Ekonomi ve toplumsal barış

Haziran ayında patlak veren Gezi Parkı olayları, Türkiye ekonomisinin zayıf bir dönemine denk geldi.

1.07.2013 00:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
Ekonomi ve toplumsal barış
ABD’deki parasal genişlemenin sonuna gelindiği algısı, mayıs ortalarından beri diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte Türkiye’den de sermaye çıkışına neden oluyor. Gezi Parkı olayları bu çıkışı hızlandırdı. Hükümetin uzlaşma yolunu tercih etmek yerine toplumdaki kutuplaşmaları yeniden körükleyebilecek bir hareket tarzı benimsemesi, ekonomiyi daha da zora sokacak gibi. Toplumsal barış sağlanamazsa zaten yavaş büyümekte olan ekonomi, bir resesyon tehlikesiyle karşılaşabilir. Mayıs sonlarında İstanbul Taksimde bulunan Gezi Parkı’ndaki barışçıl bir protestonun orantısız polis müdahalesiyle bastırılmaya çalışılması, Türkiye’nin haziran ayında toplumsal olaylara sahne olmasına yol açtı. Polis ile göstericiler arasında can ve mal kayıplarına neden olan çatışmaların yaşandığı bu dönemde ortaya çıkan en tehlikeli gelişme ise bizce hükümetin uzlaşma yolunu tercih etmek yerine toplumdaki kutuplaşmaları yeniden körükleyebilecek bir hareket tarzını benimsemesi oldu.

Tabloyu görmek için görsele tıklayın.
Bu olaylar, borsadaki çöküş, kur ve faizlerdeki artış, turizmdeki rezervasyon iptalleri ve grevler gibi gelişmeler nedeniyle ekonomiye zaten bir fatura çıkardı. Bu faturanın boyutu birkaç ay sonra haziran ayına ilişkin üretim, tüketim, dış ticaret, turizm gibi veriler belli olunca ortaya çıkacak. Kutuplaşmanın giderek artması ve toplumsal barışın sağlanamaması halinde ise ekonomiye uzun vadede de bir faturanın çıkması kaçınılmaz olacak.

ÖNCE HUZUR LAZIM
Türkiye’de toplumun huzur içinde olduğu zaten çok söylenemez. Ülkemizde zaman zaman hareketlenen bir sürü toplumsal fay hattı var. Bunlardan biri olan dindar-laik çatışması, çok uzun süredir devam ediyor. Bir başkası olan Kürt sorunu nedeniyle neredeyse 30 yıldır Güneydoğu’da ayrılıkçı bir terör hareketi yaşanıyor. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) üst üste seçim zaferleri, yapılan anayasa ve yasa değişikliklerinden sonra dindar-laik çatışmasının ateşi sönmüştü. Güneydoğu’da da birkaç ay önce bu kez daha ciddi görünen bir çözüm sürecine girilmişti. Tam da bunların meyvelerinden yararlanmaya başlayacağımız bir sırada fay hatlarının yeniden harekete geçirilmeye çalışılması hiç iyi bir fikir değil.~
Sağlıklı bir ekonomi her şeyden önce siyasi istikrar gerektiriyor. Siyasi istikrarın olmadığı yerde ekonomiye ve geleceğe güven de olmuyor. Bu da özellikle yatırım kararlarını olumsuz etkiliyor. Yatırımların yetersiz kalması, ekonomideki büyüme oranını potansiyelinin altına çekiyor. Sonuçta işsizlik oranı yükseliyor. Bu da yeni bir toplumsal huzursuzluk ve siyasi istikrarsızlık dalgasına yol açarak bir kısırdöngüye neden oluyor.

