UZLAŞMAYA DAVET
Geçen
yıl yaz aylarında yaşanan siyasi belirsizlikten sonra 1 Kasım’da tekrarlanan genel
seçimden tek parti iktidarı çıkınca kamuoyunda büyük bir iyimserlik ortaya
çıknıştı. Ancak aradan geçen dört ayda sorunlar azalmak yerine ağırlaşınca bu
iyimserlikten eser kalmadı. Güneydoğu’da tırmanan terör, Suriye iç savaşının
etkileri ve Rusya ile yaşanan gerginlik Türkiye’ye giderek ağırlaşan bir fatura
çıkarıyor. Bu ortamda siyasette ise yeni anayasa ve başkanlık sistemine geçiş
konusunda yaşanan uzlaşmazlık yüzünden bir kilitlenme yaşanıyor. Bu tür uzlaşmazlık
dönemlerinin memlekete pek hayırlı gelmediğini, 1950’lerin ikinci yarısında,
1970’lerde, 1980’lerin sonunda ve 1990’larda yaşadığımız deneyimlerden
biliyoruz. Ekonomi dört yıldır zaten yavaş büyümeye saplanmış durumda ve böyle
giderse bu yavaş büyüme sürüp gidecek gibi görünüyor. Hızlı büyümenin önünün yeniden
açılması için öncelikle siyasette bir uzlaşmanın sağlanması gerekiyor.
Geçen
yıl 7 Haziran’da yapılan genel seçimde hiçbir parti mecliste çoğunluğu elde
edememiş, seçim sonrasında bir hükümet de kurulamamıştı. Bunun üzerine 1
Kasım’da tekrar seçim yapılmış ve bu kez sürpriz bir şekilde Adalet ve Kalkınma
Partisi (AKP) yeniden tek başına iktidara gelmişti. O zaman yapılan yorumlar
seçmenin iki seçim arasındaki siyasi istikrarsızlığın getirdiği sonuçlardan
gözünün korktuğu ve tek başına iktidara en yakın parti olan AKP’ye yeniden
kredi açtığı şeklindeydi. Seçmen bunu yaparken herhalde yine bir tek parti
hükümetinin kurulmasıyla siyasi istikrarın geri döneceğini umuyor, böylece
barışa ve huzura da yeniden kavuşacağı ümidini taşıyordu.
Ancak
1 Kasım’ın üzerinden neredeyse dört ay geçti ve işler hiç de umulduğu gibi gitmedi.
Çözüm sürecinin ortadan kalkmasıyla birlikte Güneydoğu’daki terör yeniden
tırmandı. Terör eylemleri sadece Güneydoğu ile de sınırlı kalmıyor, başkentin
göbeğine kadar geliyor. Üstelik bu kez sadece PKK ile değil bir de IŞİD ile
uğraşılıyor. Suriye’deki iç savaş her geçen gün Türkiye’yi biraz daha fazla etkiliyor.
Bu savaşın yarattığı mülteci akını artık Türkiye’nin hem ekonomik hem de
toplumsal dengelerini bozuyor. Yine Suriye’deki iç savaş yüzünden Rusya ile
ilişkilerin bozulması da Türkiye’ye ağır bir fatura çıkarmaya başlamış
bulunuyor.
TARTIŞMALARIN YÖNÜ FARKLI
Bütün
bunlar olurken hükümetin ise en önemli uğraş konusunu yeni anayasa çalışmaları oluşturuyor.
Ancak siyasetçilerin yeni anayasada rejimin türü konusunda anlaşamamaları yüzünden
bu konuda da mesafe alınamıyor. Hükümet ısrarla başkanlık sistemine geçişi
isterken muhalefet partileri bunu kabul etmiyor. Türkiye’nin içinde ve
etrafında bunca sorun yaşanırken siyasetçilerin rejimin türü konusunda
tartışmaya dalmaları ise insanın aklına İstanbul kuşatma altındayken meleklerin
cinsiyetini tartışan Bizanslıları getiriyor. Bu da gelecek konusunda
endişelenmemize yol açıyor.
Tüketicilerin
nabzını ölçmek üzere tasarlanmış olan tüketici güven endeskleri, bu
yaşananların sadece bizde değil toplumun genelinde de kötümserliğe yol açtığını
gösteriyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ile Merkez Bankası’nın birlikte
hazırladıkları tüketici güven endeksinin değeri, tekrar seçim sonrasındaki
iyimserlikle kasım ayında 62,8’den 77,1’e sıçramıştı. Ancak daha sonra yaşanan
gelişmeler tüketiciyi hayal kırıklığına uğratınca, bu endeksin değeri geçen ay
geldiği yere neredeyse geri döndü ve 66,6’ya kadar indi. BloombergHT tarafından
yayınlanan tüketici güven endeksinde de benzer bir durum var. Kasım ayında
68,9’dan 92,1’e fırlayan bu endeksin değeri de daha sonra inişe geçti ve ön
sonuçlara göre geçen ay 74,9’a kadar düştü.
UZLAŞMAZLIĞIN FATURASI
Tüketici
gelecek konusunda yeniden endişelenmeye başlamakta pek de haksız sayılmaz.
Çünkü toplumsal barışın ve huzurun olmadığı bir yerde ekonominin iyi olması
mümkün değil. Bombaların patladığı, silahların konuştuğu bir ülkede sadece
tüketiciler değil yatırımcılar da susar. Yatrımların durduğu bir yerde ise
ekonomideki büyümenin yavaşlaması, işsizliğin artması, sofralardaki ekmeğin
küçülmesi kaçınılmaz olur.
Üstelik
Türkiye’de ekonomi son yıllarda zaten pek iyi gitmiyor. 2012 yılından bu yana
yavaş büyümeye saplanıp kalmış durumdayız. Bu yüzden işsizlik üç yıldır
yükseliyor. 2012 yılında yüzde 8,4 olan işsizlik oranı 2013’te yüzde 9’a ve 2014’te
de yüzde 9,9’a çıkmıştı. Geçen yıl ise çift haneye tırmandı ve tahminlerimize
göre yüzde 10,3 dolayında gerçekleşti. Bu yıl bu oranın daha da yükselmesi ve
yüzde 11’e yaklaşması bekleniyor.
GEÇMİŞE BAKIŞ
Siyasetteki
bu tür uzlaşmazlıkların yarattığı faturaya ilişkin olarak Türkiye’nin yakın
geçmişinde çok sayıda örnek var. Bunların bir kısmı şöyle sıralamak mümkün:
* 1950’lerin
ikinci yarısında iktidardaki Demokrat Parti (DP) ile muhalefetteki Cumhuriyet
Halk Partisi (CHP) arasında yaşanan uzlaşmazlık Türkiye’yi yönetilebilir
olmaktan çıkarmış ve bu ortamda ağır bir ekonomik kriz yaşanmıştı. Üstelik bu
uzlaşmazlık demokrasi çerçevesinde de çözülememiş ve bir askeri darbe (27 Mayıs
1960) yaşanmıştı.
* Seçim
sandığından hiç tek parti iktidarının çıkmadığı 1970’lerde siyasi partilerin
bir türlü uzlaşıp işler bir koalisyon hükümeti kuramamaları yine bir ekonomik
kriz ve yine bir askeri darbeyle (12 Eylül 1980) sonuçlanmıştı.
* 1980’lerin
sonlarında, iktidardaki Anavatan Partisi (ANAP) ile muhalefet partileri
arasındaki ilişkilerin gerginleştiği dönemde ise iki yıl süren bir ekonomik
durgunluk yaşandı. Neyse ki bu kez bir askeri darbeyle değil de iktidarın
demokratik yoldan el değiştirmesiyle uzlaşmazlık aşıldı.
* Ancak
sandıktan yine tek partinin çıkmadığı 1990’lı yıllarda da siyasi partiler bir
türlü uzlaşıp işler bir koalisyon hükümeti kuramadı. Bunun sonucu da yine
ekonomik kriz ve durgunluk ve bu kez “postmodern bir askeri müdahale” (28 Şubat
1997) oldu.
KOALİSYON YANILGISI
Esasında
Türkiye bu dönemlerde yaşananları unutmuş değil. Ancak bu yaşananlara teşhis
koyma konusunda bir sıkıntı var gibi görünüyor. Türkiye’de çoğu kişi geçmişteki
bu örnekler içinden daha çok koalisyon hükümetleri döneminde yaşanmış olanları
hatırlıyor. Bu nedenle de koalisyonlardan öcü gibi korkulurken tek parti
iktidarlarının ise her sorunu otomatik olarak çözeceği sanılıyor.
