyar dolardan 2,4 milyar dolara çıkmıştı. Şubat ayında ise kıymetli metaller ithalatı yüzde 23,2 artışla 0,9 milyar dolardan 1,1 milyar dolara çıktı. Kıymetli metaller ithalatı ödemeler dengesindeki külçe altın ithalatı ile tam olarak aynı şey değil ama bu ikisi birbirine çok yakın seyrediyor. Özellikle son dönemde kıymetli metaller ithalatının yüzde 90’ından fazlasının külçe altından oluştuğu gözleniyor. 

SANAYİ HIZLI BÜYÜMEYE DEVAM SİNYALİ VERİYOR Geçen yılı yüzde 7-8 arasında büyümeyle kapatmış gibi görünen Türkiye ekonomisi, 2018 yılına da hızlı girmişe benziyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2015=100 bazlı yeni sanayi üretim endeksi (SÜE) bu yönde sinyal veriyor. Yeni SÜE’ye göre ocak ayında sanayi üretimi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 12,9 artmış bulunuyor. Sanayi üretimindeki değişim ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi dikkate aldığımızda ise bunun bu yılın ilk çeyreğinde de ekonomide hızlı bir büyüme görebileceğimize işaret ettiğini söyleyebiliriz. Tabii bu konuda daha kesin konuşmak için şubat ve mart aylarının verilerini de görmemiz gerekiyor. Hatırlanacağı üzere TÜİK, 2016’nın sonunda milli geliri hesaplama yöntemini değiştirmiş ve milli geliri anketlere dayalı kısa dönemli iş istatistikleri yerine Gelir İdaresi Başkanlığı (GİB) ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) gibi kurumların idari kayıtlarına dayanarak hesaplamaya başlamıştı. Ancak bu durum kısa dönemli iş istatistikleri ile milli gelir arasındaki bağı koparmıştı. Bu yüzden kısa dönemli iş istatistiklerinin en önemlisi olan sanayi üretimindeki değişim ile ekonomideki büyüme arasındaki korelasyon da zayıflamıştı. Bu da sanayi üretimindeki değişime bakarak ekonomideki büyümeyi tahmin etmeyi zorlaştırmıştı. İşte TÜİK bu uyumsuzluğu gidermek için kısa dönemli iş istatistiklerini de idari kayıtlara dayanarak hesaplamaya başladı. 2015=100 bazlı yeni SÜE de bu şekilde ortaya çıktı. 2011-2017 dönemine ilişkin üçer aylık verileri incelediğimizde, yeni SÜE’nin sanayi üretimindenki değişimi eski SÜE’ye göre daha yüksek ölçtüğünü görüyoruz. 2011-2017 arasındaki üçer aylık dönemlerdeki ortalama sanayi üretimi artışı eski SÜE’de yüzde 4,4 olarak çıkarken yeni SÜE’de yüzde 7,3’ü buluyor. Geçen ay İstanbul’da yapılan bilgilendirme toplantısına katıldığım TÜİK’in uzmanları, bunun sınırlı sayıda şirketle yapılan anketlere dayalı eski SÜE’nin sanayideki gelişmeleri tam olarak yansıtamamasından kaynaklandığını söylüyor. Ankete dayalı istatistikler özellikle temel yıldan uzaklaştıkça temsil niteliğini kaybediyor. Çünkü yeni kurulan bir şirketin anketin kapsamına girmesi epey uzun zaman alıyor. İdari kayıtlara dayalı istatistiklerde ise yeni kurulan bir şirket hemen izlenmeye başladığı için böyle bir sorun ortaya çıkmıyor. Yeni SÜE’deki değişim ekonomideki büyümeyle daha uyumlu görünüyor. 2011’in ilk çeyreğinden 2017’nin üçüncü çeyreğine kadar olan dönemde reel GSYH’deki değişimle eski SÜE’deki değişim arasındaki korelasyon katsayısı 0,79 olarak çıkarken, yeni SÜE’deki değişim için bu katsayı 0,87 olarak hesaplanıyor. Bu, yeni SÜE’deki değişimin ekonomideki büyümeyle ilişkisinin eski SÜE’ye göre daha güçlü olduğunu ifade ediyor. Bu da son bir yılda öncü gösterge olma niteliği zayıflayan sanayi üretiminin yeniden bu niteliği kazanabileceği anlamına geliyor. Bunun gerçekten böyle olup olmadığını ise elbette zamanla göreceğiz. Bu açıdan ilk test yeni SÜE’nin 2017’nin son çeyreğindeki ekonomik büyümeyi ne ölçüde öncüleyebileceği olacak. Yeni SÜE’ye göre sanayi üretimi 2017’nin ilk çeyreğinde yüzde 4,3, ikinci çeyreğinde yüzde 3,6, üçüncü çeyreğinde yüzde 17,7 ve dördüncü çeyreğinde yüzde 10,5 artmış görünüyor. Ekonomideki büyüme ise ilk üç çeyrekte sırasıyla yüzde 5,3, yüzde 5,4 ve yüzde 11,1 olmuştu. Sanayi üretiminin hız kestiği son çeyrekte ekonomideki büyüme de biraz hız kesmiş ve yüzde 8-9 arasına inmiş olabilir. 2017’nin tamamındaki büyümenin ise yüzde 7-8 arasında çıkacağını tahmin ediyoruz. 2017’nin son çeyreğine ve yılın tamamına ilişkin milli gelir verileri dergimiz baskıdayken yayınlanacak. 

ENFLASYONDA DÜŞÜŞ DURDU Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) enflasyonunda geçen yılın son ayı ile bu yılın ilk ayında hızlı bir düşüş olmuştu. Kasım ayında yüzde 13’ü bulan yıllık tüketici enflasyonu bu düşüşle ocak ayında yüzde 10,3’e inmişti. Ancak bu düşüş şubat ayında devam etmedi. Yıllık tüketici enflasyonu şubat ayında da yüzde 10,3 olarak gerçekleşti. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı gibi virgülden sonra iki basamak yürütürsek enflasyonda şubat ayında da düşüş yaşandığını söyleyebiliriz elbette. Ancak bu halde de çok sınırlı bir düşüş ortaya çıkıyor. Virgülden sonra iki basamak yürütüldüğünde ocak ayında yüzde 10,35 olan tüketici enflasyonu şubat ayında ancak yüzde 10,26’ya iniyor. Bu da sadece 0,09 puanlık düşüşe karşılık geliyor. Oysa önceki iki ayda yaşanan düşüş 2,63 puanı buluyor. Enflasyonda geçen yılın son ayı ile bu yılın ilk ayında yaşanan düşüş “baz etkisi”nin ürünüydü. O dönemde döviz kurlarında yaşanan artış nedeniyle 2016’nın son ayı ile 2017’nin ilk ayında enflasyon oranları “mevsim normalleri”nin (son 10 yılın ortalaması) çok üzerinde gerçekleşmişti. Bu olumsuz baz etkisinin ortadan kalkmasıyla 2017’nin son ayı ile 2018’in ilk ayında enflasyonda ciddi bir düşüş yaşanacağı ise önceden belliydi. Hatırlarsanız önceki aylarda bu sayfalarda bu görüşümüzü sizlerle paylaşmıştık. Hatta geçen ay “Enflasyonun Geleceği” başlıklı ana yazımızda bu konuyu çok daha ayrıntılı bir şekilde de işlemiştik. O yazıda enflasyonun önümüzdeki dönemde son iki aydaki kadar hızlı düşmesinin pek mümkün görünmediğini belirtmiştik. İşte şubat ayında yaşanan gelişmeler tam da dediğimiz gibi oldu. Şubat ayında enflasyona en olumsuz etkiyi gıda fiyatlarındaki artış yaptı. Geçen yıl şubat ayında yüzde 0,84 olan gıda ve alkolsüz içecek fiyatlarındaki artış bu yılın aynı ayında yüzde 2,24’ü buldu. Bu grup TÜFE’de yüzde 23,03 ile en büyük ağırlığa sahip olduğu için de buradan enflasyona 0,52 puanlık katkı geldi. Şubat ayında ev eşyasıyla eğlence ve kültür gruplarındaki fiyat artışları da geçen yılki seviyelerini aşıp enflasyonu olumsuz etkiledi. Buna karşılık ulaştırma, konut, giyim ve ayakkabı ile çeşitli mal ve hizmet gruplarındaki fiyat artışları ise geçen yılki seviyelerinin önemli ölçüde altında kaldı ve enflasyonun daha fazla yükselmesini engelledi. Yıllık tüketici enflasyonu geçen yılın şubat ayından bu yana genelde çift haneli seyrediyor. Bu dönemde sadece temmuz ayında kılpayı farkla tek haneli bir enflasyon gördük. Aylık enflasyon oranları mevsim normalleri dolayında çıkarsa yıllık tüketici enflasyonu mart ayında bir kez daha kılpayı farkla tek haneye inebilir. Bu senaryonun devamı ise yılın son iki ayına kadar yüzde 9-10 arasında, son iki ayda da yüzde 8-9 arasında enflasyona işaret ediyor. İşlerin son aylardaki gibi gitmesi halinde ise mart ayındaki düşüş de geçici olabilir ve yılın son ayına kadar bir daha tek haneli enflasyonu göremeyebiliriz. Kısacası, en olumlu senaryoda bile enflasyon bu yılı da yüzde 5’lik hedefin 3-4 puan üzerinde kapatacak gibi görünüyor. Döviz kurlarındaki yükseliş, küresel emtia fiyatlarındaki artış ve tarımdaki kuraklığın etkilerinin devreye girmesi halinde enflasyonun çok daha yukarılarda seyretmesi ihtimali de var. Ancak Merkez Bankası bu ihtimali pek önemsemiyor gibi görünüyor. Çünkü geçen ay 2018 yılının ikinci toplantısını yapan Para Politikası Kurulu (PPK) para politikası faizlerinin yine sabit tutulmasına karar verdi. PPK enflasyonun çift hanede seyretmeye devam etme tehlikesi bulunduğunu düşünseydi, herhalde bu toplantıdan faizlerde artış kararı çıkması gerekirdi.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


YAZARIN DİĞER YAZILARI TÜMÜNÜ GÖRÜNTÜLE

Örtülü işsizlik dönemi

19 AĞUSTOS, 2020

KRİZ NE ZAMAN BİTER?

2 TEMMUZ, 2020

Ekonomide korona vurgunu

10 HAZİRAN, 2020

Büyüme nereye?

13 NİSAN, 2020

Enflasyonun rotası

18 MART, 2020

Cari açıksız büyüme

29 OCAK, 2020

Ekonomi güven istiyor

4 ARALIK, 2019

Resesyon ne kadar sürer?

19 ŞUBAT, 2019

Yorum Yaz