90'LARIN DERSLERİ
Toplumsal huzursuzlukların ve bunun neden olduğu siyasi istikrarsızlığın ekonomiye nasıl zarar verdiğini görmek için diğer ülke örneklerine bakmaya ya da çok gerilere gitmeye gerek yok. 1990’lı yıllar ile 2000’li yılların başında yaşadıklarımızı hatırlasak yeterli. Yukarıda söz ettiğimiz iki fay hattının çok aktif olduğu o dönemde büyüme oranı potansiyel düzeyinin epey altına inmişti. Türkiye’nin potansiyel büyüme oranı yüzde 5 dolayı olarak kabul ediliyor. 1990 ile 2001 arasında yıllık ortalama büyüme oranı yüzde 2,8’di. 1990’lı yıların başında yüzde 8 dolayında bulunan işsizlik oranı da 2001 krizinden sonra çift haneye yükselmişti.
1990’lı yıllarda yaşananlar sadece ekonomiye zarar vermekle kalmadı, o dönemde uzlaşmayı başaramayan siyasi aktörlerin çoğunu da tarihe gömdü. Dönemin etkili siyasi partilerinden Anavatan Partisi (ANAP) ile Doğru Yol Partisi’nin (DYP) orijinalleri, 2000’li yılların sonuna doğru kapısına kilit vurdu. Daha sonra aynı isimlerle kurulanlar ise marjinal birer parti durumunda. Demokratik Sol Parti (DSP) ile Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı Refah Partisi’nin (RP) mirasçısı olan Saadet Partisi (SP) ise hala faaliyette ama artık pek esameleri okunmuyor. Dönemin etkili siyasetçilerinden Bülent Ecevit ile Necmettin Erbakan rahmetli olurken Süleyman Demirel ilerleyen yaşı nedeniyle köşesine çekildi. Ancak Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller de daha siyasete devam edebilecek yaşlardayken oyun dışı kaldı. Herhalde bugünün siyasetçilerinin bunlardan da alması gereken dersler var.

KONJONKTÜR OLUMSUZ
Üstelik şu sıralarda ekonomi oldukça nazik bir dönemden geçiyor. Küresel ekonomideki konjonktür, son derece olumsuz. 2008-2009’da yaşanan Büyük Resesyon’dan sonra gelişmiş ülkeler bir türlü toparlanamadı. Ağır kamu borcu sorunu, özellikle Avrupa’nın belini çok büküyor. Bu ortamda finansal piyasalar da buluttan nem kapıyor. ABD’de parasal genişlemenin sonuna yaklaşıldığı algısı, mayıs ayı ortalarından beri gelişmekte olan piyasalardan sermaye çıkışlarına neden oluyor. Bu algı ABD’nin merkez bankası olan FED’in geçen aykitoplantısından sonra yapılan açıklamalarla iyice güçlendi.~
Biz bu yazıyı yazarken Gezi Parkı olaylarının ateşi düşmüş ama bu kez de söz konusu küresel gelişmeler yüzünden Türkiye’deki finansal piyasalar karışmıştı. Merkez Bankası, finansal piyasalardaki bu paniği yatıştırmak için yoğun çaba harcıyordu.

Reel ekonomide de durum pek iyi değil. İç talepteki gerileme yüzünden geçen yıl büyüme oranı yüzde 2,2’ye kadar inmişti. Bu yılın ilk çeyreğinde ise çok hafif bir toparlanmayla yüzde 3’lük büyüme yaşandı. Bu toparlanma, tüketimdeki kıpırdanma ve hükümetin daha önce görülmemiş bir biçimde kamu yatırımlarına yüklenmesi sayesinde gerçekleşti. Fakat özel yatırmlardaki düşüş, aynı hızla devam etti. Küresel gelişmeler yüzünden dış talebin büyümeye katkısı sıfırlandı. Dış talepten önümüzdeki dönemde de fazla umut yok. Ekonomi sadece tüketimle yoluna devam edemez, hükümet de kamu yatırımlarını hep böyle sürdüremez. Dolayısıyla ekonominin gerçekten toparlanabilmesi için özel yatırımların yeniden yükselişe geçmesi gerekiyor. Bu ise iş dünyasının geleceğe güveninin artmasına bağlı bulunuyor.

EKONOMİ VE SEÇİM
Fakat toplumda yeniden kutuplaşmaların başladığı ve çatışmaların yaşandığı bir ortamda bu güveni sağlamak epey zor. Bu durum, ekonomide geleceğin pek parlak olmadığını düşündürüyor. Böyle giderse ekonomideki yavaş büyüme eğilimi, daha uzun bir süre bizimle birlikte olabilir. Bu da işsizliğin yeniden çift haneye tırmanmasına yol açabilir.

Türkiye’de hükümetlerin ekonomideki performansı ile seçimlerde aldıkları oy oranları arasında yakın bir ilişki var. Seçmen, kendisine aş ve iş sağlayamayan hükümetlere eninde sonunda kapıyı gösterip yeni alternatiflere yönelirken, bunu sağlayabilenleri ise iktidarda tutuyor. AKP’nin 2002’deki ilk seçim başarısında önceki hükümetin ekonomiyi yere sermesinin etkisi vardı. 2007’deki ikinci seçim başarısı, seçmenin demokrasiyi savunma refleksinin yanında büyük ölçüde, ilk iktidar dönemindeki parlak ekonomik performansının
ürünüydü. 2011’deki üçüncü seçim başarısında ise ikinci iktidar döneminde ekonomide performansın bozulmasında küresel krizin etkili olduğuna seçmeni ikna edebilmesi ve her şeye rağmen seçime canlı bir ekonomiyle girebilmesi rol oynadı. AKP, seçmeni şu sıralarda anlatmakta olduğu komplo teorilerine ikna edebilirse belki bir seçim daha durumu idare edebilir. Ancak ekonomide yeniden eski performansa geri dönemezse eninde sonunda seçmenin gazabına uğraması kaçınılmaz görünüyor.~

DAHA FAZLA DEMOKRASİ
Bizce ekonomide eski performansa dönüş için kesin çözüm otoriterleşmekten değil daha fazla demokrasiden geçiyor. Türkiye’de iyi kötü bir demokrasi var ama bunun kalitesi sorunlu. Demokrasimizin kalitesini de en çok sivil özgürlüklerin baskı altında tutulması düşürüyor. Kaliteyi yükseltmek için öncelikle bu özgürlüklere konulan engelleri ortadan kaldırmak gerekiyor. Toplumsal kesimlerin kendini daha iyi ifade edebildiği bir ortam, toplumsal barışın anahtarını oluşturuyor.

Tek tip bir toplum yaratma çabası, bugüne kadar ne Türkiye’de ne de dünyanın başka yerlerinde başarıya ulaşamadı. Bir tarafın öteki tarafı kendine benzetme çabası başarıya ulaşamadıysa, öteki tarafın bu tarafı kendine benzetme çabasının başarıya ulaşmasını beklemek için de bir neden yok. Bu çabalar sadece en değerli şey olan zamanı çatışmalarla heba etmemize ve kalkınma yarışında sürekli geride kalmamıza yol açıyor.

Bu kadar toplumsal fay hattına sahip olan Türkiye’nin geleceği, çoğunlukçu değil çoğulcu demokrasi anlayışına yönelmesinde yatıyor. Yani mutlak bir biçimde çoğunluğun kararlarının uygulandığı değil, azınlıktakilerin haklarının da gözetildiği bir demokrasiye ihtiyacımız var. “En çok oyu ben aldım, istediğimi yaparım” anlayışının eninde sonunda duvara toslaması kaçınılmaz. Çünkü bir toplumu demokratik şekilde yönetmek için sadece yarısının hatta daha fazlasının oyunu almanız yetmiyor, kalanları da buna hakkınız olduğuna ikna etmeniz gerekiyor.

Bunu da ancak karar alırken onların haklarına da saygı göstererek yapmanız mümkün. Aksi takdirde sürekli itirazlarla karşılaşır ve kimseyi yönetemez bir duruma düşebilirsiniz. Türkiye’deki son gelişmeler de buna örnek oluşturuyor. ~


DEMOKRASİMİZİN KALİTESİ SORUNLU

Türkiye'de iyi kötü bir demokrasi var ama bunun kalitesi pek iyi değil. Demokrasimizin kalitesini ise en çok sivil özgürlüklerin baskı altında tutulması düşürüyor. Dünyada ülkelerin demokrasi düzeylerini ölçmeye çalışan çeşitli endeksler var. Bunların içinden bilimsel çalışmalarda en çok kullanılan ikisi ile en medyatik olanının Türkiye'ye ilişkin sonuçlarını yandaki tabloya çıkardık. Bilimsel çalışmalarda en çok kullanılan demokrasi endeksleri, The Center for Systemic Peace (CSP) isimli kurumun hazırladığı Polity IV veritabanında yer alan endeks ile Freedom House'un endeksi. En medyatik demokrasi endeksi ise The Economist tarafından hazırlanıyor.

Polity IV veritabanındaki endekse bakılırsa Türkiye, Batı ülkeleri ölçüsünde olmasa da bir demokrasi konumunda. Freedom House ise Türkiye'yi kısmen özgür ülkeler arasında gösteriyor, yani orta karar bir demokrasi olarak görüyor. The Economist'e göre ise Türkiye'de demokrasi değil melez (hybrid) bir siyasal rejim var. Bu, Türkiye'deki siyasal rejimin otoriter özellikler taşıdığı anlamına geliyor.

The Economist'in Türkiye'ye karşı biraz önyargılı yaklaştığını ekonomik konulardaki tutumundan biliyoruz. Demokrasi konusundaki yaklaşımında da bu önyargının izleri var. Fakat bilimsel çalışmalarda kullanılan endeksler de sonuçta demokrasimizde kalite sorunları olduğunu ifade ediyor.~

Freedom House ile The Economist'in endekslerinin alt bile��enlerine baktığımızda, en kötü notların sivil özgürlüklerden geldiğini görüyoruz. The Economist'in endeksindeki sivil özgürlüklere ilişkin notumuz 1 puan daha yüksek olsa, en azından kusurlu demokrasiler arasına terfi edeceğiz. Fakat gidişat iyiye değil kötüye doğru. The Economist'in endeksinde 2011'de 4,71 olan sivil özgürlük notu, 2012'de 4,12'ye düştü. Freedom House da 2011'de 3 olan sivil özgürlük puanımızı 2012'de 4'e çıkardı, yani kötüleştirdi. Bu kurumun notlarındaki yükseliş kötüye gidişi ifade ediyor.


EKONOMİ KAMU YATIRIMLARIYLA AYAKTA DURUYOR

Türkiye ekonomisi 2013'ün ilk çeyreğinde yüzde 3 oranında  büyüdü. 2012'nin son iki çeyrek döneminde bu oran yüzde 1-2 arasına inmişti. Dolayısıyla ilk çeyrekteki büyüme ekonomide az da olsa bir toparlanmaya işaret ediyor. İlk çeyrekteki büyümenin bizim ve piyasaların yüzde 2 civarındaki tahminini de biraz aştığını burada belirtelim.

Ancak milli gelir verilerinin ayrıntılarına bakıldığında ilk çeyrekte ekonomiyi ayakta tutanın tamamen kamu olduğu görülüyor. Özellikle kamu yatırımlarındaki patlamanın büyümeye çok büyük bir katkısı var. Özel sektörün yatırımlarının ise aynı hızla gerilemeye devam ettiği gözleniyor. Dış talebin büyümeye katkısının da sıfırlandığı ilk çeyrekteki tek olumlu gelişmeyi hanehalkı tüketiminin yeniden artmaya başlaması oluşturuyor. Geçen yılın dört çeyrek döneminde de gerileyen hanehalkı tüketiminin bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 3 artması, büyümeye 2,1 puanlık katkı yaptı.~
Fakat özel sektörün yatırımlarındaki yüzde 9,1'lik düşüş de büyümeden 2,1 puan götürdü. Böylece iç talebin özel sektöre ilişkin kısmının büyümeye katkısı "sıfır" olarak gerçekleşti.

İç talebin kamuya ilişkin kısmından ise büyümeye 2,9 puanlık katkı geldi. Bunun 2,2 puanlık büyük kısmı, kamu yatırımlarındaki yüzde 81,9'luk patlamadan kaynaklandı. Kamu tüketimindeki yüzde 7,2'lik artış da büyümeye 0,7 puanlık katkı yaptı. Geçen yıl düşüşte olan stoklarda ise bu yılın ilk çeyreğinde az da olsa artış yaşandı. Bu stok artışından büyümeye 0,2 puanlık bir katkı geldi. Geçen yıl büyümenin her şeye rağmen pozitif tarafta kalmasını sağlayan dış talep ise bu kez bu katkısını sürdüremedi.

En önemli pazarımız olan Avrupa'daki resesyonun hala sürmesi, geçen yıl çift haneli olan mal ve hizmet ihracatındaki artışı ilk çeyrekte yüzde 3,4'e indirdi. Bu ihracat artışından büyümeye 0,9 puanlık katkı geldi ama ithalattaki yüzde 3,2'lik ılımlı artış da büyümeden tam bu kadarlık bir kısmı götürdü. Böylece net ihracatın büyümeye katkısı "sıfır" olarak gerçekleşti.

Bu arada ilk çeyrekte altın ithalatının yeniden yükselişe geçtiğini ve bunun büyümenin kompozisyonunu bir miktar etkilediğini belirtelim. Bizim hesaplarımıza göre, altın dış ticareti olmasa net ihracatın büyümeye katkısı "sıfır" değil 0,3 puan olacak, stok dahil iç talebin büyümeye katkısı da 3 puandan 2,7 puana düşecekti.

İlk çeyrekteki yüzde 3'lük büyüme bu yılın yüzde 4'lük büyüme hedefiyle pek uyumlu değil. Fakat "baz etkisi"nin devreye girecek olması nedeniyle yılın kalan döneminde daha yüksek bir büyüme bekleniyor. Nitekim sanayi üretiminden ve dış ticaretten gelen sinyaller ekonominin ikinci çeyreğe biraz daha iyi bir giriş yaptığını gösteriyor. İlk çeyrekte yüzde 1,3'te kalan sanayi üretimindeki yıllık artış nisan ayında yüzde 4,6 oldu. Altın hariç reel ithalat da reel olarak yüzde 13,1 yükselerek iç talepte toparlanmaya işaret etti.

Ancak haziran ayındaki Gezi Parkı olaylarının ekonomiye nasıl bir fatura çıkardığını henüz bilmiyoruz. Bu fatura fazla kabarık çıkarsa ikinci çeyrekteki büyümeyi biraz aşağı çekebilir. Yılın kalan dönemindeki performansı da olumsuz etkileyip yüzde 4'lük hedefe ulaşmayı engelleyebilir.~


MERKEZ YİNE BÜYÜK MÜCADELE İÇİNDE  

Geçen ay yaşanan Gezi Parkı olayları, Merkez Bankası'na , fazladan iş çıkardı. ABD merkez bankası olan FED'in I parasal genişlemeyi yakında durduracağı algısı, mayıs ayı ortalarından itibaren, diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte Türkiye'den de sermaye çıkışı başlatmıştı. Bunun üzerine bir de Gezi Parkı olaylarının yarattığı gerginlik eklenince, Merkez Bankası kendisini bir kez daha piyasaya karşı büyük bir mücadelenin içinde buldu.

Yılbaşından bu yana faizleri yavaş yavaş aşağıya indiren Merkez Bankası'nın Para Politikası Kurulu (PPK) haziran ayı toplantısında bir değişiklik yapmadı. Ancak Merkez Bankası'nın piyasalara verdiği fonların ağırlıklı ortalama maliyetinde Gezi Parkı olaylarının başından bu yana yükseliş var. Mayıs ayı sonlarında yüzde 4,5 civarına kadar inmiş olan bu oran, biz bu yazıyı yazdığımız sırada yüzde 5,6'ya kadar çıkmıştı. Bu yükselişin önemli bir kısmı, FED'in 19 Haziran'daki toplantısından sonra yapılan açıklamaların küresel piyasalardaki sermaye çıkışını yeniden tetiklemesinden sonra gerçekleşmeşti.

Fiili para politikası faizi olarak adlandırılan fonlama maliyetindeki artış, Merkez Bankası'nın kurlardaki yükselişi dizginlemek için piyasaya yüzde 4,5'lik resmi politika faizinden verdiği fonları azaltmasından kaynaklanıyor. Merkez Bankası, döviz kurundaki yükselişi dizginlemek için ayrıca yeniden döviz satım ihalelerine de başladı. Bu çerçevede 11 ve 20 Haziran'da toplam 600 milyon dolarlık döviz sattı. Yine de mayıs ayını 1,87 liradan kapatan dolar kuru 21 Haziran'da 1,94 liraya çıkmıştı.

Esasında borsadaki düşüş ve faizlerdeki yükselişle kıyaslanırsa, FED'in 19 Haziran'da tetiği yeniden çekmesine kadar kurlardaki yükseliş sınırlı kalmıştı. Bunda muhtemelen böyle dönemlerde işlemesi için kurulan Rezerv Opsiyonu Mekanizması (ROM) rol oynadı. FED'in yarattığı panik atlatılırsa ve Gezi Parkı olayları da yeniden tırmanmazsa ROM yeniden devreye girip kurların sakinleşmesini sağlayabilir.~
Aksi takdirde Merkez Bankası bir kez daha enflasyon ile büyüme arasında bir ikilemle karşı karşıya kalacak. Kurları dizginlemek için faizleri daha fazla yükseltirse, zaten yavaş büyümekte olan ekonomi belki de bir resesyon tehlikesiyle karşılaşacak. Büyümeye zarar gelmesin diye kurların dizginlenmesinden vazgeçilirse bu kez de enflasyonda yükseliş tehlikesi ortaya çıkacak.