Mey İçki Genel Müdürü Levent Kömür’le edebiyata, İstanbul’a olan tutkusunu, insanlıkla ilgili dertlerini konuştuk
Nil Dumansızoğlu
MEY İÇKİ GENEL MÜDÜRÜ LEVENT KÖMÜR, IRK VE CİNSİYET AYRIMI KONUSUNDA AKTİVİST BİR KİMLİĞE SAHİP. KÖMÜR’ÜN HAYATLA DERDİ, İNSANLARIN BİRLİKTE VAR OLAMAMASIYLA İLGİLİ. TÜM YAŞANTISINI DA ASLINDA “BERABER VAR OLABİLME” FELSEFESİ ÜZERİNE ŞEKİLLENDİRMİŞ DURUMDA. BU KONUDA KENDİNE HAS BİR BAKIŞ AÇISI OLAN KÖMÜR, DÜŞÜNCELERİNİ “HABABAM SINIFI” METAFORUYLA ANLATIYOR. HABABAM SINIFI’NIN DEĞİŞİK SOSYOKÜLTÜREL TABANLARDAN GELEN İNSANLARIN BİR ARADA YAŞAMA VE VAR OLMA HİKAYESİNİ ANLATTIĞINA DEĞİNİYOR VE “BEN, ÜLKE OLARAK İÇİMİZDEKİ HABABAM SINIFI’NI UYANDIRMAMIZ GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM” DİYE KONUŞUYOR.
Mey Diageo Türkiye Genel Müdürü Levent Kömür, yoğun iş hayatının yanında pek çok ilgi alanına sahip iş insanlarından biri. Gastronomi, arkeoloji, tarih ve turizm odaklandığı konuların başında geliyor. Sosyal hayatı, tiyatroyu, sinemayı, seyahati yaşamının vazgeçilmezleri arasında gören Kömür’ün, pandemi döneminde en çok zorlandığı konu ise bu aktivitelerden uzak kalmak olmuş. Levent Kömür yine de yeni dönemde yeni alışkanlıklar elde ettiğini söylüyor. Özellikle kitap okuma hızının oldukça arttığını belirtiyor. Kömür’ün yürüyüşlerine de artık sesli kitaplar eşlik ediyor. Katıldığı canlı yayınlarla da hiç olmadığı kadar öne çıktığını belirten Kömür, bu yayınlardan birinin ardından Kafa Dergisi’nden yazarlık teklifi alıyor. Bu sayede bu zamana kadar sözle dile getirdiği düşüncelerini kağıda dökmeye başladığını söyleyen Kömür, “en büyük derdim” diye adlandırdığı “birlikte var olabilme” becerisiyle ilgili düşüncelerini kaleme almaya başladığına dikkat çekiyor. Irk ve cinsiyet ayrımının karşısında “ama”sız durulması gerektiğine inanan yönetici, şöyle devam ediyor: “Hababam Sınıfı’nı bu anlamda bir metafor olarak kullanabiliriz. Hababam Sınıfı, değişik sosyokültürel tabanlardan gelen gençlerin ve öğretmenlerin oluşturduğu bir toplulukta, bir arada yaşama, var olma hikayesi. Ben, ülke olarak içimizdeki Hababam Sınıfı’nı uyandırmamız gerektiğini düşünüyorum.” Biz de Levent Kömür’le edebiyata, İstanbul’a olan tutkusunu, insanlıkla ilgili dertlerini konuştuk:
Pandemi süreci sizin için nasıl geçti? İş hayatında yaşanan değişimin sizde etkisi ne oldu?
Ben daha çok gezerek yöneten bir insanım. Yani pantolon değil, ayakkabı eskitirim. Haftanın 3 günü ya üretim yerlerini ya da sahayı gezerim. Fiziksel temasın, fiziksel olarak “o anda” olmanın önemine çok inanıyorum. Bu anlamda aslında pandemi süreci benim açımdan adaptasyonla geçti. Hayat tarzıma tamamen zıt bir düzene geçmek zorunda kaldım. Oturduğum yerden iş yapmak, uzun zamandır hayatımda olmayan bir şeydi. Hatta bazen online toplantılarda bile kalkıp yürüyorum. Bu ekrandaki dikdörtgenin içinde kendimi görmek bana çok zor geliyor.
