Başarıya Yürüyenler / “Filmlerimi Beğenmeyeni Anlayabilirim”

Zeki Demirkubuz, sinemaya tamamen rastlantıyla başladı. En çok senaryo yazmayı sevdi. Olabildiğince sade biçimde ortaya koyduğu ve kimi zaman hiç kimsenin izlemesini bile beklemediği hikayeleri ise...

1.06.2009 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

Zeki Demirkubuz, sinemaya tamamen rastlantıyla başladı. En çok senaryo yazmayı sevdi. Olabildiğince sade biçimde ortaya koyduğu ve kimi zaman hiç kimsenin izlemesini bile beklemediği hikayeleri ise uluslararası çapta beğeni kazandı. Çevirdiği birçok film en önemli festivallerde eleştirmenlerin büyük övgüsünü aldı. Bugün sinemayı varoluş değil kendini ifade aracı olarak gören Demirkubuz, sinemada yakaladığı başarının ise kendisini utandırdığını söylüyor. Mütevazı yapısını “Kimse izlemez dediğim filmleri çekebilmemi büyük bir lüks olarak nitelendiriyorum. Bana başarıyı getiren inatçı ve cüretkar biri olmam” diyerek açığa vuruyor. Onu başarıya taşıyan empati yeteneği ve toplumu kavrayışının gücü ise “Filmlerimi beğenmeyenleri anlayabilirim” sözünde gizli.

 

Zeki Demirkubuz, ilkokulu zar zor bitirdi. Ortaokulu yarıda bıraktı. Konfeksiyon atölyelerinde ütücü olarak çalıştı, işportacılık yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinde bir süre hapis yattı. İşte hayatındaki kırılma noktası da bu oldu. Hapishanede geçen günlerinde edebiyatla tanıştı. Dünya edebiyatının klasiklerini okurken hayatı ve varlığını sorgulayan Demirkubuz, kendisine yeni bir kapı açtı. Dışarıdan liseyi bitirdi. Sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Sinemaya adım atması ise 1986 yılında Zeki Ökten’in yanında senaryo asistanlığı ile başladı. Her ne kadar sinema ortamını sevmese de yaratılan mucize onu hem kamera arkasında hem önünde tuttu. Odak noktası insan olan ve edebiyattan beslenen hikayelerini sinema için yazmasını sağladı. 1994 yılında ilk filmi “C Blok”la acemiliğini üstünden attıktan sonra ikinci filmi “Masumiyet”le Türk sinemasının en etkili yönetmenleri arasında yerini aldı.

hedBaşta “Masumiyet” olmak üzere “Üçüncü Sayfa”, “Yazgı”, “İtiraf” ve “Kader” birçok uluslararası festivalde gösterildi. Hatta Cannes’da aynı anda iki filmi birden gösterilen ilk Türk yönetmen oldu. Son filmi “Kader”le de 2006 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü aldı. Bugüne kadar toplam 8 film çeken Demirkubuz, “Her filmini utanarak, suçluluk duygusu ile yapan biriyim. Kimse izlemez dediğim filmleri çekebilmemi büyük bir lüks olarak nitelendiriyorum” diyor. Başarının kendisini hep utandırdığını belirten Demirkubuz, başarıyı getiren nedenleri de şöyle açıklıyor: “Bana başarıyı getiren inatçı ve cüretkar biri olmam.”

Türk sinemasının en başarılı yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz, başarıya giden yolda neler yaşadığını Capital’e anlattı.

Sinemayı Sevdiren Zeki Ökten Oldu
İlk sinema duygum çocukluğumda izlediğim yerli filmlerle başladı. Bu aynı zamanda hayat bilgim oldu. Bunun dışında sinema ile en ufak bir bağım yoktu. 12 Eylül’de uzunca bir süre içeride yattım. Çok da küçüktüm. O dönemde tesadüfen edebiyatla tanıştım. Benim için başlangıç odur. Beni sinemanın kapısına getiren de... O güne kadar okumaktan nefret eden, ortaokulu terk etmiş biri olarak romanlar bende inanılmaz bir etki yarattı. Başta Dostoyevski olmak üzere bütün klasikleri okudum. Okuduklarım gerçeklik duygusuyla tanışmamı sağladı, hayat ve kim olduğum üzerine ilk hakiki düşüncelerimi oluşturdu. Empati kurmayı, başkalarının hikayelerine bakmayı öğretti. Çıktığımda bambaşka bir insandım. Edebiyatın da etkisiyle yaşadıklarımı anlamlandırma duygusu gelişti. Bunun bir adım ötesinde anlamlandırdıklarımı anlatma arzusu doğdu. Küçük hikayeler yazmaya başladım.

1986 yılında Zeki Ökten’le tanıştım. Bir filminde senaryo danışmanı olarak çalıştım. Ama sinemayı ve ortamı çok sevmedim. Zeki Ökten’i sevmeseydim, o bana yakınlık göstermeseydi belki sinemaya olan bu ilgim artmazdı. O dönemde işportacılık yapıyordum. Bu işin yanında reji asistanlığı da yapmaya devam ettim. Ama arada bırakıp gidiyordum. Sonra tekrar Zeki ağabey yüzünden dönüyordum.

Masumiyet İle Başlayan Keşif
1994 yılında herkes çekiyor, ben de çekerim gibi bir duyguyla ilk filmim “C Blok”u çektim. Ama yönetmenliğin nasıl bir şey olduğunu çok anlamadım. Bir film daha yapayım, ondan sonra tam anlayayım ve karar vereyim dedim. Bir de “C Blok”ta beni utandıran acemilikler olmuştu. Ondan sonraki 3 yılda “Masumiyet”i çektim. Benim sinemacılığım “Masumiyet”ten sonra başlar. Sinemanın mucizevi yanını, ruhsal anlamlarını “Masumiyet”ten sonra keşfettim.

Film yapmanın bence iki yanı var: Birincisi dışa dönük yanı. Bu yanda para, popülerlik ve özel bir kimlik var. Pek çok insana çekici gelen de bu. Çok ulvi biri olduğum için söylemiyorum ama benim en nefret ettiğim bu kısım. Bu yüzden hep edebiyatçı olmaya özlem duyarım. İçsel sebeplerle de sinemayı çok seviyorum. Kafama bir şey takılıyor, örneğin parkta oturmuş umutsuzlukla etrafa bakan bir adamın yüzünü görüyorum. O bana bir duygu veriyor. Birçok filmimde başlangıç buralardan çıkıyor. O yüzün bende bıraktığı duygu başka hikayelerimle birleşiyor ve başlı başına bir hikayeye, bir karaktere dönüşüyor. Sonra filmini yapıyorum, bu film insan olmanın anlamları üzerine mucizevi bir etki yaratıyor. Beni sinemaya bağlayan ve diğer kötü yanlarını unutturan yegane şey de bu. 10 yıl önce çektiğim bir filmin insanlar üzerinde yarattığı duyguyu öğrendiğimde hala çok şaşırıyorum.

Hikayelerimi Gece Yazarım
Birçok hikaye gece düşüncelerimden çıkar. Yaratım aşamasında “Bir film çekmem lazım” refleksinden uzak durmaya çalışırım. Bir şey aklıma geldiğinde bunu neden düşündüğümü günlerce ve gecelerce sorgularım. Bütün senaryolarımı gece yazarım. Çünkü gündüz en rasyonel, en hain, en dünyalı olunan zamanlar. Bulduğum hikayeleri 6-7 senaryoya yayarım. Buları süzer, sonra soğuturum. Bazen 6 ay hiç ilgilenmem. Belli bir zaman geçip en soğuk en mesafeli halimle o senaryoya baktığımda, o senaryo kendisine iyi dedirtiyorsa o zaman çekilmeyi hak eder.

Bir filmim gösterime girdiğinde ise sonuç çok umurumda olmuyor. Sadece ne oluyor ne bitiyor, beğenildi mi diye merak ediyorum. Ama çok da bir şey hissetmiyorum. Başka hikayelerin peşine düşüyorum. Çünkü özellikle çekim sürecinden sıkılıyorum. O süreçte hayatıma bir yığın insan giriyor. Öylesine sıkılıyorum ki filmi bir daha görmek istemediğim bile oluyor. Bazı filmlerimi seyirci gibi oturup izlemediğimi söyleyebilirim.

Filmlerim Beğenilmezse Anlayabilirim
Benim başarı ya da başarısızlığa ilişkin bir kriterim yok. Kendini çok yoklayan ve duygularının tuzaklarına fazla düşmeyen biriyim. Sorgularım hem de kötücül şekilde sorgularım. Bütün bunlardan sonra hala bir film kendini bana çektiriyorsa demek ki bu benim farkında olarak yaptığım bir şey. Ondan sonrası benim açımdan kötü olmaz.

Bir de hayatta istemediğim hiçbir şeyi yapmam.

Kalan kısmı kimse beğenmemiş olabilir, çok az iş yapmış da olabilir. Bu benim irademi aşan bir şey. Emek harcadım, niye insanlar gitmiyor demiyorum. Çok insan seyretse, herkes beğense iyi olur. Ama beğenmezse de anlayabilirim. Örneğin bugün ticari filmler yapan ya da sinemanın ticari bir olgu olduğunu düşünen arkadaşlar, satılan bilet sayısını bir ölçü olarak koymaya çalışıyor. Haklı da olabilirler. Bilet sayısı bir film için bir kriter olabilir ama benim kriterim değil. Yani bir filme 5 milyon kişi gitti diye o film iyi olamaz.

Sırada “Yeraltından Notlar” Var
Son filmimin çekimleri biteli 4 ay oldu. Hala kurguyla uğraşıyorum ve bütün yaz uğraşacağım. Bu da her karesini binlerce kez izlemek anlamına geliyor. Film Nahit Sırrı Örik’in “Kıskanmak” adlı romanından adapte ettiğim bir proje. 1930’larda Zonguldak’ta geçiyor. Güzellik, çirkinlik, kıskançlık gibi insan doğasının çok üzerine gidilmeyen yanlarını anlamaya çalışan, insanın ne kadar akıl dışı bir varlık olduğunu anlatmaya çalışan bir film. Oyuncu kadrosunda Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Hasibe Eren ve Berrak Tüzünataç gibi isimler var. Film Kasım’da gösterime girecek.

Benim filmlerimde hikayeler farklıdır ama meseleler aynıdır. Bu filmin de diğerlerinden tek farkı, bugüne kadar yaptığım bütün filmlerin bütçesinden birkaç kat daha yüksek bir bütçeye sahip olması. Bunun nedeni de dönem filmi olması.

Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ını gelecek yıl çekeceğim. Onu Türkiye’ye uyarladım. “Budala”, “Suç ve Ceza”, Karamazov Kardeşler”…  Hepsini çekmek isterim ama kolay süreçler değil. Onun dışında kendi yazdığım başka şeyler de var.

“Başarı Beni Hep Utandırdı”

Kimler İzler Diye Çekmiştim
Başarı beni hep çok utandıran bir şey oldu. “Masumiyet” filmini kim izler diye çekmiştim, hem burada hem yurtdışında inanılmaz biçimde karşılandı. “Masumiyet” ya da ondan sonraki filmlerim başarı yakaladığında kendimi gerçekten iyi dinledim.

İnatçıyım ve Cüretkarım
Bana başarıyı getiren inatçı ve cüretkar biri olmam. Çünkü gerçekten her filmini utanarak, suçluluk duygusu ile yapan biriyim. 8 film yaptım ve bu duyguları yaşadım.

Türkiye Fırsatlar Ülkesi
Türkiye fırsatlar açısından iyi bir ülke. Bu duygularla yaptığım filmler bir şekilde beğenilmişse ve insanlar benim için “Bu ülkedeki az sayıda yönetmenden biri” diyorsa bu bunun bir ispatıdır. Bu duygular içindeyken hala bu kadar inatçı, cüretkar bir şekilde 8 film çektiysem bu durumun o kadar da kötü olmadığının kanıtı.

Film Çekebilmem Bir Lüks
“Kimse izlemez” dediğim filmleri çekebilmemi büyük bir lüks olarak nitelendiriyorum. Tamamen görmezlikten gelinebilirsiniz. Türkiye’nin gücü burada. Hala arayışı olan hala fırsatları olan bir ülke olduğunu düşünmemin sebebi bu. Amerika ve Avrupa’da böyle değil.

Nilüfer Gözütok
[email protected]

Fotoğraf: Gökhan Çelebi

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz