1990’lı yıllarda epey başımızı ağrıtan dışlama etkisi kavramını son günlerde yeniden hatırladık.
Dışlama etkisi (crowding out effect), 1990’lı yıllarda epey başımızı ağrıtmıştı. Son yıllarda bu kavramı unutmuştuk ama bugünlerde yeniden hatırladık. Dışlama etkisi, artan kamu harcamalarının bütçe açığını yükseltmesi ve bunun da iç borçlanma ile finanse edilmesiyle özel sektör yatırımlarının düşüş eğilimine girmesini ifade ediyor. Bu etki iki şekilde ortaya çıkıyor. Miktar etkisi olarak bilinen birinci etki, kamunun borç talebinin artmasıyla piyasadaki borç verilebilir fon miktarından özel sektöre düşen payın azalması sonucunda oluşuyor. Fiyat etkisi olarak isimlendirilen ikinci etki ise kamunun borç talebindeki artışın piyasa faiz oranlarını yükseltmesi ve bunun da yatırım maliyetini arttırması sonucunda ortaya çıkıyor. Bu iki etki de özel sektörün yatırım harcamalarını azaltmasını ve sonuçta ekonomideki büyümenin yavaşlamasını getiriyor. Dışlama etkisinin ne olduğunu, bütçe açıklarının patlama yaptığı 1990’lı yıllarda öğrenmiştik. O dönemde artan bütçe açıkları iç borçların da çığ gibi büyümesine neden olmuş ve bu yüzden faizler de ğöğü delmişti. Nominal faizler üç haneye kadar çıkarken reel faizin de yüzde 20’leri bulduğunu görmüştük. Bunun sonucunda 1990’ların ortalarından itibaren özel sektör yatırımları ivme kaybetmeye başlamış ve bu da ekonominin büyüme
2009 yılı bütçesi 52,2 milyar liralık açıkla kapandı. Bu tutar hükümetin sonbahar aylarında yaptığı gerçekleşme tahmininin (62,8 milyar lira) altında ama 2009 yılı bütçesi oluşturulurken konulan hedefin (10,4 milyar lira) tam 5 kat üzerinde bulunuyor. 2009 yılındaki bütçe açığı, 2008 yılındaki bütçe açığını da 3 kat aşmış durumda. 2008 yılında milli gelirin yüzde 1,8’i düzeyindeyken 2009’da tahminen yüzde 5,5’ine yükselmesi de, bütçe açığındaki patlamayı bir başka şekilde gözler önüne seriyor. Bütçe açığındaki bu patlamanın iki nedeni var. Birincisi, resesyon nedeniyle vergi tahsilatının düşük gerçekleşmesi. ikincisi ise harcamalardaki artışın aynen devam etmesi. Harcamalardaki artışın aynen devam etmesinde ise hükümetin mart ayında yapılan yerel seçim öncesinde kesenin ağzını iyice açması etkili oldu. Zaten bizce hükümetin 2009 yılına gerçekçi olmayan bir bütçeyle girmesinin nedeni de bu yerel seçimdi. Ekonominin resesyonda olduğu açıkça görüldüğü halde, ödeneklerde seçim ekonomisine yönelik artışların yapılabilmesi için, 2009 yılı bütçesi yüzde 4’lük büyüme hedefine göre hazırlanmıştı. 2009 yılında bütçe açığının patlamasının doğal sonucu Hazine’nin borçlanmada vitesi yükseltmesi oldu.
Dört yıldır tek haneli artış oranlarının görüldüğü iç borç stoku 2009’da yüzde 20,1 oranında artış gösterdi. 2008 yılı sonunda 274,8 milyar lira düzeyinde bulunan iç borçlar 2009 yılı sonunda 330 milyar liraya ulaştı. 2001 krizinden beri düşüş eğiliminde olan ve 2008’de yüzde 28,9’a kadar inen iç borç stokunun milli gelire oranı da bir sıçrama yaptı ve tahminimize göre yüzde 35 civarına yükseldi. Bu arada hükümetin dış borcundaki artış da biraz hızlanıp yüzde 6’yı buldu. 2008 yılı sonunda 69,8 milyar dolar düzeyinde bulunan dış borç 2009 yılı sonunda 74 milyar dolara yükseldi. Hazine’nin borçlanmada vitesi yükseltmesi, resesyon nedeniyle enflasyonun düşüşe geçmesinden güç alan Merkez Bankası’nın uyguladığı agresif faiz indirimi politikası sayesinde şimdilik faiz oranlarına yansımış değil. Ekonomideki resesyon, bankaların reel sektöre kredi açmaktan çekinip devlet iç borçlanma senetlerine yüklenmeleri sayesinde de faizleri olumlu etkiledi. Öyle ki, borçlanmadaki bu yükselişe rağmen Hazine ihalelerindeki faiz geçen yıl tek haneye kadar indi. Ancak artık ekonomideki resesyon sona erdi ve faizde düşüşü sağlayan bu faktörler de ortadan kalktı. 2010 yılı hedeflerine göre bütçenin geçen yılkine yakın ve de 50,1 milyar lira açık vermesi beklendiğine göre Hazine’nin borçlanma ihtiyacı ise aynen sürüyor. işte bu da Konjonktür’ün ana yazısında ele aldığımız dışlama etkisi korkusuna yol açmış bulunuyor. ~
Aralık ayında enflasyon beklentilerden yüksek çıktı ve bu nedenle 2009 yılı da beklediğimizden (yüzde 6 civarı) biraz daha yüksek bir enflasyonla kapandı. Yüzde 0,1 civarında beklenen aralık ayı enflasyonu yüzde 0,5’i bulurken, 2009 sonu itibariyle yıllık enflasyon ise yüzde 6,5 olarak gerçekleşti. Fakat yine de 2009’da enflasyon hedefin altında kaldı. 2009 yıl sonu için enflasyon hedefi yüzde 7,5 seviyesindeydi. Bu hedefin etrafındaki 2’şer puanlık belirsizlik aralığını da dikkate alırsak, Merkez Bankası’nın üç yıllık aradan sonra yeniden hedefi utturduğunu söyleyebiliriz. Tabii bunda enflasyon hedeflerinin 2008 yılında revize edilip yükseltilmesinin de etkisi var. 2008 yılında yüzde 10,1 düzeyinde olan enflasyonun 2009’da yüzde 6,5’e inmesi ekonomideki resesyon sayesinde oldu. Küresel resesyon başta petrol olmak üzere emtia fiyatlarını aşağı çekip enflasyona maliyet yönünden düşürücü yönde etki yaptı. Türkiye ekonomisindeki resesyon ise iç talebi aşağıya çekerek fiyat artışlarını sınırladı. Fakat bu gelişmeler 2009 yılının tümünde etkili değildi. Enflasyondaki düşüş büyük ölçüde yılın ilk yarısında gerçekleşti. ikinci yarıyılda bir müddet yatay bir seyir izleyen enflasyon yılın son iki ayında ise yeniden yükselişe geçti. Ekim ayındaki yüzde 5,1’lik dip noktadan başlayan bu yükseliş iki ayda 1,4 puanı buldu. Enflasyondaki bu yükseliş eğilimi bu yılın ilk yarısında da sürecek. Çünkü geçen yılın ilk yarısında enflasyon genelde mevsim normallerinin epey altında bir seyir izlemişti. Bu olumsuz “baz etkisi” yıllık enflasyonu şubat ayı sonunda yüzde 8 dolayına kadar çıkarabilecek gibi görünüyor. Baz etkisinden kaynaklanan bu yükseliş mart ayındaki bir soluklanmadan sonra mayıs ayına kadar da devam edecek. Esasında Merkez Bankası da yıl ilk yarısında baz etkisinden kaynaklanacak bu yükselişin farkında ve bununla ilgili olarak daha önce uyarılarda bulunmuştu. Ancak enflasyondaki yükseliş Merkez Bankası’nın hesaplarının da ötesine taşmış gibi görünüyor. Çünkü 2009’un son Enflasyon Raporu’nda yüzde 5,5 olarak tahmin edilen 2009 yıl sonu enflasyonu 1 puan daha yüksek gerçekleşmiş durumda. Bu durum enflasyonun 2010’un ikinci yarısında Merkez Bankası’nın beklediği ölçüde düşmesinin ve aynı Enflasyon Raporu’nda yer alan yüzde 5,4’lük tahmini düzeye inmesinin de zor olduğunu düşündürüyor. Merkez Bankası, 26 Ocak’ta yayınlanan 2010’un ilk Enflasyon Raporu’nda bu tahminlerini yukarı doğru revize etmiş olabilir ama biz bu yazıyı daha önce yazdığımız için bundan haberdar değildik. ~
Sanayi üretimi kasım ayında 2008’in aynı ayına göre yüzde 2,2 geriledi. 14 aylık gerilemeden sonra ekim ayında yaşanan yüzde 6,4’lük sürpriz artışın ardından sanayi üretiminin yeniden gerilemesi ekonomik kamuoyunda moralleri bozdu. Fakat esasında ortada moral bozacak bir gelişme yok ve sanayide durum iyiye gidiyor. Bunu Türkiye istatistik Kurumu’nun (TÜiK) ilk kez orijinal verilerle birlikte yayınladığı takvim ve mevsim etkilerine göre düzeltilmiş veriler gösteriyor. Takvim etkisine göre düzeltilmiş sanayi üretimi verilerine göre, kasım ayında yıllık bazda yüzde 5,8’lik artış söz konusu. Bu verilere göre ekim ayında ise yüzde 1,4’lük düşüş vardı. Yani esasında ortada sanayi üretiminin ekim ayında artış gösterip kasım ayında yeniden gerilemesi değil, 2008’in ağustos ayında başlayan düşüşün ekim ayında iyice hız kesmesi ve kasım ayında yeniden yükselişin
Ekim ayında işsizlik oranı yüzde 13 olarak gerçekleşti. Bu oran 2008’in aynı ayındaki oranın 1,8 puan üzerinde iken ağustos ayındaki işsizlik oranının ise 0,4 puan altında kalıyor. Mevsimsel eğilimlere göre ekim ayında işsizlik oranının önceki aya göre yükselmesi gerekirken böyle bir düşüş görülmesi, ortada ciddi bir toparlanma olduğu anlamına geliyor. Nitekim bizim yaptığımız mevsimsel düzeltme de ekim ayında işsizlik oranının önceki aya göre 0,5 puan düştüğünü ve yüzde 13,5 olarak gerçekleştiğini gösteriyor. Mevsimsel düzeltilmiş işsizlik oranında ilk olarak mayıs ayında bir düşüş görmüş ve bu düşüşün temmuz ayına kadar sürdüğünü de gözlemlemiştik. Ağustos ayında ise mevsimsel düzeltilmiş işsizlik oranında bir yükseliş olmuştu ve bunun üzerine alarm zillerini çaldırmıştık. Doğrusu ağustos ayındaki bu artıştan sonra işsizlik oranının yeniden düşüş eğilimine girmesi bizi biraz şaşırttı. Bu, ekonomideki toparlanmanın bizim sandığımızdan daha güçlü olmasından kaynaklanmış olabilir. Ekim ayı verileri, tarım dışı istihdamda dokuz aylık aradan sonra yıllık bazda yeniden artışın başladığını göstermesi nedeniyle de olumlu sinyaller veriyor. Tarım dışı sektörlerin yeniden istihdam yaratmaya başlaması da bizi ekonomideki toparlanmanın gücü konusundaki görüşlerimizi yeniden gözden geçirmeye zorluyor. Yine de bu konuda daha kesin bir değerlendirme yapmak için biraz daha beklemekte fayda var.
Türkiye istatistik Kurumu (TÜiK), teşvik listelerinin belirlenmesinde kullanıldığı için büyük tartışmalara yol açtığından mıdır bilinmez, illere ve bölgelere ilişkin gayri safi yurtiçi hasıla verilerini 2001 yılından sonra bir daha yayınlamamıştı. Fakat bu durum bölgesel dengesizlik konusundaki gidişatı karanlıkta bıraktığından TÜiK’in ilgili verileri üretmesi için de bir baskı söz konusuydu. Sonunda TÜiK geçen ay bu konuda “bölgesel gayri safi katma değer” adıyla yeni bazı veriler yayınladı ama bu verilerin bölgede ikamet eden hanehalklarının gelirinin ölçüsü olmadığı uyarısını yapmayı da ihmal etmedi. Yeni yayınlanmaya başlayan bölgesel gayri safi katma değer verileri, ürünler üzerindeki vergileri içermemesi nedeniyle daha önce yayınlanmakta olan “illere göre gayri safi yurtiçi hasıla” verileriyle tam olarak karşılaştırılabilir değil. Ayrıca yeni verilerin sadece cari fiyatlar üzerinden yayınlanmış olması ve tüm illere kadar değil de istatistiki bölge sınıflandırmasındaki 26 bölgeye kadar ayrıntılandırılmış bulunması gibi sorunlar da mevcut. Bu sorunlara dikkat çektikten sonra 2004-2006 dönemi için yayınlanmış olan verilere istatistiki bölge sınıflandırmasındaki 12 bölge bazında aktığımızda, istanbul’un Türkiye ekonomisi içindeki tartışılmaz üstünlüğünün aynen devam ettiğini görüyoruz. istanbul’da yaratılan katma değerin Türkiye genelinde yaratılan katma değer içindeki payı yüzde 27’yi aşıyor. Bu açıdan istanbul’a en yakın bölge olan Ege’nin payı ise yüzde 14’te kalıyor. 26 bölgeli ayırımda tek başlarına ele alınan diğer iki büyük ilimizin paylarına bakıldığında ise Ankara’nın yüzde 8,5’lik ve izmir’in yüzde 6,6’lık paylarla istanbul’un çok gerilerinde kaldığı görülüyor. Kalabalık nüfusuna rağmen kişi başına katma değer açısından da istanbul diğer bölgelerin önünde. 2006 yılı verilerine göre istanbul’da kişi başına katma değer 14 bin 914 lira düzeyinde. Bu açıdan istanbul’a en yakın bölge olan Doğu Marmara’da ise kişi başına katma değer 13 bin 676 lira olarak hesaplanıyor. 26 bölgeli ayrımda tek başlarına ele alındığı için verilerinde haberdar olduğumuz Ankara’da kişi başına katma değer 13 bin 47 lira, izmir’de ise 12 bin 99 lira olarak hesaplanıyor. Listenin alt sıralarında da şaşırtıcı sonuçlar yok. Bölgesel bazda en düşük katma değer yüzde 1,5’lik pay ile Kuzeydoğu Anadolu bölgesine ait. Kişi başına katma değerin en düşük olduğu bölge ise 4 bin 382 lira ile Ortadoğu Anadolu bölgesi olarak karşımıza çıkıyor. Daha önce yayınlanan illere göre gayrisafi yurtiçi hasıla verileri, Türkiye’de bölgesel dengesizliğin zaman içinde azalmak yerine arttığını gösteriyordu. Yeni veriler sadece cari fiyatlar üzerinden yayınlandığından bu verileri kullanarak bu konuda değerlendirme yapmak zor. Fakat Tüketici Fiyatları Endeksi’ne (TÜFE) ait bölgesel verileri kullanarak bölgesel gayri safi katma değer verilerini reel hale getirdiğimizde, bu konuda olumlu gelişmeler var gibi görünüyor. Bu hesap yapıldığında 2004-2006 arasında Güneydoğu Anadolu ve Doğu Karadeniz gibi bazı az gelişmiş bölgelerin reel olarak daha hızlı büyüdükleri ve bunun da bölgesel dengesizliği bir miktar azalttığı sonucu ortaya çıkıyor. Tabii ele alınan dönemin de kısıtlı olması bu açıdan iddialı değerlendirmeler yapmaya imkan vermiyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?