Sosyal hayatınızı yönetme konusunda en çok nelerde zorlandınız?
Sosyal hayatı dışarıda yaşayan bir insan olduğum için zorlandım diyebilirim. Örneğin maça, tiyatroya, sinemaya gidememek benim için kötüydü. Bunları çok özlüyorum ve imkanlar dahilinde kopmamaya, yakın olmaya çalışıyorum. Örneğin biz Küçükçiftlik Parkta düzenlenen açık hava tiyatrosu organizasyonuna sponsor olduk. Bu beni çok mutlu etti ve gururlandırdı. Göktürk’te oturduğum için şanslıyım. Hem orman hem şehir yürüyüşü yapabiliyorum. Ancak yürümeyi spor olarak görmüyorum. Benim için yürümek düşünme, üretme zamanı. Ne yazık ki pandemi döneminde günlük ortalamam 6,5 kilometreden 5’e kadar düştü. Bunun dışında uzun süredir pilates yapıyordum, ancak pandemide bıraktım. Pilates muhteşem bir spor, en yakın zamanda tekrar başlayacağım.
Sizin için bu dönemde yeni başlangıçlar oldu mu?
Ben yazmayı çok severim ve durmadan not alırım. Normalde çok sevdiğim için bu notları dolma kalemle alırdım. Ancak pandemi başladığından beri bütün notlarımı kurşun kalemle almaya başladım. Bunun nasıl bir Freudyen açıklaması olur bilmiyorum. Belki de bilinçaltımda bir gün gelecek ve bu yazdıklarımı sileceğim gibi düşünce vardır. Pandemi benim sesli kitaba başlamamın da aracısı oldu. Uzun zamandır kurgu dışı okumalar yapıyordum. Ancak sesli kitap aracılığıyla 17-18 yaşlarında okuduğum klasikleri yürürken dinledim. İlk olarak da Dostoyevski’nin Budalası’yla başladım. Podcast de bu dönemde hayatımda daha çok yer edindi. Hatta beğenerek takip ettiğim Nilay Örnek’in Nasıl Olunur adlı podcast programına konuk da oldum. Ben ciddi bir TRT 3 dinleyicisiyim. Arabamda ilk 3 favori radyo kanalım sırasıyla Açık Radyo, bir ekonomi kanalı ve TRT 3. Pandemi döneminde ise televizyonda TRT 2’yi çok izledim. Çok güzel film, belgesel ve konserler var. Bunun dışında evde televizyonda ya müzik kanalı ya spor kanalı ya da FB TV açıktır. İşle ilgili ciddi şekilde canlı yayınlara katıldım. Gelen davetlere mümkün olduğu kadar icabet etmeye çalıştım. Öncesinde çok öne çıkan bir insan değildim, daha çok ekibimi öne çıkarmayı seviyordum; ancak burada bir kriz yönetimi vardı ve bu kriz yönetiminde başı çekmek gerekiyordu. Yani aslında en büyük üretimim yazarak değil konuşarak oldu.
Edebiyata olan ilginizden biraz bahseder misiniz?
Çok uzun süredir kurgu dışı kitaplar okuyorum. İlgi alanlarım; felsefe, sanat tarihi, insanlık tarihi, sosyoloji gibi konular. Ali Nesin’in “Sanat, felsefe, matematik hiçbir işe yaramaz; o yüzden her işe yarar” diye bir sözü var. Ben de aslında bu görüşe çok katılıyorum ve bu konularla ilgileniyorum.
Yazmayı çok sevdiğinizi ve sürekli notlar aldığınızı söylediniz, hangi kaynaklardan besleniyorsunuz?
Üniversite yıllarında, Kadıköy’den Beşiktaş’a vapurla geçerken karşımda oturan insanların mesleklerinin ne olduğunu tahmin etmeye çalışırdım. Hatta cesaret edip sorduğum bile oldu. Ben çok meraklı bir insanım ve gözlem benim için çok önemli. Onun dışında okuduklarımdan çok besleniyorum. Ne kadar şimdilerde daha çok kurgu dışı okusam da Türkiye’de büyümüş bir aydının okuması gereken şeyleri tabii ki okudum. Örneğin beslendiğim yazarlardan biri Yaşar Kemal. Bunun dışında benim İkinci Yeni’ye hayranlığımı yakın çevrem çok iyi bilir. Aralarında en çok da Edip Cansever’i severim. Zaten Cemal Süreya bile “Çok şiirden öldü Edip” diyerek onun büyük bir şair olduğunu dile getirmiş.
Sizin Kafa Dergisi’nde de “Yeni Bir Mümkün Kıyısında” başlıklı yazınız yayımlandı. Bunun öyküsünü kısaca anlatır mısınız?
Kafa Dergisi’nin Feriştah Kafası adlı oluşumunda, İK direktörümüzle birlikte Vedat Milor’la bir canlı yayın yaptık. Süreç de böyle başladı. Dergide bir yazı yazmamı teklif ettiler. Kabul ettim ve ırk ve cinsiyet ayrımına karşı bir yazı kaleme aldım.
Neden bu konuyu seçtiniz?
Benim için kadın hareketi çok önemli, mümkün olduğu kadar aktivist şekilde kadın hareketi içinde yer almaya çalışıyorum. Bu dönemde dünyada “Black Lives Matter” hareketi başladı,Türkiye’de ise İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarıyla birlikte kadınlar, #istanbulsözleşmesi yaşatır sloganı altında seslerini duyurdu. Irk ve cinsiyet ayrımının karşısında “ama”sız durmamız gerektiğine inanıyorum. Dolayısıyla bu iki hareketi çok önemsiyor ve destekliyorum.
Başka yerde yayımladığınız yazılar var mı?
Aslında ben konuşmayı daha çok seviyorum, kendimi daha rahat hissediyorum. Yazı yazarken biraz zorlanıyorum. Başka bir yazım yayımlanmadı, ben kendi Instagram hesabımı, güncel olaylar karşısında uzun postlarla fikirlerimi paylaştığım bir mecra olarak kullanıyorum. O güne dair ne olduysa onunla ilgili düşüncelerimi yazıyorum.
Peki sizin en çok düşüncelerinizi paylaşmaya değer bulduğunuz gelişmeler, konular ne oluyor?
Genelde beraber var olmakla ilgili kötü ya da iyi bir gelişme olduğu zaman yazıyorum. Benim hayatla ilgili şöyle bir derdim var: Biz, dünyada, bu topraklarda beraber var olmayı becerebilmek zorundayız. Aslında Hababam Sınıfı’nı bu anlamda bir metafor olarak kullanabiliriz. Hababam Sınıfı, değişik sosyokültürel tabanlardan gelen gençlerin ve öğretmenlerin oluşturduğu bir toplulukta, bir arada yaşama, var olma hikayesi. Ben, ülke olarak içimizdeki Hababam Sınıfı’nı uyandırmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu ülkede beraber var olmayı hatırlamamız ve becermemiz lazım. İyi örnekleri kar topu gibi büyütebiliriz. Kadın hareketi de bununla ilgili. Kadın hareketine fırsat eşitliği açısından yaklaşıyorum, önemli olan da eksik olan da bu. Biz fırsat eşitliğini sağladıktan sonra zaten kadınlar neyi hak ediyorsa alır. Erkek şiddetini zaten tartışmasız reddediyoruz. Anında bitirilmesi yönünde adım atılması gerekiyor.
İş dünyasındaki liderlere önermek istediğiniz kitaplar var mı?
Bence kitap, film, müzik aslında çok kişisel ilgi alanları. Çünkü sanat, sizin kendi yaşantınızla birleşen ve anlam kazanan bir olgu. Bu nedenle şu anda ne okuduğumu söylemeyi tercih ederim. Pandeminin başında çok ciddi felsefe okudum. Şimdiyse Stefan Zweig’ın Amok Koşucusu, Çetin Balanuye’nin Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor ve Çizgilerle Nazım Hikmet kitaplarını okuyorum.
“Beyoğlu beni içine çekiyor” İSTANBUL AŞKI “İstanbul milliyetçisiyim” diyebilecek kadar çok seviyorum İstanbul’u, muhteşem bir şehir. Nedenini sorarsanız açıklayamam, zaten aşk böyle bir şey, rasyonalize etmeniz imkansız. Benim hayatımın yarısı Beyoğlu’nda, yarısı Kadıköy’de geçti. 1999’dan sonra yurt dışına gittim, İstanbul’a geldiğim zamanlarda, bavulumla birlikte havaalanından doğruca Nevizade’ye giderdim. “ÇEŞİTLİLİK KAYBOLUYOR” Beyoğlu beni içine çekiyor. Beraber var olmak bir semt olsaydı, kesinlikle Beyoğlu olurdu. Ancak ne yazık ki çok zor bir zamandan geçiyor. Hiçbir zaman şu anki durumu kadar kötü bir hale gelmemişti. Burada sorun, orada belli bir milletten gelen insanların olması değil aslında, olması gereken insanların olmaması, o çeşitliliğin kaybolmaya başlaması. “SİHİRLİ DEĞNEĞİM OLSA…” Bizim Beyoğlu’nda tartışmamız gereken, mekanlar, binalar ya da sokaklarından çok insanları. Çünkü Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan o insanlar. Benim elimde sihirli bir değnek olsa birçok şirketin genel merkezini Beyoğlu’na taşırdım. Zaten kötüleşmede hızlanma da birçok şirketin orayı terk etmesiyle oldu. Bence yeni kuşağa rahat bir çalışma ortamı yaratmak istiyorsak Beyoğlu’ndan daha güzel bir yer olmaz. |
“Gastronomide eşiği kadınlar atlatacak” LEZZET DURAĞI Gastronomi seyahatleri yapmayı çok seviyorum. Pandemi döneminde uzak kaldığım şeylerden biri de bu oldu. Şu anda arabayla gidilebilecek yerlere gidiyorum, uçağa binmeye başladığım zaman ilk gideceğim yer Elazığ olacak. Türkiye’nin en iyi gastronomi şehirlerinden biri, ancak ne yazık ki çok öne çıkmıyor. Peyniri, çorbaları, çiğ köftesi, içli köftesi, et yemekleri meşhur. Çok çeşitli, inanılmaz lezzette yemekleri var. ÖZLENEN MEKANLAR İkinci sıraya da İstanbul’u koyarım. Biz gastronomi konusunda çok şanslı bir nesiliz. Şu anda İstanbul’da gidebileceğim 10 çok iyi şef restoranı var. Çoğu da kadın şefler. Urla, Antalya, Tire’de de çok sevdiğim şeflerin restoranları var. Bu insanlar ulaşılabilir yemek de yapıyor ki bu çok önemli. İstanbul’da Süheyla, Refik ve Merih en sevdiğim restoranlardı. Ne yazık ki kapandılar. Özellikle Süheyla’yı çok severdim. Artık bunlara gidemiyorum ama hala en sevdiğim restoranlar Beyoğlu’nda, ilk tercihim her zaman orası olur. EKOSİSTEM BÜYÜYOR Gastronomide, bizim kendimizi karşılaştırdığımız gastronomi ekosistemleriyle eşit hale gelmemizdeki eşiği, kadınlar atlatacak diye düşünüyorum. Kadınlar şaraba bir el attı, şarap endüstrisi ilerledi. Kadın işletmeciler, kadın meyhaneciler, kadın şefler sayıca çoğalıyor. Bizim şirketimizin de bu anlamda tedarikçilerinin kadın olması beni çok mutlu ediyor. |
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?