Netaş CEO’su SINAN DUMLU, 40 yaşından sonra ailesinin saraya uzanan köklerinin izini sürmeye başladı. Bu süreçte bir dedesinin beş padişaha hizmet eden bir sır katibi, diğerinin ise II. Mahmud’un yakın çevresinde yer alan bir musahip olduğunu keşfetti.
Teknoloji dünyasının tanınan isimlerinden Netaş CEO’su Sinan Dumlu, 40 yaşından sonra ailesinin geçmişine uzanan izleri takip etmeye başladı. Kimi zaman da arşiv belgeleri, kimi zaman eski fotoğraflar, kimi zaman kulaktan kulağa aktarılan hikayelerle üç asra yayılan bir aile tarihini adım adım ortaya çıkardı. Bu yolculuğun sonunda, sarayla yakın bağları olan iki dedesinin hikayesi etrafında şekillenen Sır Katibi ve Musahip adlı kitabı yazdı.
Nil Dumansızoğlu / [email protected]
Fotoğraflar: Gökhan Çelebi
Capital Dergisi / Kasım 2025
Kitap, yalnızca bir soy ağacının öyküsü değil aynı zamanda 18 ve 19’uncu yüzyıl Osmanlı modernleşmesine, değişen devlet yapısına ayna tutan bir çalışma. Dumlu’nun atalarından biri, beş padişah döneminde görev yapan bir “sır katibi”, diğeri ise II. Mahmud’un yakın çevresinde yer alan bir “musahip”. Biri devletin kaleminde, diğeri sarayın sanat ve sohbet ortamında öne çıkmış. Dumlu, mühendislik disiplininin titizliğiyle kaleme aldığı bu kitabında, köklerinin izini sürüyor.
Bu uzun araştırmalarla geçen sürecin geçmişle bağ kurmanın ötesinde bir içsel yolculuğa dönüştüğünü ifade eden Dumlu, “Tarih, bana her şeyin geçici olduğunu öğretti” diyor. Sinan Dumlu’yla aile köklerini ararken ortaya çıkardığı Sır Katibi ve Musahip kitabının hikayesini konuştuk:
Sır Katibi ve Musahip kitabını yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Babam, ailemizin saraya dayanan kökleriyle ilgili çok şey anlatırdı ama ben gençken bu hikayelere fazla kulak asmadım. 40 yaşına geldiğimde aile tarihini araştırmaya başladım. O dönemde çalıştığım şirkette Osmanlı Arşivleri’nin altyapısını yaparken Sicill-i Osmanî gibi kaynaklar üzerinden şahıs kayıtlarına ulaştım. “Sır Katibi Mustafa Paşa” lakabını ayırt edici bir filtre olarak kullanınca önce 300, sonra 500 civarında belgeye eriştim. Belgelerin Latin harflerine çevrilmesini sağladım. İngiliz, Amerikan ve Yunan arşivlerinden de destek aldım. Ailedeki eski hikayeleri ve fotoğrafları topladım. Babam 2005’te vefat ettikten sonra yaklaşık dokuz yılda kitap baskıya hazır hale geldi. Bu süreç hafta sonları, birkaç saatlik çalışmalarla ama kararlılıkla ilerledi. Elimdeki tüm bilgileri kaybolmaması için bir araya getirdim. Kitabı roman gibi değil belgesel tarzında kurguladım. Tarihi hikayeleri sevenler için ilginç detaylar var ama çok fazla kişi ve isim geçtiği için zaman zaman ağır gelebilir. Son bölümde aile ağacına dair düzenlemeler de yer alıyor. Başta sadece aile tarihini araştırmak istiyordum. Zamanla 1700-1900 arası döneme özel bir ilgim gelişti. Arap harflerinden başlayarak Osmanlıca öğrendim. Modernleşme, Tanzimat ve ardından gelen dil ve eğitim reformlarını inceledim. Ailede bir dedemin altı eşi, on altı çocuğu vardı. Onları farklı ailelerle evlendirdikleri için çok sayıda akrabalık bağı oluşmuştu. Bu süreç dönemin sosyal yapısını anlamamı da sağladı.
Peki araştırmalarınız sonunda ailenize dair hangi belgelere ulaştınız? Kitapta neler var?
Sır katibi, genç yaşta yapılan önemli bir görev. Padişah ile sadrazam arasındaki yazışmaları yazan ve taşıyan kişiye “sır katibi” deniyor. Benim dedem Mustafa da bu görevi üstlenmiş. “Hangi Mustafa?” dendiğinde “Sır Katibi Mustafa” olarak anılıyor. Bu görevi hayatının bir döneminde yapsa da ömrünün sonuna kadar bu unvanla anılmış. Ayrıca sır katipleri padişahın günlüğünü tutar, adeta onun kara kutusudur. Osmanlı’da mülki ve askeri rütbeler ayrı olsa da bu görev, generaller düzeyinde saygı gören bir makam.
Dedeniz nasıl bu göreve gelmiş?
Dedem Mustafa, III. Selim döneminde doğuyor, II. Mahmud devrinde saraya alınıp Enderun’da yetişiyor. Ardından Abdülmecid, Abdülaziz ve Abdülhamid dönemlerinde de görev yapıyor. Yani beş padişah görüyor. Abdülmecid döneminde seraskerliğe, yani bugünkü anlamıyla savunma bakanlığına kadar yükseliyor. I. Meşrutiyet sırasında da görev yapıyor ama ömrünün sonuna kadar “sır katibi” olarak anılıyor.
“Musahip” olan diğer büyük dedeniz kim? Musahiplik ne anlama geliyor?
“Musahip” kelimesi “sohbet”ten gelir. Padişahın yakınında bulunmaktan hoşlandığı, sohbet ettiği kişilere verilen bir unvan. Bu kişiler genellikle idari görev üstlenmez; kimisi sanatçı, kimisi danışman, kimisi de padişahı eğlendirir. Benim diğer büyük dedem III. Selim döneminde saraya giriyor. Galata ve Topkapı Enderunlarından geçerek II. Mahmud’un en yakın dostlarından biri oluyor. Sanatçı bir kişiliği var, ney çalıyor, orta oyunu oynuyor, nüktedan ve ressam.
Dedenizle ilgili hangi sanat eserlerine ulaştınız?
Bestelerin notalarını bulup yeniden çaldırttım. En değerli eser, 1790-1800’lerde yapıldığı tahmin edilen ve Avrupai tarzda ilk Osmanlı tip resim olarak kabul edilen otoportresi. Beş nesildir ailemizde duruyor. İş Bankası Kültür Yayınları’nın 1955 tarihli bir kitabında aynı tablonun siyah-beyaz fotoğrafını buldum. Altında “Avrupai ilk Osmanlı tip resim, Said Efendi’nin otoportresi, 1905’ten beri kayıp” notu vardı. Ayrıca ailede 1903 tarihli bir hat eseri bulunuyor. Büyük boyu Sultanahmet Camii’nde, küçüğü bende. Abdülmecid’in seraskerken Mustafa Nuri Paşa’ya yazdığı ferman, 1831 tarihli bir vakfiye, 1841-1903 tarihli belgeler ve 1876-1908 arasına ait fotoğraflar da elimde. Bunlar arasında İtalyan ressam Manas’ın II. Mahmud minyatürlerine dair örnekler de var.
Dönemi araştırırken nasıl aile bağlarıyla karşılaştınız?
Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın kızıyla evli bir büyük amcam var. İki büyük amcam, Fethi Paşa Korusu’nun sahibi Fethi Paşa’nın kızlarıyla evli. Bir büyük amcam II. Mahmud’un, bir kuzenim de V. Murad’ın damadı. Ailede Şems Molla ve Menemencioğulları gibi başka bağlantılar da bulunuyor. Ressam Mübin Orhan ve tarihçi Ahmet Kuyaş da akrabalarım.
Saraylı kökler günlük hayatınıza nasıl yansıdı? Çocukluğunuz nasıldı?
Bir albayın oğluyum, çocukluğum oldukça mütevazı geçti. 1924 sürgünlerinde aileden bazıları yurt dışına gönderilmiş, 1940’lı yıllarda dönmüşler. Babam, V. Murad’ın damadı olan babaannemin kuzeni Hami Bey ve eşi Atiye Sultan’la görüşürdü. O yıllarda çok önemsememiştim. Aile tarihine ilgim ancak 40 yaşından sonra başladı.
Araştırma yaparken ne gibi ilginç anekdotlara rastladınız?
Aile büyüklerinden aktarılanlara göre bir gün II. Mahmud, büyük dedemi Zincirlikuyu civarına götürüp bir kuyunun üzerine çıkarıyor ve “Ne görüyorsun?” diye soruyor. Dedem etrafa bakınca padişah, “Burası senin çiftliğindir” diyor. 1905 yılına kadar bu araziyle ilgili arşiv yazışmaları bulunuyor. Daha sonra padişah bu alanı almak istiyor, fakat Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrasında doğrudan el koyamıyor. Uzun süren bir süreç yaşanıyor. Aile bir süre dirense de mülkiyet zamanla el değiştiriyor.
Yazma deneyimi bir mühendis olarak nasıldı sizin için?
Yazarken hep teknik bir bakış açım oldu. “Laboratuvar raporu” yazar gibi kısa, sade ve anlaşılır yazıyorum. Roman diliyle değil belge diliyle yazmayı tercih ettim. Bu süreç, kendimi ifade etme biçimimi geliştirdi. Araştırmalarım beni Mısır, Libya ve Lübnan’a kadar götürdü. Osmanlı[1]İngiliz-Fransız ilişkilerini daha iyi anlamamı sağladı. Ordu modernizasyonu, Yeniçeri düzeninin bozulması, zorunlu askerliğe geçiş süreci gibi konular da ilgimi çekti. Bunun yanında sanat, tablo ve hat eserleriyle de ilgilendim. Osmanlıca okumayı daha da hızlandırmak istiyorum.
Bu çalışmaların size en önemli öğretisi ne oldu?
Eğitim hayatım boyunca “Arap harfleri zordu, Latin alfabesine geçmek gerekiyordu” düşüncesiyle yetiştim. Fakat zamanla bu değişimin sadece teknik değil tarihsel bir olgunlaşmanın sonucu olduğunu fark ettim. Aslında II. Mahmud döneminden itibaren dil, yazı ve modernleşme tartışmaları zaten başlamış, harf devriminin zemini çok önceden oluşmuştu. Atatürk’ün yaptığı, o birikimi cesaretle hayata geçirmekti. Medeni Kanun’dan kıyafet düzenlemesine kadar uzanan reformların hepsi, yüzyıllar süren bir modernleşme sürecinin tamamlayıcısıydı. Bu tarihi ve kültürel sürekliliği görmek beni zenginleştirdi.
Peki tarihle ilgilenmek size nasıl bir bakış açısı kazandırdı?
Bu uzun araştırma bana en çok geçiciliği öğretti. Nesiller, görevler, unvanlar, hatta büyük servetler bile zamanla kayboluyor. Geride kalan tek şey merakın ve öğrenme isteğinin devamlılığı. Sabırla ilerlemek, insanın hem kendini hem geçmişini anlamasının en kalıcı yolu.
AİLEYE DAİR 3 ÖNEMLİ HİKAYE
KANİ PAŞA’NIN GÖREVİ
Babaannemin babası Kani Paşa’nın aile içinde hep “denizci” olduğundan bahsedilirdi. Ben de uzun süre öyle sanıyordum. Ancak Osmanlı Arşivi’ndeki belgeleri incelediğimde aslında karacı olduğunu öğrendim. Savunma Bakanlığı’nın görev listelerinde bu açıkça yazıyor. Yanlış algı, onun bir dönem donanma cemiyeti başkanlığı yapmasından kaynaklanmış. Bu yüzden zamanla “Denizci Paşa” olarak anılmış.
“KALEBENTLİK” VE KAÇIŞ
Babaannemin bir kuzeni, Galatasaray Lisesi’nden birkaç arkadaşıyla birlikte savaş heyecanıyla cepheye gitmek ister. Gizlice trene binip Batum’a kadar giderler. Orada Rus askerleriyle karşılaşırlar ve çıkan çatışmada bir Rus askeri ölür. Bunun üzerine yakalanıp yargılanırlar ve “kalebentlik” cezasına, yani kalede zorunlu ikamete çarptırılırlar. Sibirya’ya sürülürler. Aile, onları kurtarmak için Rusya’yla yazışmalar yapar ancak asker öldürdüğü gerekçesiyle affedilmez. Sürgün edildikleri yerdeki Rus komutanın kızı, ona aşık olur. Bir şekilde hapishaneden kaçırır ve uzak bir bölgeye kadar götürür. Ayrılırken ona bir fotoğraf verip “İstersen gel” der. Ancak İstanbul’a gelir ve asla geri dönmez. O fotoğraf hala ailede saklanıyor.
SOYADININ KÖKENİ
Büyükbabam Erzurum’un Dumlu köyünden, bölgenin şeyh ağalarından birinin oğlu. Ağabeyi 1911’de Trablusgarp Savaşı’nda şehit düşer. O ise askerlik için İstanbul’a gelir, ardından görevle bugünkü Irak sınırları içindeki Felluce’ye gider. Kut’ül Amare’de başından vurulur, Alman hastanelerinde tedavi edilir. Yaralı halde bir asker tarafından sırtında taşınarak İstanbul’a getirilir. Beyninde kalan kurşunla ömrü boyunca yaşar. Yaranın olduğu delik hiçbir zaman tam kapanmaz. Hatta pamukla kapatır. Daha sonra Ağrı Dağı isyanlarında da görev yapar.
ÇİRMEN VALİSİYLE MİHRİMAH SULTAN’IN AŞKI
EVLİLİĞE HAZIRLIK
II. Mahmud’un kızı Mihrimah Sultan, evlilik çağına geldiğinde, padişah uygun gördüğü biriyle evleneceğini annesi aracılığıyla kızına bildiriyor. Mihrimah Sultan da “Babam padişah, ne emrederse kabul ederim” diyerek onaylıyor. Herkes bu cevaba seviniyor. Yapılan araştırmalar sonucunda kızın, o dönemde Edirne ve çevresini kapsayan Çirmen eyaletinin valisiyle evlendirilmesine karar veriliyor. Haremdeki kadınlar, valiyi överek Mihrimah Sultan’ı bu evliliğe hazırlıyor. Hatta rivayete göre Mihrimah Sultan Beylerbeyi Sarayı’ndayken Çirmen Valisi saraya geliyor ve ikisi birbirini uzaktan görüyor.
HÜSREV PAŞA’NIN ETKİSİ
Ancak o sırada devletin güçlü isimlerinden biri olan serasker Hüsrev Paşa devreye giriyor. Hüsrev Paşa, kendi yetiştirmesi olan, Bursa merkezli Müdavendigar Vilayeti Valisi Mehmed Paşa’yı damat yapmak istiyor. Hüsrev Paşa’nın çocuğu yok, köle olarak aldığı çocukları evlat ediniyor ve devlet kademelerine yerleştiriyor. Hatta onlardan birini, II. Mahmud’un diğer kızı Sabiha Sultan’la evlendirip kaptan-ı derya yaptırıyor. Bu olayda da aynı yöntemi uygulamak istiyor. Padişahı ikna ediyor ve aslında bugün kura diyebileceğimiz “çarkıfelek” usulüyle damadın kim olacağı belirleniyor. Çekilen isim, Hüsrev Paşa’nın yetiştirmesi Mehmed Paşa oluyor.
ÇEŞME HALA AYAKTA
Mihrimah Sultan bu karara çok üzülüyor ancak padişah kararını değiştirmiyor. Mehmed Paşa’yla evleniyor, bir yıl sonra da ilk doğumunda hayatını kaybediyor. Mihrimah Sultan’ın ölümünden sonra II. Mahmud, kızının anısına Fatih civarında hala ayakta olan Mihrimah Sultan Çeşmesi’ni yaptırıyor. Bu hikayede adı geçen Çirmen Valisi, benim büyük dedem Mustafa Nuri Paşa’dır. Hüsrev Paşa ile arasında uzun yıllar süren bir rekabet olduğu bilinir.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?