Oysa
yukarıda verdiğimiz örneklerin bir kısmı da tek parti iktidarları döneminde
yaşanmıştı. Yakın geçmiş bize tek parti iktidarlarının sadece ilk dönemlerinde
başarılı olduklarını, sonraki dönemlerinde ise aynı başarıyı
yakalayamadıklarını gösteriyor. İlk dönemlerinde devraldıkları ekonomik
sorunlara yoğunlaşan tek parti iktidarları başarılı oluyor. Sonraki
dönemlerinde ise siyasi projelerini gerçekleştirmeye girişip uzlaşmazlıklara
yol açtıkları için ekonomide işler bozuluyor. 1950’lerin ikinci yarısı ile
1980’lerin sonlarında bunları yaşadık. Son yıllarda da yine aynı durumla karşı
karşıyayız.
UZLAŞMA KÜLTÜRÜ
Kısacası
sorun tek parti veya koalisyon hükümeti sorunu değil, 65 yıllık demokrasi
deneyimine rağmen hala bir uzlaşma kültürü geliştirememiş olmamız.
Siyasetçilerin önemli tartışma konularında ille kendi istediklerinin olmasında
ısrar etmeleri zaman zaman sistemin kilitlenmesini yol açıyor. Sonunda da
demokrasi dışı bazı güçler durumdan vazife çıkarıp kilidi açmaya soyunuyor.
Oysa siyasetçiler karşılıklı tavizler vererek kendi aralarında uzlaşmayı
başarabilseler tıkanıklık çözülebilecek. Böylesi ise hem kendileri hem de
memleket için daha hayırlı sonuçlar verebilecek.
Gördüğümüz
kadarıyla şu sıralarda yeni anayasada başkanlık sistemine geçiş ısrarı yüzünden
siyasette yine bir kilitlenme yaşanıyor. Bu kilitlenme zaten yurtdışı kaynaklı
birçok sorunla da uğraşmakta olan ekonominin önünün açılmasını engelliyor.
Bunun hiç kimseye faydası yok. Bizce en iyisi hükümetin bu ısrardan vazgeçip
siyasette uzlaşmayı sağlaması ve AKP’nin ilk iktidar döneminde yaptığı gibi
tekrar ekonomik sorunlara yoğunlaşması. Kürt sorununa ilişkin çözüm sürecinde
ve dış pazarlarda ekonominin önünü tıkayan Suriye ve Rusya ile ilişkilerde de
biraz düzelme sağlanabilirse yeniden hızlı büyümenin önü açılabilir. Bu durum
memleketin hayrına olacağı gibi hükümet de bir sonraki genel seçime eli daha
güçlü olarak girebilir. İsterse bu seçime başkanlık sistemini odağına alan bir
kampanyayla gidebilir ve seçmenden yeterli oyu alırsa da istediği değişikliği
hayata geçirebilir.
EKONOMİDE 1 KASIM’DAKİ İYİMSERLİK
KALMADI
1
Kasım’da tekrarlanan genel seçimden tek parti iktidarının çıkması ekonomide
büyük bir iyimserlik yaratmıştı. Bunu da en bariz şekilde tüketici güven
endekleri yansıtmıştı. Ancak seçim sonrasında işler beklendiği gibi gitmeyip de
sorunlar hafiflemek yerine daha da ağırlaşınca, bu iyimserlikten eser kalmadı.
Tüketici güveni dört ayda neredeyse seçim öncesindeki seviyesine geri döndü.
Türkiye
İstatistik Kurumu (TÜİK) ile Merkez Bankası’nın birlikte hazırladıkları tüketici
güven endeksinin (TGE) değeri, ekim ayında yani 1 Kasım’daki tekrar seçim
öncesinde 62,8’di. Bu değer kasım ayında 14,3 puanlık bir sıçramayla 77,1’e
yükselmişti. Sonraki üç ayda ise yönünü tekrar aşağı döndü. Şubat ayında da
yeniden 70’in altına inerek 66,6 seviyesine kadar geriledi.
TGE’nin
gelecek 12 aylık döneme ilişkin beklentilerden oluşan dört alt kalemi var.
Bunları hanenin kendi maddi durumuna ilişkin beklentisi, genel ekonomik durum
beklentisi, işsiz sayısı beklentisi ve tasarruf etme ihtimali oluşturuyor. Bu
kalemlere bakıldığında tüketicinin 1 Kasım’daki seçim sonrasında kendi
durumundan çok genel ekonomik duruma ilişkin iyimserliğe kapıldığı görülüyor.
Genel ekonomik durum beklentisinde kasım ayında yaşanan sıçrama 30,9 puanı
buluyor. Hatta bu kaleme ilişkin endeks değeri kasım ayında
iyimserlik-kötümserlik sınırı olan 100’ün de üzerine çıkmıştı. Ancak son üç
ayda yaşanan gelişmeler tüketicinin genel ekonomik duruma ilişkin iyimserliğini
ortadan kaldırdı. Bu endeksin değeri tekrar 100’ün altına inerken, kasım
ayındaki sıçramanın yarısı üç ayda geri alındı.
SON ÇEYREKTE BÜYÜMEYİ ‘TAKVİM’
TOPARLAYACAK
Türkiye
İstatistik Kurumu (TÜİK), 2015’in son çeyrek dönemine ve dolayısıyla yılın
tamamına ilişkin milli gelir verilerini mart ayının sonunda yayınlayacak. Yani
son çeyrekte ve 2015’te ekonominin ne kadar büyüdüğünü öğrenmemize daha bir ay
var. Dergimiz baskıya ay bitmeden verildiği için, bizim 2015’teki büyümeye
ilişkin değerlendirmemiz ise ancak iki ay sonra, mayıs ayı sayısında yer
alabilecek. Ancak ekonomideki büyümeye ilişkin temel öncü göstergelerin son
çeyrek döneme ait verileri geçen ay belli oldu. Dolayısıyla bu dönemdeki ve
2015 yılındaki büyümeye ilişkin sağlıklı bir tahminde bulunma imkanına
kavuştuk.
Söz
konusu öncü göstergelere baktığımızda, 2015’in son çeyreğindeki büyümenin üçüncü
çeyrektekinden daha yüksek çıkabileceği sonucuna varıyoruz. Çünkü bu dönemde
sanayi üretimindeki yıllık artış hızlanmış, üçüncü çeyrekte gerileyen altın
hariç ihracat ve ithalatta ise yeniden yükseliş yaşanmış durumda. Her ne kadar
perakende satışlardaki yıllık artışta önceki çeyrek döneme göre fazla bir
değişiklik görünmese de, bu gelişmeler ekonomideki büyümenin dördüncü çeyrekte
biraz hız kazanmasını sağlamış olabilir. Üçüncü çeyrekte ekonomi yüzde 4
büyümüştü. Dördüncü çeyrekteki büyüme yüzde 5’i aşmış olabilir. Dördüncü
çeyrekteki bu performans artışıyla 2015’in tamamındaki büyüme ise yüzde 4
dolayında çıkabileceğe benziyor.
Yalnız
ekonomide dördüncü çeyrekte göreceğimiz hızlanmanın gerçek bir performans
artışından ziyade “takvim etkisi” kaynaklı olduğunu düşünüyoruz. Takvim etkisi,
işgünü sayısındaki farklılıkların etkisini ifade ediyor. 2014 yılında ekim
ayına denk gelen Kurban Bayramı tatili, 2015’te eylül ayına kaymıştı. Bu da
ekim ayındaki işgünü sayısını önceki yıla göre arttırırken, eylül ayındaki
işgünü sayısını ise önceki yıla göre azaltmıştı. Türkiye’de sanayi üretimi ve
dış ticaret göstergeleri bu tür işgünü farklılıklarından çok fazla etkileniyor.
Nitekim eylül ayında işgünü sayısının önceki yıla göre düşmesi, sanayi üretimi,
altın hariç ihracat ve altın hariç ithalatta yıllık bazda büyük bir düşüş
getirmişti. Ekim ayında işgünü sayısının önceki yıla göre artması ise bu üç
göstergede yıllık bazda büyük artışa yol açtı. Üçüncü çeyreğin son ayı olan
eylül ile dördüncü çeyreğin ilk ayı olan ekimdeki bu gelişmeler, üçüncü ve
dördüncü çeyrek dönemlere de aynen yansıdı.
Yalnız
sanayi üretimi ile dış ticaret göstergelerindeki takvim etkisi kaynaklı
zayıflama üçüncü çeyrekte gayri safi yurtiçi hasıladaki (GSYİH) büyümeye pek
fazla yansımamıştı. Bunun en önemli nedeni ise 2014’teki kuraklıktan sonra
2015’te tarımsal üretimde önemli bir artış yaşanması ve bu artışın da birçok
üründe hasat mevsimine denk gelen üçüncü çeyrekte büyümeye daha çok katkı
sağlamasıydı.
Üçüncü
çeyrekteki olumsuz takvim etkisi ekonomideki büyümeye pek fazla yansımadı ama
dördüncü çeyrekteki olumlu takvim etkisi yansımışa benziyor. Ancak takvim
etkisi kaynaklı bu büyümeye fazla bel bağlamamak lazım. Bu takvim etkisinin
ortadan kalkması bu yılın ilk çeyreğinde büyümenin yeniden düşmesine yol
açabilir. Zaten gidişat da öyle gibi görünüyor. Tabii bu konuda daha kesin
konuşabilmek için bu döneme ilişkin öncü göstergeleri görmek gerekiyor.
İŞSİZLİK 2015’TE BİRAZ DAHA YÜKSELDİ
Esasında
2015’in işgücü piyasası verileri henüz yayınlanmadı. Türkiye İstatistik Kurumu
(TÜİK), 2015 yılına ilişkin işgücü piyasası verilerini 23 Mart’ta açıklayacak.
Ancak geçen ay kasım ayına ve dolayısıyla 2015’in son çeyrek dönemine ait veriler
yayınlandı. Aylık işgücü piyasası verileri her ay düzenlenen anketlerin üçer
aylık hareketli ortalaması alınarak hesaplandığından, kasım ayı verileri aynı
zamanda dördüncü çeyrek dönemin verileri oluyor. İşgücü piyasasında dört çeyrek
döneme ilişkin mevsimsel düzeltilmiş verilerin ortalaması alındığında ise
TÜİK’in açıkladığı yıllık verilerin neredeyse aynısına ulaşılabiliyor. Biz de
bu şekilde 2015 yılı verilerini TÜİK tarafından yayınlanmadan önce elde etmiş
bulunuyoruz.
Mevsimsel
düzeltilmiş işsizlik oranı 2015’in ilk iki çeyreğinde yüzde 10,2, son iki
çeyreğinde ise yüzde 10,4 olarak gerçekleşti. Bunların ortalaması yüzde 10,3
ediyor. Bu da 2015’te işsizlik oranında önceki yıla göre 0,4 puanlık yükseliş
yaşandığı anlamına geliyor. 2014 yılında işsizlik oranı yüzde 9,9 düzeyindeydi.
Bizim
tahminlerimize göre, 2015’te Türkiye’deki işgücü sayısı, önceki yıla göre yaklaşık
olarak 875 bin kişilik artış göstererek 29,7 milyona ulaştı. Buna karşılık
ekonominin yarattığı istihdam ise 675 bin kişi olarak gerçekleşti. Böylece işsizler
ordusuna 200 bin kişi daha katıldı. Bu katılımla işsiz sayısı da 3,1 milyona
yaklaştı.
Türkiye’de
işsizlik üç yıldan beri yükseliyor. 2012’de yüzde 8,4 düzeyinde olan işsizlik
oranı, üç yılda neredeyse 2 puan yukarı çıktı. Ekonominin son dört yıldır yavaş
büyümesinden kaynaklanan bu yükseliş işsizlik oranını dört yıl aradan sonra
yeniden çift haneye de taşıdı. İşsizlik oranı daha önce 2008-2009 küresel
resesyonu sırasında da çift haneye yükselmiş, 2010 ve 2011 yıllarındaki hızlı
büyümeyle ise tek haneye geri dönmüştü. 2015’te işsiz sayısı da küresel
resesyon dönemindeki 3,1 milyonluk seviyesini tekrar yakaladı.
Ekonomideki
yavaş büyüme eğiliminin bu yıl da devam etmesi bekleniyor. Bu nedenle
yaratılacak istihdamın yine işgücü sayısındaki artışın gerisinde kalacağı ve
dolayısıyla işsizlik oranının biraz daha yükseleceği öngörülüyor. Yapılan tahminler
bu yıl için genelde yüzde 11 dolayında bir işsizlik oranına işaret ediyor. Bu
gidişle bu yıl işsiz sayısı da 3,5 milyon dolayına yaklaşıp tüm zamanların
rekorunu kıracağa benziyor.
CARİ AÇIK BEKLENENDEN DE FAZLA DÜŞTÜ
Merkez
Bankası’nın verilerine göre, cari işlemler dengesi 2015 yılında 32,2 milyar
dolar açık verdi. 2015’te cari açık önceki yıla göre 11,4 milyar dolar gerileme
gösterdi. 2014 yılında cari açık 43,6 milyar dolar düzeyindeydi.
Henüz
2015 yılı milli gelir verileri belli değil ama tahminlerimize göre geçen yılki cari
açığın gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYİH) oranı yüzde 4,5 dolayında çıkacak.
Bu oranda da önceki yıla göre önemli bir düşüş var. 2014 yılında cari açığın
GSYİH’ye oranı 1 puan daha yüksek ve yüzde 5,5 seviyesindeydi.
Yıllık
cari açık 2015’in ilk yarısını 42 milyar dolar civarında nispeten yatay bir
seyirde geçirdi. Yılın ikinci yarısında ise hızla düşüşe geçti ve tahminlerin
de ötesinde bir seviyeye indi. 2015 yılı başlarken cari açıkta pek fazla düşüş
olmayacağı ve yılın 41 milyar dolar civarında bir cari açıkla kapanacağı
beklentisi vardı. Yılın ikinci yarısında düşüşün başladığı görüldükten sonra
bile 2015 yılı sonuna ilişkin tahminler en fazla 36 milyar dolar civarına kadar
indi. Oysa gerçekleşme bu son beklentilerden de 4 milyar dolar daha düşük oldu.
Cari
açıkta geçen yıl yaşanan düşüşte iki faktörün etkisi var. Bunlardan birincisini
ekonomideki yavaş büyüme oluşturuyor. Ekonomideki yavaş büyüme üretimde
kullanılan hammadde ve ara malı ithalatını azaltıyor ve dolayısıyla cari açığı
da düşürüyor. Cari açıkta geçen yıl yaşanan gerilemenin ikinci nedeni ise başta
ham petrol olmak üzere emtia fiyatlarında yaşanan düşüş. 2014’ün ortalarında
110 doların üzerinde olan petrolün varil fiyatı 2015’in sonlarında 40 doların
altına kadar indi. Petrol fiyatlarındaki düşüş enerji ithalatı faturasını
azalttığı için cari açığa olumlu yansıyor.
Esasında
ekonomideki yavaş büyüme sadece geçen yıl değil dört yıldan beri cari açığı
düşürüyor. Her ne kadar yandaki tabloda 2013’te cari açıkta artış olduğunu
görüyorsanız da bu artış “altın etkisi”nden kaynaklanıyor. Ekonomideki
büyümeyle pek alakası olmayan altın dış ticareti hariç tutulursa, cari açıkta
2013 yılında da bir miktar düşüş yaşanmıştı. 2010 ve 2011 yıllarındaki iç
talebe dayalı hızlı büyüme cari açığı 74,4 milyar dolara ve GSYİH’nin yüzde
9,6’sına yükselterek, bu alanda rekor kırılmasına yol açmıştı. Son dört yıldaki
yavaş büyümeyle cari açık bu rekor seviyesinin yarısının da altına indi. Zaten
ekonomideki bu yavaş büyüme de cari açığın kontrol altına alınabilmesi için
yurtiçi talebi kısıtlayıcı önlemler alınmasıyla başlamıştı. Ancak yurtiçindeki
olumsuz siyasi gelişmeler ve dış talepteki zayıflama da işin içine girince
ekonomideki yavaş büyüme kalıcı hale geldi. Hükümet şimdi de büyümeyi
hızlandırmak istiyor ama bir türlü bunu başaramıyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?