"50 ülke,100 şehir gezdim 3'ü beni çok etkiledi"

Paris,Budapeşte ve Miami Berkman’ın ruhuna işledi

1.09.2010 00:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
"50 ülke,100 şehir gezdim 3'ü beni çok etkiledi"
Novartis Türkiye Genel Müdürü Güldem Berkman, gezgin ruhlu bir iş insanı. Tatillerini yurtdışında farklı ülkeleri keşfederek değerlendiriyor. Yeni kültürleri tanımak, farklı şehirlerin ruh hallerinde kaybolmak, hikayeleriyle farklı yolculuklara çıkmak en büyük hobisi. Çok uluslu şirketlerde çalışmanın da avantajıyla bugüne kadar toplam 50 ülke ve 100 şehir gezme fırsatı bulan Berkman’ın, kendisine en yakın hissettiği üç şehir ise Paris, Budapeşte ve Miami. En sevdiğim şehir dediği Paris’i, “Eğer bu şehir bir insan olsaydı sofistike, şık giyinmiş ama çok neşeli bir kadın olurdu. Paris ruhuma sakinlik ve güzellik katıyor” sözleriyle tanımlıyor. Masalsı atmosferinden etkilendiği Budapeşte için de “Budapeşte insana çok iyi geliyor. Hani İstanbul’un kargaşasından sonra insanlar sahil kasabasına yerleşir ya öyle bir yer. En güzel şeyi de sakin olmasına karşın, gidebileceğiniz yüzlerce restoran olması” diyor. Miami’de Berkman’ı çeken taraf kozmopolitliği. Berkman, “Çünkü kimse oranın yerlisi değil. Oradakilerin amacı dünya vatandaşı olarak eğlenmek. Ciddi olayım, iş düşüneyim gibi bir ruh haline isteseniz de giremezsiniz.” diyor.
Novartis Türkiye Genel Müdürü Güldem Berkman, hayatındaki en önemli şehirleri ve bu şehirlerin kendisi için anlamını şöyle anlattı:
Capital:  Bugüne kadar sizi en fazla etkileyen ülke ve şehir hangisi oldu?
Paris. Paris’e, ilk defa 1997’de gitmiştim. O zaman “İstanbul’dan sonra yaşayabileceğim şehir” demiştim. Bana adeta büyük bir tatil köyü gibi gelmişti. Herkes küçük kafelerde oturmuş, gazetesini ya da dergisini okuyordu. Telaşsız bir hali vardı. Paris, ruhuma sakinlik ve güzellik katan bir şehir. 1998’de, Danone’da çalışmaya başladım. Fransız bir şirket olduğu için o dönem ayda bir Paris’e gidiyordum. Paris en sevdiğim şehir oldu. Her yere yürüyerek gidebiliyorsunuz. Deniz mahsulleri damak tadımıza uygun. Champs Elysees’de Leonde Bruxelles adlı bir restoran var. Mutlaka oraya gitmeye özen gösteririm.
Capital:  Fransa’nın Paris dışında sizi çeken başka şehirleri de var mı?
Balayımız için Nice, Cannes ve Cote d’Azur dedikleri güney sahillerine gitmiştik. Nice, Cannes ve Monaco birbirlerine çok yakın. Bir araba kiraladığınızda bir saat uzaklıkla her bir şehri gezebiliyorsunuz. Oralarda St. Paul de Vence diye çok güzel bir kasaba var. Çok özel, çok tarihi ve parfümün üretildiği bir kasaba. İnsanı bir anda 150 yıl öncesine götürüyor. Zaman zaman aklıma geldiğinde bile içimi ferahlatıyor. Nice, Cannes ve Monaco’nun sahil olarak çok özel bir güzelliği var. Onun dışında Fransa’da kış tatilleri için son derece ulaşabilir fiyatlarla müthiş güzel kayak yapma imkanı olan yerler var. Bana göre en güzeli Val d’Isère, Chamonix ve Avoriaz. Bu 3 yer de gittiğinizde karlarla kaplı, özellikle aralıkta ışıklandırılmış küçük köyler oluyor. Kayak yapacağınız yere yürüyerek gidiyorsunuz. Akşamları köyde kahve içiyorsunuz. Son derece sıcak, insanın içini ısıtan güzel ve doğal yerler.
Capital:  Fransızlar için genellikle soğuk derler. Siz onları nasıl buluyorsunuz?
Fransızlar, kültür olarak çok misafirperver, açık kalpli değil. Ben Paris’e gittiğimde çok şaşırmıştım. Bazı şoförler, bildikleri halde kesinlikle İngilizce cevap vermiyor. Fransa’da bunlara bence çok takılmamak lazım. Fransa’nın masalsı bir ortamı var.  
Capital:  Paris bir insan olsaydı, sizce nasıl biri olurdu?
Sofistike, şık giyinmiş, ama çok neşeli bir kadın olurdu. Belki biraz burnu havada ama onu idare ediyorsunuz. O kadar neşeli ve canlı ki onun o burnu havadalığı çok rahatsız etmiyor.
Capital:  İkinci olarak en sevdiğiniz şehir hangisi?~
-  Budapeşte, benim çok sevdiğim bir yer. Orada 2007’de bir yıl yaşadım. Budapeşte tarihi bir şehir. Özellikle akşamları çok güzel olur. Gündüzü ve gecesi arasında çok ciddi güzellik farkı var. Çünkü ışıklandırması çok iyi. Her yer eski yapılarla dolu. Oraları ışıklandırıyorlar ve resmen masal oluyor. Düzlük alanı Peşte, yüksek alanı Buda diye adlandırılıyor. Aslında İstanbul’a benziyor. Ortasından Tuna Nehri akıyor ve şehir Tuna Nehri’nin üzerindeki 5 köprüyle birbirine bağlanıyor. Peşte tarafı iş yerlerinin ağırlıkta olduğu kısım, bizim Avrupa yakasında olduğu gibi Buda tarafı da yeşili bol bir yaşam alanı.
Capital:  Budapeşte’de sizi özellikle etkileyen neler oldu?
Budapeşte kıyı kasabası gibi... Renkli bir şeyler yaşamak için sıkıcı gelebilir. Ama çok huzurlu bir yer. İnsanların hiç acelesi yok. Budapeşte’ye ilk defa 1999’da gitmiştim. İlk gittiğimde, şehir çok gri gelmişti. İçimden “Bu şehrin nesini övüyorlar” diye geçirmiştim. 2007’de gittiğimde, müthiş bir aşama kaydettiklerine şahit oldum. Şehir çok renklenmiş, canlanmış ama altyapısı itibariyle huzur veren bir yer olmuş. Budapeşte’den çıktıktan 1 saat sonra Estergon’a gidiyorsunuz. Türklerle ilgili bir sürü tarih ve yapı var. Kısacası Budapeşte’nin daha çok sakinliği, yeşilliği ve o masalsı hali hoşuma gidiyor.
Capital:  Peki Macar kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Macar kültürünü çok yak��ndan tanıma imkanım oldu. Bizden çok farklılar. Hemen kucak açan bir kültür değil. İnsanlar daha bireysel. Mesela en ufak bir grip olduklarında “Bugün gribim, ateşim çok yüksek. Kendime dikkat etmem lazım” diyerek 3 gün işe gelmeyebiliyorlar. Kendilerine özel bir ilgileri var. Keşke biz de kendi değerimizi o kadar bilebilsek. Hafta sonunda ne yaptıklarını sorduğumda, bana cevap olarak sadece bahçeleriyle uğraştıklarını söylüyorlar. Bu durumdan çok mutlular. Sanatla çok ilgililer. Mutlaka operaya giderler. Aslında tüketim toplumunun biraz dışındalar.
Capital:  Bu sakin kültürün sizin karakteriniz üzerinde etkisi oldu mu?
Ailecek gitmiş olsaydık, Budapeşte’de 3-4 yıl yaşamak isterdim. İstanbul’un bu kargaşasından sonra çok dingin ve huzurlu gelmişti. Paris ve İstanbul dışında bir yerde yaşamayı düşünmezdim. Ama Budapeşte insana çok iyi geliyor. Hani İstanbul’un kargaşasından sonra insanlar sahil kasabasına yerleşir ya öyle bir yer. En güzel şeyi de sakin olmasına karşın gidebileceğiniz yüzlerce restoranı olması. Mesela şehrin en iyi restoranlarından Hemingway Cafe, tam nehir kıyısında yer alıyor. Oraya gidenlerin mutlaka uğraması gerektiğini düşünüyorum. Orada oturup kuğuları seyrediyorsunuz. Çok farklı bir duygu.
Capital:  Bu şehirlerin yanında sizin için özel olan bir başka şehir daha var mı?
Miami. Miami’de çok yakın bir arkadaşımız yaşıyor. Yani en az 6-7 kere gittim. Bence bir şehirde araba kiralayıp gezmek, kendi kendine adres bulmak çok önemli. Böylelikle o yeri sahiplenebiliyorsunuz. Turist olarak otobüse binmek, gezmek gibi olmuyor.
Capital:  Yaşam tarzı olarak da değerlendirdiğinizde Miami diğer şehirlerden oldukça farklı. Miami’de sizi etkileyen neler oldu?
Miami, çok kozmopolit. Bir Amerikan şehri değil. İngilizce konuşan birini bulmakta zorlanıyorsunuz. Herkes İspanyolca konuşuyor. İnsanda “Eğlenmek için buradayız” duygusu yaratıyor. Herkeste sürekli, nasıl eğlenebiliriz hali var. Miami plajında denize girebiliyorsunuz. Müthiş güzel kafeleri var. İnsanlar işten çıktığında çok güzel arabalarla geziyor. Ama en önemlisi kimse orada kendisini yabancı hissetmiyor. Çünkü kimse oranın yerlisi değil. Oradakilerin amacı dünya vatandaşı olarak eğlenmek. Ciddi olayım, iş düşüneyim gibi bir ruh haline isteseniz de giremezsiniz.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz