2011'de Ekonominin yönü: Fırsatlar ve Riskler

Geniş Açı'nın bu sayısında yeni yılda Türkiye ekonomisini nelerin beklediğini masaya yatırdık.

1.01.2011 00:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
2011'de Ekonominin yönü: Fırsatlar ve Riskler

M. Rauf Ateş
Hepiniz hoş geldiniz. İş Yatırım'la beraber 3 ayda bir organize ettiğimiz Geniş Açı toplantımızda bu kez 2011'in getirecekleri üzerine konuşalım istiyoruz. İlk sorumu Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Mehmet Yörükoğlu'na yöneltiyorum. MB son ı faiz indirim kararıyla neyi amaçlıyordu? Piyasaya, ekonomi çevrelerine mesajınız nedir?

Mehmet Yörükoğlu
Son küresel kriz, bütün dünya ekonomisi için gerçekten çok yeni bir dönem açtı. Daha önce başlayan trendler hızlandı. Mevcut varsayımlar değişti. Risk algılaması ve onun dağılımı çok hızlı bir şekilde değişti. Ben konuya Joseph A.Schumpeter'in "yaratıcı yıkım" (creative destruction) teorisiyle girmek istiyorum. Bir ekonomide yaşanan durgunluk ve özellikle kriz dönemleri, o ekonomide verimli ve yükselmekte olan firmaların daha çabuk büyümesine, verimsiz olan firmaların ise küçülüp yok olmasına sebebiyet verir. Piyasa ekonomisini de ayakta tutan mekanizma büyük ölçüde budur. Bunun simetriğini küresel ekonomi için uyarlayacak olursak; ciddi durgunluk dönemleri ve özellikle krizler, yükselmekte olan ülkelerin önünü daha fazla açıyor, gerileme eğiliminde olan ülkelerin ise daha çabuk gerilemesine neden oluyor. İktisadi sıralamalarda, şirketler bazında, kişiler bazında veya ülkeler bazında olsun, çok büyük değişiklikler oluyor. Yükselme, yakınsama (convergence) dediğimiz süreç 20 yıldır devam ediyor. Bu krizle birlikte bunun çok daha hızlanacağını öngörebiliriz. Kriz öncesine baktığımızda, yakınsama hızı yani yakınsamanın yarıyılı yaklaşık 20 yıl. Yani ortalama olarak, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin arasındaki refah farkı her 20 yılda bir yarıya düşüyor. Bu krizden I sonra bunun 15'lere, 10'lara düşebileceğini tahmin ediyorum. Türkiye buna güzel bir örnek. Türkiye çok hızlı bir şekilde, belki de fark edilmeden, geçtiğimiz 10 yıl içinde çok büyük bir yapısal değişim geçirdi. Bunun somut örneğini ihracat kompozisyonumuzda görüyoruz. 2002 ile karşılaştırdığımızda, 2008 ihracatının pik yaptığı noktada, ihracat neredeyse 4 katına çıkmakla kalmıyor, kompozisyonu da çok hızlı bir şekilde değişiyor. 2000'lerin başında tekstil, gıda gibi geleneksel sektörler ihracatın yüzde 60'ını oluştururken, bunların payı bugün çok daha aşağılara düşmüş durumda. Otomotiv, yatırım malları, makine gibi mallar ise çok ön plana çıkıyor ve bu sektörlerin ihracattaki toplam payı yüzde 70'lere çıkıyor. Türkiye çok hızlı bir şekilde teknoloji basamaklarını tırmanıyor. Bu olayın bir yan etkisini krizde şöyle gördük: Bu sektörler, aynı zamanda iş çevrimlerine de çok hassas sektörler. Ortalama talep geleneksel sektörlerde yüzde 1 - 2 düştüğü zaman bu sektörlerde yüzde 5-6 düşüyor. Kriz dönemlerinde bizim ihracatımızın çok hızlı daralmasının sebeplerinden bir tanesi de buydu. Toparlayacak olursak; Türkiye buna çok güzel bir örnek diyebilirim. Reel olarak önümüzdeki dönemde bütün dünya ve Türkiye için yakınsama hızı artacak. Türkiye'nin risk primi zaten çok ciddi bir biçimde azaldı. Bu böyle devam edecek. Bankacılık sektörümüz çok ciddi ve gerçek bir testten geçti. Zaten dolu olan likiditenin Türkiye'ye akışının daha da hızlanma potansiyeli var ve önümüzdeki dönemde gelişmiş ülkelerle yükselen piyasa ekonomileri daha da belirgin bir ayrışmaya gidecekler diye düşünüyorum.

M. Rauf Ateş
Bu kararlar hangi gerekçelerle alındı?~


Mehmet Yörükoğlu
Bundan önceki dönemde, kriz öncesinde Türkiye'de düşürmeye çalıştığımız bir enflasyon vardı. Türkiye'nin faiz seviyesi epeyce yüksek olmak durumundaydı. Bu faiz seviyesi, aynı zamanda finansal istikrar açısından önemli olan cari açık, kredi büyümesi gibi konuları da kontrol altında tutabiliyordu. Sadece enflasyon değil cari açık ve kredi büyümesi de faizden çok etkileniyordu. Faizi belirlediğiniz zaman bunların hepsini birlikte etkilemiş oluyorsunuz. Finansal istikrar için uzun vadede gerekli olan faiz seviyesiyle, fiyat istikrarını sağlamak için gerekli olan faiz seviyesi birbirinden farklı. Önceki dönemde enflasyonumuz yüksek olduğu için, fiyat istikrarını sağlama ihtiyacımız olduğu için yüksek tuttuğumuz faiz seviyesi, finansal istikrarı da garantiliyordu. Ama şu anda yeni bir döneme giriyoruz. Bir taraftan bütün dünyada likidite bolluğu var. Bir taraftan bizdeki yakınsamanın hızlandığı, reel potansiyelin yükseldiği herkesçe malum. Bankacılık sektörümüzün sağlamlığı tescil edildi. Öte taraftan enflasyon artık Türkiye için o kadar büyük bir problem olmayacak. Önümüzdeki birkaç yıl içinde enflasyon oranları hedeflenen rakamlara çok yakın bir biçimde seyredecek. Bunu görebiliyoruz. Bu yüzden enflasyon ve fiyat istikrarı için gerekli göreceğimiz faiz seviyesi, finansal istikrar için gerekli olan faiz seviyesinin altına düşecek. Bu durumda eğer sadece fiyat istikrarını sağlayan faiz seviyesiyle devam eder ve başka bir şey yapmazsanız, zaman içinde finansal istikrarı tehdit edici bir akümülasyon olacak. Hızlı kredi büyümesi ve cari açıkla...
Aslında bütün dünyada krizden önce özellikle gelişmiş ülkelerde bu olay yaşandı ve onlar tepki vermediler. Yani başka araçlar kullanmadılar. Sadece fiyat istikrarına odaklandılar. "Nasıl olsa fiyat istikrarını sağlıyorum" diye çok uzunca bir süre düşük faiz seviyeleriyle gittiler. Bu da sonuçta finansal istikrarsızlığı doğurdu veya onu büyüttü. Biz de şu anda bu döneme giriyoruz. Bu daha önce bizim için problem değildi çünkü zaten enflasyonumuz ve faizlerimiz yüksekti. Bu dönemde ya bunu göz ardı edeceksiniz yani fiyat istikrarını sağlayan faizle devam edecek ve başka bir şey yapmayacaksınız. Ama o zaman finansal istikrarı tehdit edecek unsurlar zaman içinde birikecek. Ya bunu görüp faizinizi yükselteceksiniz ama başka araçlar kullanmayacaksınız. Bu defa da gereksiz yüksek faiz kullanmış olacaksınız ve bu defa da Türkiye'ye sıcak para akışı hızlanacak. Bunun Türk Lirası'na ve reel sektöre kötü yan etkileri olacak. Ya da bizim şu anda tercih ettiğimiz gibi faiz seviyesini fiyat istikrarı için gerekli olan seviyede tutacaksınız, gereksiz yere yükseltmeyeceksiniz. Finansal istikrar için gerekli olan sıkılık farkını da makro riskleri azaltıcı tedbirlerle alacaksınız. Bizim elimizde bu tarz tedbirlerin bir kısmı var. O da likidite yönetimi ve munzam karşılıklar. Onları kullanarak finansal istikrarı da sağlayan sıkılaşma seviyesine ulaşacaksınız. Biz şu anda bu yöntemin mantıklı olduğunu düşünüyoruz. Bu şuna benziyor: Türkiye ekonomisi yokuş aşağı çok hızlı bir şekilde gidiyor. Yapacağınız şeylerden bir tanesi frene yüklenmektir. Bu doğru bir şey değil. Çünkü kaza yapabilirsiniz. Ondan daha doğru olan ise frene basmak yerine vitesi düşürmek ve daha hassas ayarlamayı, mikro ayarlamayı frenle yapmaktır. Bizim vitesimiz makro ihtiyatlı araçlar. Onları sıkılaştırıyorsunuz. Küçük iniş çıkışlar yine olacaktır. Faiz politikasıyla bunu da dolduruyorsunuz. ~
Bu dönem kısa sürmeyecek. Öyle görünüyor. Yeni dönem belki de 10 yıl sürecek. Bu dönemin önemli özelliği bizim ihracatımızın büyük kısmını yaptığımız gelişmiş ülkelerin yavaş, bizim ise hızlı büyümemiz.


M. Rauf Ateş
Erhan Bey dünya ekonomilerindeki bu süreç ve Merkez Bankası'nın aldığı kararlar sonrasında 2011'i nasıl görüyorsunuz?

Erhan Usta
Bürokrasinin ve hükümet kanadının 2011 yılı beklentileri en son olarak Orta Vadeli Program'da (OVP) yayımlandı. Aslında şu andaki makro çerçeve, o gün öngördüğümüzün çok dışında değil. Yani o çerçeve halen geçerli. Tabii ki rakamlarda küçük değişiklikler olabilir. 2010 büyümesini biz 6,8 yazmıştık. O gün yazarken de bunun çok ihtiyatlı olduğunu biliyorduk. Bugün 7,5 gibi bir büyüme gerçekleşir gibi görünüyor. 2011 için, bana göre dış konjonktürde çok büyük bir değişiklik yok. Yüzde 4,2'lik bir dünya büyümesi var. Euro bölgesi büyümesi yine düşük. Hatta 2011 yılında 2010'un bile altında olabilir. Bu çerçevede 2011 yılı için Türkiye ekonomisinde yüzde 4,5'lik bir büyüme öngörmüştük. Bunun bugün için de halen makul bir büyüme olduğunu düşünüyoruz. Merkez Bankası'nın 2010 Aralık ayında aldığı kararların bu çerçeveye nasıl katkısı olacak diye bakarsak, aslında bunu destekler mahiyette kararlar olduğunu söyleyebilirim.

M. Rauf Ateş
Büyümenin istihdama yansımasını 2011'de mi, 2012'den sonra mı bekliyorsunuz? Çünkü büyüme vardı ama çok fazla istihdama yansımıyor gibi görünüyordu.

Erhan Usta 2010'da istihdama yansıdı hatta fazla bile yansıdı diyebilirim. 2011'de de 2010 seviyesinde olacaktır. Hatta işsizlik oranının bir miktar düşeceğini tahmin ediyoruz. Bu biraz varsayımlara bağlı tabii. Biliyorsunuz büyüme arttıkça kırdan kente doğru bir göç oluyor. Bir kısım insanlar kentten kıra gitmişlerdi. Onlar geri dönecekler. Bunun işsizlik oranı üzerinde bir etkisi olabiliyor. Dolayısıyla 2011 yılında işsizlik oranı 2010'un bir miktar altında da kalabilir. Yani daha iyi de olabilir. Hatta bu çözülmeye bağlı olarak bir miktar yukarıya, yani yüzde 12'nin çok az bir üzerine doğru gidebilir. Bunu çok fazla kestiremiyoruz çünkü 2010 yılındaki istihdam gelişmeleri bizi tahmin yapmakta biraz zorluyor. 2009'da istihdamda çok fazla kayıp olmadı. Aslında yaşanan o daralma, mantık olarak istihdamda daha fazla kaybı gerektiriyordu. Dolayısıyla bir atıl kapasite, atıl işgücü oluştuğunu düşünüyorduk. O yüzden geçen yılki Orta Vadeli Program'da 2010 işsizlik oranı yüksekti. İstihdama yansımayacağını, daha atıl olan o kişilerin verimlilik artışı yoluyla üretime katkısının sağlanacağını düşünüyorduk. Ama bu istihdama yansıdı. 2011'de bu ölçüde bir istihdama yansıma olmayacak.

M. Rauf Ateş
2010'da işsizlik oranlarında sizi şaşırtan neydi? ~


Erhan Usta
Aslında 2009 bizi şaşırtmıştı. Daha fazla istihdam kaybı beklenebilirdi. Orada istihdam kaybı olmamasına rağmen 2010'da istihdam artışı olması sadece bizi değil herkesi bir miktar şaşırttı.

M. Rauf Ateş
Sektör kalemlerinden sizi şaşırtan oldu mu?

Erhan Usta
Hizmetler sektörü özellikle dikkat çekiyor. Sanayi sektörü aslında krize tepki verdi. Sanayiye bakarsanız aşağıya bir gidiş var. Şu anda yükseliyor. Aslında biz istihdama daha gecikmeli yansımasını bekliyorduk ama hemen hemen birebir yansıdı. Bir grafik yaptığınız zaman sanayi büyümesiyle sanayi istihdamı birbirine oturuyor. Krizde asıl hizmet sektöründe bir daralma beklenebilirdi. Ama hiçbir daralma olmadı. Orada bir verimlilik artışının olacağını tahmin ediyorduk ama istihdam da arttı. Tarım da bu noktada biraz ilginç. Tarım sektörünün mevsimsel düzelme sonrası grafiğine baktığımız zaman çanak gibi bir görüntü oluyor. Geçmiş yıllarda yüksekti. Büyümeyle beraber aşağıya doğru indi. Kriz döneminde bir miktar yukarıya çıktı. Şimdi bu ne zaman aşağıya dönecek? Çünkü orta dönemde 4 milyon 200 bin civarında bir tarım istihdamı beklentisi var. Şu anda 5 milyon civarında. Bu insanlar kente doğru göç ederlerse ve arzu ettikleri işi bulamazlarsa, bunun işsizlik üzerindeki olumsuz etkisini görebiliriz. Ben böyle bir riskin olduğunu düşünüyorum.

M. Rauf Ateş
4,2 milyondan 5'e çıkması insanların bulundukları yerlerde yeni işgücüne katılmalarından mı kaynaklanıyor yoksa geri dönmelerinden mi?

Erhan Usta
Geri döndüler diye düşünüyoruz. Yoksa tarımda zaten işgücüne katılım oranı her zaman yüksektir. "Oradaki insanlar daha önceden çalışmıyordu, şimdi paraya biraz daha ihtiyaçları var da çalışıyorlar" diyemeyiz. Kırda yaşayan herkes, kadınlar dahil bir şekilde işgücünün içinde. Mutlaka oradaki nüfusta bir artış oldu, yani geri dönüşler oldu.

M. Rauf Ateş
Teşekkürler. Cihan Bey sizinle devam edelim. Siz 2011'e girerken Türkiye ekonomisini nasıl görüyorsunuz? Sizin beklentileriniz, öngörüleriniz nedir?

Cihan Yalçın
Öncelikle kısaca kriz öncesi dönemden bahsetmek istiyorum. Çünkü bu değerlendirmeyi yaparsak geleceği daha iyi görebiliriz. Türkiye ekonomisi 2009'a doğru gelirken, iç ve dış dinamikler bir arada ekonomide bir yavaşlama eğiliminin oluşmasını sağladı. İç dinamikler nedir? 2006'dan sonra birkaç seçimin peş peşe olduğu bir dönem yaşadık. Bu nedenle yatırımcının ve tüketicinin temkinli bir duruşu vardı. Diğer yandan 2006 yılından itibaren cari işlemler açığının sürdürülebilirliğiyle ilgili kaygılar ön plana çıkmaya başladı. Bu iki faktör bir şekilde Türkiye ekonomisinde, özellikle yatırımlarda bir yavaşlama eğiliminin ortaya çıkmasına neden oldu. Sonrasında krize girdik ve krizde Türkiye büyük oranda daraldı. Ticaret kanalı, finans kanalı daralmanın oluşmasında belirgin rol oynadı ama bu daralmada beklenti kanalının da önemi büyük, yani tüketici ve yatırımcı güvenindeki bozulmanın ekonomik faaliyetleri çok etkilediğini düşünüyorum.~
Kriz sonrasında bunu daha iyi anladık. Türkiye'de güven oluşturmak, güveni yönetmek, algıları yönetmek ciddi bir kanal. Mehmet Bey'in dediği gibi ihracatın dış talebe duyarlılığı çok yüksek. Bunlar önemli faktörler. Özel sektörün yüksek dış borca sahip olması, pozisyon açığı bulunması gibi sebepler kaygıları artıran nedenler ama bunlara ek olarak en önemli neden beklenti kanalı oldu... Krizden çıktığımız zaman da bunu yine gözlemledik. Hükümetin bu dönemde aldığı küçük ama yerinde tedbirler var. Mesela orta-uzun dönem büyümeyi etkileyebilecek işgücüyle ilgili bazı politikalar var. Mesela İŞKUR'la yapılan projeler var, kamu sektöründe çalışmak üzere geçici işçi alımları var. İşsizlik sigortasıyla ilgili bazı ödemeler var. Kısa çalışma ödeneği uygulaması var. İç talebi canlandırmaya yönelik tüketim vergilerinde indirimler var. Bunlar bazıları çok sembolik ve miktar olarak düşük görünmesine karşın, bu politikaları kullanma kabiliyetini göstermesi açısından, uluslararası piyasalarda ve kreditörlerde pozitif bir güven oluşturdu. Bu güven kanalı çok net olarak çalıştı. Daha sonra Türkiye'nin bazı pozitif faktörleri çok daha ön plana çıkmaya başladı. Özel sektörün borcunun aslında çok büyük bir sıkıntı olmadığı anlaşıldı. 2001'den sonraki bu süreçte Türk şirketlerinin kazanmış oldukları kabiliyetler olduğunu görüyoruz. Bilançolarına baktığımız zaman özkaynak kullanımı yüzde 35'lerden yüzde 55'lere doğru çıktı. Bu şirketlerin tasarruf ettiklerini, mevcut tasarruflarını şirketlerine aktardıklarını ya da yine şirketlerine akıtabilecek şekilde diğer ceplerine aktardıklarını görüyoruz. 2008 ve 2009 yıllarında özellikle orta ve küçük ölçekli şirketlerin işletme sermayesi için dışarıdan kaynak bulamamalarına rağmen kendi iç kaynaklarını kullanma yoluna gidip, değerli olduklarının farkında olarak, kendilerine bir şekilde işletme sermayesi sağladılar. Büyük şirketler, dış borcu yüksek şirketler çok fazla iç kaynak kullanma gereği duymadılar. Zaten kârlılıklar da çok düştü. Ama onların da dışarıdan kaynak sağlayabileceği kanalları vardı. Ekim-Kasım 2008'de kredi faiz oranları biraz yükseldi ama bir süre sonra büyük şirketler için hem dışarıda hem içeride kaynak mevcuttu. Bu noktada bir farkındalık oluştu. 2002 yılından sonra Türkiye'de yalnız bankacılık sisteminin gücü değil, şirketler kesiminin de önemli kazanımlarının ve gücünün olduğunun farkına varıldı. Pozisyon açığı ve dış borç vurgusu bunu kapatıyordu. Başka değişkenlere baktığımızda da bunu görüyoruz. Mehmet Bey'in de dediği gibi, şirketlerin dış ticaret kompozisyonu değişimi, daha sermaye yoğun alanlara eğilimin olması gibi faktörler oldu. Örneğin tekstil zayıfladı belki ama daha teknoloji yoğun alanlar, mesela otomotiv, makine gibi sektörler güçlendi. Sabit sermaye yatırımları, etkinlik kazandırıcı birtakım organizasyonlar, taşeronlaşma gibi faktörler de bu anlamda sıralanabilir. Net bir verimlilik artışı oldu. Bütün bunlar büyümeye de yansıdı. 2011 yılında büyümenin doğal olarak hız keseceğini düşünüyorum. Baz etkisi ortadan kalkıyor, krizden kaynaklı çukurdan çıkış olayı bitiyor ama dışarıdan sermaye girişi, Türkiye'nin bu sürecine bir süre daha katkıda bulunabilir. Yabancı sermaye girişinin devam edeceğini varsayarak, 2011 büyümesi olarak yüzde 5 civarında bir rakam öngörüyorum. Şu anki tabloya göre yabancı sermaye girişi devam edecek. Yabancı sermaye Türkiye'yi bir kanal olarak görüyor ve geliyor. Bu da iç talebi beslemek yoluyla da olsa büyümeye katkıda bulunabilir. Tabii dış dengedeki olumsuzluklar risk algılarını artırıyor. Burada Merkez Bankası'nın son dönemdeki girişimi, beklentileri olumluya çevirme kanalına katkıda bulunabilir.

M. Rauf Ateş
Adnan Bey siz son kararlardan sonra bankacılık sektörünü nasıl görüyorsunuz? Bankacılık sektörü nasıl etkilenecek ve 2011'de nasıl bir tablo göreceğiz? Bankacılık iyi olduğunda ekonomi de iyi olur gibi bir algı var... ~

Adnan Bali
Bu kararların bankacılığa olumsuz etki yapabileceği yolunda yorumlar yapıldı. Kredi büyümesinin önüne geçileceği, maliyetlerin uzun karşılıklar yoluyla artacağı, bunun net faiz marjını daraltacağı gibi hususlara vurgu yaparak bankacılık sisteminin bundan bir miktar olumsuz etkileneceğine dair yorumlar yapıldı. Ama makro ekonomik politikalar, belli sektörlerin kendileri açısından, doğru ya da yanlışlarına göre değil, daha bütüncül bir optimizasyon için belirleniyor. Bu anlamda bakıldığında finansal istikrarın, ekonomide rol alan her kilit oyuncu için vazgeçilmez bir unsur olduğunu düşünüyoruz. O yüzden de bankacılığı spesifik olarak nasıl etkilediğinden ziyade, bütün ekonomiyi topluca nasıl etkilediği, bankacılık açısından da önemli. Mehmet Bey çok güzel özetledi. Bizim için dar amaçlı bir fiyat istikrarı kavramı yetinilecek hedef olsaydı, bu konuya öyle yaklaşma lüksümüz olabilirdi. Ama biz bunu finansal istikrarın bir parçası olarak görmek durumundayız. Bankacılık dahil her sektör de değişen yeni konjonktürlerde iş yapma biçimini yeni koşullara göre ayarlamak ve uyarlamak zorundadır. Biz de öyle yapacağız. Nasıl reel sektörde değişik rekabetlerin etkisi altında marjlar daralıyor, onun gerektirdiği inovasyonlar, yeni koşullar o firmaların ve sektörlerin önünde aşılması gereken eşik olarak duruyorsa, bankacılık için de durum böyle. Kaldı ki burada alınan tedbirlerin bu tarz bir durumu temel anlamda değiştirecek unsurlar olduğu kanaatinde de değilim.

M. Rauf Ateş
Kredi büyümesine olumsuz bir etkisi olmasını beklemiyorsunuz yani...

Adnan Bali
Temel anlamda evet, beklemiyoruz. Burada en önemli noktalardan bir tanesi, sermaye girişleri nedeniyle oluşan değerli kur, iç talep ve dış talebin ayrışması ve iç talebe dayalı büyümenin getirebileceği cari açık, dış ticaret açığı gibi unsurların bütün ekonomiyi tehdit eder halde olup olmayacağına ilişkin beklentilerin yönetilmesiydi. Burada da bankacılığı ilgilendiren kısım şuydu: Hızlı kredi genişlemesi suretiyle özellikle kredilendirme prensiplerinde de birtakım yumuşamalar içermek suretiyle, acaba aktif kalitesinde bir bozulma yaşanabilir mi veya net faiz marjının daralması suretiyle oluşan kayıpların hacmin artırılması suretiyle telafi edilmesi gibi bir yola gidilebilir mi? Bu gibi kaygılar bence otorite tarafından proaktif bir tarzda ele alınmış gibi görünüyor ve bunun için de çok ince ayarlar yapılmakta olduğunu düşünüyorum. Bunu şuradan anlıyoruz: Bir taraftan net sermaye girişinin yarattığı akışlara yönelik faiz politikası çalıştırılırken, bunun yaratabileceği komplikasyonlara yönelik ise faiz dışı araçlar devreye sokuluyor. Dolayısıyla yine başa dönersem, tüm bunların bankacılık sektörünü nasıl etkilediğinden ziyade bütün ekonomiyi nasıl etkilediğine bakmak gerektiğini düşünüyorum. Özel olarak bizim açımızdan bakıldığında, bankacılık sektörünün kârlılığını sürdürmekle birlikte bir miktar, zaten bu tedbirlerden evvel rekabet nedeniyle de bir faiz marjı daralmasına doğru gitmekte olduğunu ve bunun da biraz sert olduğunu biliyoruz, görüyoruz. Çoğu platformda dikkat çekilir, 2010 yılının 9 aylık döneminde net kâr 17 milyar Türk Lirası'na kadar ulaştı. Ama biz özellikle bunun alt komposizyonuna baktığımızda şunu görüyoruz: Takipteki alacaklar özel provizyon giderlerindeki azalış, şu andaki kârlılığı yüksek gösteren en önemli unsurlardan bir tanesi.~
Bunu çıkarırsak aynı döneme göre kârın yüzde 8,5 gerilediğini görüyoruz. Aslında bankacılık sisteminin bu tedbirlerden önce de rekabet nedeniyle girdiği bir eğilim vardı demek istiyorum. Sektörün 2010'un ilk 9 aylık dönemindeki kârı 16,9 milyar TL oldu. Yüzde 7,4 artıyor görünüyorken yüzde 8,5 gerilemeye dönüştürüyor aslında geçen yılın aynı dönemine göre. Özkaynak kârlılığı 2 puan düşüyor, yüzde 18,3'e geriliyor. Aktif kârlılığı aynı şekilde 0,1 puan düşerek yüzde 2,5'e, net faiz marjı da 0,9 puan daralarak yüzde 4,6'ya geriliyor. Bunun gerisinde, kriz sonrasındaki faiz marjlarını daraltan rekabetçi fiyatlamalar var. Hem mevduat hem kredi tarafındaki fiyatlamalardan bahsediyorum. Böyle baktığımızda aynı anda bir kredi büyümesi olgusunu da görüyoruz. Süreç aslında Merkez Bankası'nın aldığı tedbirlerin gerektirdiği şekilde bir miktar çalışmış gibi görünüyor. Örneğin 2009 yılının tamamında 25,2 milyar TL'lik bir net kredi artışı var. 2010 yılının 9 aylık döneminde bunun üç katından fazla bir artış var. Yine 2010 Eylül itibarıyla, yani ilk 9 aylık dönemde, toplam aktif içinde kredilerin payı yüzde 51,3'e yükseliyor, yıllık reel artış hızı da yüzde 15,8'e yükseliyor. Böyle baktığımız zaman, hakikaten çok hızlı bir kredi büyümesi var düşüncesine de kapılabiliriz. Diğer taraftan biraz daha uzun dönemli baktığımızda; örneğin 2003-2009 yılları arasında kredilerin ortalama reel artış oranı yüzde 23,9. Bu yıl gerçekleşen ise yüzde 15,8. Dolayısıyla 2003-2009 arasındaki ortalamanın altında bir rakam aslında bu. Yine mevduatın krediye dönüşüm oranı krizden önce, 2008 Ağustos ayında yüzde 89,7 iken 2010'un 9 aylık döneminde yüzde 83,8 ile hala kriz öncesi seviyenin gerisinde. Yine 2002 - 2009 döneminde kredi hacminde ortalama artış yüzde 35 civarında. 2010 yılındaki artışın bu oranın altında kalacağı net. Bütün bunlardan sonra aslında sektörde bugünkü kararları gerektirecek derecede riskli bir durumda olunmadığı ama diğer taraftan da Merkez Bankası'nın proaktif davranmak suretiyle bunun finansal istikrarı bozacak şekilde bir boyuta erişmesini engellemek gayretinde olduğu anlaşılıyor. Bunun sektör üzerinde olumsuz sonuçları olabileceği kanaatini taşımıyorum. Bu, yeni koşullara adaptasyon sürecidir. Bankacılık sektörü de bugünkü birikimiyle bunu rahatlıkla yapar. Diğer taraftan kredileri kullandırdığımız taraflar açısından konuya yaklaşıldığında; reel sektörün finansal borçlarının gayrisafi yurtiçi hasılaya oranının 2007'de yüzde 30 seviyesindeyken, 2010 Eylül'ünde yüzde 38'e, hane halkının yükümlülüklerinin gayrisafi yurtiçi hasılaya oranının 2006'da yüzde 10 iken, Haziran 2010'da yüzde 16'ya yükseldiğini görüyoruz. Bu göstergelere baktığımızda şunu diyebiliriz: "Çok mu borçlanmış ve fazla kaldıraç kullanmış bir noktaya doğru gidiyoruz?" Ama diğer taraftan firmaların artan borçlarına karşı satış gelirlerinin, kârlılıklarının da artmakta olduğunu görüyoruz. Yani kredilendirdiğimiz bünyelerin de iyi performans gösterdiğini, dolayısıyla kredilerin artışının arkasında temel iyileşmeler olduğunu görmemiz lazım. Örneğin İMKB'de işlem gören imalat sanayi firmalarının satış gelirleri toplamı, 2010 yılının 9 aylık döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 20,4 artıyor. Dönem kârları toplamı da yüzde 64,6 artıyor. Biz nereye, kimlere kredi kullandırıyoruz? Buralara kredi kullandırıyoruz ve o kredi kullandırmanın, temel performans gelişmelerini görerek yapıldığını anlıyorum. Dolayısıyla rahatsız olunacak bir noktanın olmadığını düşünüyoruz. Yine firmalar tarafında özkaynak kârlılığının 2009 yılında yüzde 7,4'ten, 2010 yılının 9 aylık döneminde yüzde 11'e yükseldiğini görüyoruz. Bunlar performans anlamında sert artışlar aslında. Bunların içinde yine özkaynakların yüzde 20,1'ine ulaşan yabancı para net açık pozisyonunun etkisiyle ve TL'nin değer kazanması ve firmaların kur kaynaklı giderlerini azaltması suretiyle de kâr marjlarının genişlediğini görüyoruz. Yani şunu ifade etmemiz gerekir: Kredi büyümesi var, kredi büyümesinin sağlıklı kullandırılan tarafta verilerini sunduğum gerekçeleri var. Bu yönüyle bakıldığında bugünkü tedbirlerin acilen çözmeye çalıştığı bir durumla karşı karşıya değiliz. Bunun gelecekte finansal istikrarı tehdit edecek boyutlara ulaşmasını önlemeyi teminen proaktif mahiyette alınmış kararlar olduğunu düşünüyorum. ~

M. Rauf Ateş
Serhat Bey siz daha çok şirketler tarafını araştırıyorsunuz. Hem bu çerçeveden hem ekonomiyi izleyen bir uzman olarak ne görüyorsunuz?

Serhat Gürleyen
2011 yılında kendine daha çok güvenen bir Türkiye görüyoruz. 2009'da Avrupa durgunluğa girdiği için biz de olumsuz etkilendik. Ama 2010 yılında krizden çok çabuk çıktık. Kamu sektörünün çok güçlü olması, kamu kesiminin borçlarını azaltmış olması, bankacılık sektörünün güçlü bilançosu, hane halkının borcunun az olması, MB'nin bağımsızlığı ve faiz indirmek için geniş imkanları olması, krize yüksek faizle girmemiz... Bunların hepsi krizden çabuk çıkmamızı sağladı. Dolayısıyla hem kendine daha çok güvenen şirketlerin ve hane halkının olduğu hem dünyanın daha çok güvendiği bir Türkiye var artık karşımızda. Elbette ekonomi yönetimi de kendine daha fazla güveniyor. Bunlar bir araya geldiği zaman da çok doğal bir süreç yaşanıyor. Hane halkı daha çok harcamak istiyor çünkü geleceğe güvenle bakıyor. Eskiden kendi geliriyle yaşayan insanlar artık daha çabuk ev, otomobil alıyor. Harcamak için de kredi kullanıyorlar. Bankacılık sektörünün imkanı var. Bilançolarındaki kaldıraç oranı çok düşük. Risk ölçülerek onlara kredi veriliyor. Yurtdışında da 2009 yılında Türkiye'ye verilen kredilerin rahatlıkla geri ödendiği görüldüğü için, dışarıdaki kurumlar Türkiye'ye daha fazla kredi vermek istiyor. Ama şöyle bir gerçek var: İyi olan bir şeyin fazlası çok iyi olmuyor. Bu kadar iyi şey bir araya gelince de dış dengeniz, cari açığınız bozuluyor. MB de artık politikalarını belirlerken yalnızca enflasyonla uğraşmak gibi daha dar bir hedeften yola çıkmıyor, finansal istikrarın sağlanması için ileride, dış dengenin bozulması sorun yaratabilir gerekçesiyle, bir yandan faizleri artırıp dışarıdan gelen kaynak girişini -en azından sıcak parayı- kısa vadeli gelen kaynak girişini frenlemeyi hedefliyor. Bir yandan da bu faiz dışının ekonomide kredileri çok fazla artırmasının önüne geçmek için de faiz dışı kaynakları kullanarak bazı önlemler aldı. Munzam karşılıklar arttı, BDDK da benzer önlemler aldı. Bunlar bizce sağlıklı adımlar. Her şeyin temeline biz şunu koyuyoruz: Bir ülkede finansal istikrar yoksa aslında ne enflasyon hedefi tutturulabilir, ne bankacılık sektörü kâr edebilir, ne reel sektörün sağlıklı sürdürülebilir bir büyümesi olabilir, ne istihdam yaratabiliriz. Bu yüzden biz MB'nin aldığı önlemlerin zamanında ve doğru kararlar olduğuna inanıyoruz. Elbette işin sırrı uygulamadadır.

M. Rauf Ateş
Piyasa tarafında, yatırımcı tarafında kafalarda MB ile ilgili bir soru var mı? MB'den açıklık getirilmesini düşündüğünüz bir konu var mı?

Serhat Gürleyen
Merkez Bankası aslında kendini çok iyi anlatıyor. İlk başta olayın yeni olmasından kaynaklanan yanlış anlamalar olabildi. Piyasa oyuncularının kafasındaki ezberler bir parça bozuluyor. Eskiden çok rahattık. Türkiye'nin gelişme sürecinde çok doğal izlenen bir yol vardı. TL değer kazanacaktı. Enflasyonun düşmesi için ilk başta en azından reel faizler yukarıda olacaktı. TL'ye yatırım yapan yatırımcılar da para kazanacaktı.~
Şimdi bu bir parça değişti. En azında kısa vadede TL'ye yatırım yapan oyuncular, Türkiye pozisyonlarında bir azalmaya gittiler.Yatırımcıların merak ettiği; TL'nin orta vadeli konumunda bir farklılık olur mu? Ama bu Merkez Bankası'na sorulacak bir soru değil. Biz yatırım bankalarının cevap vermesi gereken bir soru. Biz de orada TL ile ilgili genel görüşümüzde bir farklılık olmadığını, orta ve uzun vadede TL'ye yatırım yapan yatırımcıların yine kazanmaya devam edeceğini ama dalgalanmanın daha fazla olacağını, kısa vadede kalarak Türkiye'de TL'den para kazanmanın daha zor olduğunu veya tercih edilmemesi gerektiğini söylüyoruz. Onun dışında finansal istikrar biraz önce çizdiğim çerçevede Türkiye'nin uzun dönemli büyümesini bizce aşağıya çekecek değil aksine artırabilecek olan bir unsurdur. Bu noktadan hareketle hisse senedi piyasasıyla ilgili görüşlerimizde bir farklılık yok. Son raporumuzda İMKB için 'al' görüşü vermeye devam edeceğiz. Daha doğrusu görüşümüzü 'tut'tan 'al'a çevireceğiz. Merkez Bankası'nın aldığı kararı bazı oyuncular genişleyici para politikası diye yorumladı. İlk tepki bu oldu. Belki burada kafaları karıştıran şu oldu: Faiz düşmesinin getirdiği bazı olaylar var. Buna karşı, munzam karşılıklardaki fark 50 baz puan düşüyor. Munzam karşılıklardaki artışın etkisi 20 baz puan gibi, mevduat maliyetine yedirilirse veya kredi faizlerine artırılırsa. Tek başına buna baktığımızda ilk intiba "Acaba genişleyici para politikasına gidilir mi?" endişesi oldu. Ama burada olaya BDDK ile birlikte bakmak lazım. Ayrıca Merkez Bankası'nın bundan sonra alacağı kararlarla birlikte bakmak lazım. Biz bunu bir ilk adım olarak görüyoruz. Bu konuda bir kafa karışıklığı varsa, Merkez Bankası da böyle görüyorsa belki Mehmet Bey biraz daha açmak isteyebilirler.

Mehmet Yörükoğlu
Bizim şu anda karşılaştığımız problemlere bakınca güzel bir durumda olduğumuzu görüyoruz. Ama bu güzel durumumuzun belki ileride yavaş yavaş başımıza açabileceği problemler olduğunu düşünüyoruz. Yani ne cari açık konusunda ne kredi büyümesi konusunda şu anda endişe edilebilecek bir şey görmüyoruz. Ama finansal istikrar; para politikası veya fiyat istikrarıyla ilgili politikalardan çok ayrışıyor. Para politikasının, fiyat istikrarının bir iki yıllık penceresi var ve enflasyon rakamlarıyla onu çok rahat ölçebiliyorsunuz. Finansal istikrar ise çok daha belirsiz bir kavram. Finansal istikrarı ya da biriken istikrarsızlığı nasıl ölçeceksiniz? Bu 10 yıl, 20 yıl gibi çok uzun vadede birikiyor. Bu 10 yılın, 20 yılın 5'inci, 6'ncı yılına geldikten sonra artık geri dönüş çok geç ve çok maliyetli oluyor. Geri dönüş için belki ekonomiyi çok daha fazla yavaşlatmanız, soğutmanız, kredibilitesini düşürmeniz gerekiyor. Bizim önümüzde reel ekonominin, Türkiye ekonomisinin büyümesi açısından da, finansal sektörün büyümesi açısından da, kredilerin büyümesi açısından da çok güzel bir dönem var. Potansiyel çok güzel. Burada amaç, mümkün olduğu kadar sürdürülebilir, yumuşak bir 10-20 yıl geçirmek. Yani Türkiye finansal istikrarsızlıktan dolayı bir problem yaşamayabilir. Zaten yaşamasın diye bu önlemleri alıyoruz. Öte taraftan Türkiye hiç yaşamadığı düşük reel faizleri yaşıyor. Bunu da sürdürebilir kılmaya çalışıyoruz. Bu da iç talebi canlandırıcı bir etki yapıyor. Ülkemizde gerek hane halkının, gerek şirketlerin, gerek kamunun borçlanma potansiyeli çok yüksek. Bu da ihracat yaptığımız ülkelere göre talebi çok daha rahatlatıyor. Bunları birleştirdiğiniz zaman cari açık açısından daha dikkatli olmamız gereken bir döneme giriyoruz. Sermaye hareketleri açısından da enflasyon bütün dünyada problem değil ama büyüme problem. O yüzden bol likidite uzun süre bizimle beraber olacak. Öyle gözüküyor. Bu da olayı büyüten bir faktör. Şu anda cari açık açısından kriz öncesine göre bizim lehimize çalışan tek faktör enerji fiyatları. Kriz öncesinde 140 dolarlara kadar çıkan petrol fiyatı şu anda 90 dolarlarda. Ama yükselen piyasa ekonomileri bu hızda büyümeye devam edecek. Öyle görünüyor. Bu da tabii emtia, gıda ve enerji fiyatlarında yukarı doğru baskı yapacak. Biz emtia ve özellikle enerji ithalatçısı bir ülke olarak bu rahat durumu çok da uzun süre devam ettiremeyebiliriz. O yüzden diyelim ki bundan 2-3 yıl sonra, bizde kredi büyümesi çok hızlı bir şekilde devam etti, cari açığımız bu sebeplerden dolayı da arttı. O dönemde enerji fiyatlarında da çok ciddi bir artış olursa cari açığımız çok ciddi seviyelere ulaşabilir.~ Burada biz her zaman şunu söylüyoruz: Türkiye, enerjiyi çıkardığımız zaman ticaret açığı veren bir ülke değil. Ticaret açığını dışarıdan enerji almak durumunda olduğumuz için veriyoruz. Bu bir argüman ama bu argümanın şöyle bir yanı da var: Enerji talebinin, emtia talebinin fiyat esnekliği çok düşük. Siz cari açığınızı büyük ölçüde fiyat esnekliği düşük bir maldan veriyorsanız aslında çok daha riskli bir cari açığa sahipsiniz demektir. Diyelim ki bir şok geldi ve cari açığın finansmanında problemlerle karşılaşıyoruz. O dönemde enerji talebinin düşmesi için gerekli olan kur ayarlaması çok daha büyük olacaktır. Bu gözle bakacak olursanız enerjiden değil de daha esnek kalemlerden açık versek... Çünkü enerji yüzünden verdiğimiz cari açık aynı zamanda riskli bir cari açık. Ama yakın dönemde biz kredi büyümesinde de cari açıkta da bir problem görüyor değiliz. Bu, 10 yıllık, 20 yıllık bir bakış ve bir sigorta. Kredi büyümesine de şöyle bakmak lazım: Gerçekten şu anda yıllık kredi büyümesi yüzde 30'lar civarında. Daha önce yüzde 30'ların çok üzerinde rakamları yaşadık. Bir problem olmadı ve olmayacak da zaten. Ama bu kredi büyümesinin etkisine, büyüme hızıyla değil de kredideki artış bölü gayrisafi milli hasıla olarak bakmak lazım. Çünkü bazınız düşükse yüzde 100 de yüzde 200 de büyüyebilirsiniz. O kredinin ekonomide hiçbir önemi yoktur. O kredi dursa bile hiçbir problem yaratmaz. Ekonomi işlemeye devam eder. Ama bazınız büyüdüğü zaman yüzde 10'luk bir azalma veya büyüme çok önemli bir rakamdır. Toplam kredi hacmindeki büyüme bölü gayrisafi milli hasılaya baktığımız zaman kriz öncesinde en fazla yüzde 8'lere çıkmışız. 2004, 2005'te çok hızlı büyüdüğümüz dönemlerde bile bu rakam yüzde 5-6 seviyesinde. Şu anda ise yüzde 11. Çok hızlı bir şekilde de artıyor ve büyüme trendi devam ediyor. İki yıl sonra mesela baz yüzde 30 - yüzde 30 diye büyüse veya yüzde 25 - yüzde 25 diye büyüse, bizim şu anda yüzde 11 dediğimiz rakam aslında yüzde 16 olacak. O yüzden şu andaki kredi büyümesi problemli değil ama hızlanma kesinlikle var. Bunu görmemiz lazım. Ekonomiyi etkilemesi açısından hızlanmanın arttığını da görmemiz lazım. Dediğim gibi biz bunu zamana yaymaya çalışıyoruz. Ekonomideki büyümeyi de kredi büyümesini de sürdürülebilir kılmak için zamana yayarak, iniş çıkışları mümkün olduğu kadar minimize edecek, riskleri minimize edecek bir patikaya, bir yola girelim diye çalışıyoruz. Özetle temkinli gitmek lazım.
Şu anda yüzde 11. Bu yıl yüzde 30, 2011'de de yüzde 30 gelecek olursa yüzde 14-15'lere ulaşmış olacağız. O zaman mesela 3 yıl içinde yüzde 20'lere çıkar. Olmayacak şey değil çünkü yüzde 30'la da büyüyebilir gerçekten. Bankacılık sektörümüzde arz açısından da talep açısından da bir problem yok. Sermaye yeterlilik oranlarımız çok sağlıklı. Orada kredi büyümesini frenleyecek bir şey görmüyoruz. Kârlılığımız azalmakla birlikte devam edecek. I Sektörümüz çok sağlam. Ne arzda ne talepte frenleyecek bir şey var. Bu şekilde birkaç yıl I yüzde 30'la gidebilir. Diyelim ki yüzde 15'lere, I 20'lere vardık ve anında şu anda krizde I gördüğümüz gibi sıfırlanma, durma yaşadık. O zaman bunun ekonomiye yüzde 15-20'lik bir etkisi olacak. Kriz döneminde bu yüzde 8'den, eksi 4'e düşmüş. Yüzde 20'den eksi 4'e düştüğü zaman bunun yaratacağı reel daralmayı takdir edebilirsiniz...
Bizim ilk hedeflerimizden biri kredi büyümesini zamana yaymak, bu arada mümkün olduğu kadar özkaynak kullanımını teşvik etmek. Sektörün büyümesini ve derinleşmesini destekliyoruz ama önemli olan kârlı büyüsün. Yine riskleri azaltmak için önemli başka bir konu daha var. Finansal kontratlarda vadeleri uzatmamız çok önemli. Türkiye'de özellikle mevduatın vadesi 2005'ten bu yana çok ciddi daraldı. Bu dönemde Türkiye'nin riskliliği azaldı. Hazine, yeni borçlanmalarında baktığımız zaman bu dönemde vadesini 15 aylardan 45 aylara kadar çıkarttı. Şirketler, borçlanma vadelerini çok ciddi bir şekilde uzatabildiler. Ama mevduatın vadesi 2005'te 65 günken şu anda çok ciddi şekilde düştü. Mevduatın vadesi, kredinin vadesine göre tabii ki düşük olacak. Bu sektörün yapısı, sistem bu şekilde çalışıyor. Değişik ülkelerde değişik rakamlar var ama bizimki nispeten düşük. Normal zamanlarda bu büyük bir problem değil. Mevduat normal zamanlarda çok büyük ölçüde roll ediyor ve bu iş sürdürülebiliyor ve kârlı bir şekilde gidiyor. Ama esas sorun likidite sıkışıklığının olduğu dönemlerde yaşanıyor ve bu vade uyumsuzluğu reel sektörü de çok sert bir şekilde etkileyebiliyor. ~
Mudiler açısından düşündüğümüzde; Hazine borçlanmasının vadesini uzatabiliyor. Mudiler niye uzatmıyor? Mevduatın getiri eğrisine baktığımızda şu anda neredeyse tamamen yatay. Yani uzun vadeye yatırdığınız zaman bir şey kazanmıyorsunuz. Hazine bonolarının getiri eğrisine baktığınızda ciddi bir vade primi var. Ama mevduatta onu görmüyoruz. Niye görmüyoruz diye düşündüğümüzde, muhtemelen bankalarımız uzun vadeye ekstra prim vermeye ihtiyaç duymuyor. Bu şekilde götürebiliyorlar. Bu da bir başarı tabii ama kötü zamanlarda bu devam etmeyecek. Önümüze bir problem olarak çıkacak. O zaman bir şekilde mevduatı uzun vadeli tutmayı özendirmemiz lazım. Herhangi bir bankanın bu politikası diğer bankaları riske sokuyor. Orada bir dışsallık var. Bankacılık sektörünün bütün ekonomiye dışsallığı var. Bu dışsallığı herhangi bir banka kendi politikasında içselleştirmiyor. Bu durumda bizim işselleştirmemiz gerekiyor. Zorunlu karşılıkları bu şekilde aktif olarak şu anda kullanmayı düşünüyoruz.

M. Rauf Ateş
Mevduatın vadesi nereye geldiği zaman normal olabilir? Şu anda 60'lardan 50'lere düşüyor. Tekrar 70'lere geldiğinde mi normal olur daha mı yukarı çıkması lazım?

Mehmet Yörükoğlu
Burada istenilebilir bir rakam zikretmek gerçekten çok zor. Yön önemli. Sonuç olarak artırmak istiyoruz. Bu 70 mi olur 80 mi olur bilemiyorum ama ne kadar artırırsak o kadar iyi. Hem mevduatta hem kredilerde vadeyi uzatmak istiyoruz.

M. Rauf Ateş
Erhan Bey sizinle devam edelim... Siz 2011'de reel sektör bazlı bir büyüme öngörüyor musunuz? 2011 için genel görüşünüz nedir?

Erhan Usta
Genel olarak konuşmalara katılıyorum. 2011 yılında reel sektör bazlı bir büyüme bekliyoruz. Bu ister iç taleple olsun, ister dış taleple olsun. Bu alınan kararların ithalat üzerinde bir miktar sınırlayıcı etkisi olursa, zaten bu durum daha çok yurtiçi üretime dayalı bir büyümeye neden olacak. Bu yönüyle ortam biraz daha olumlu.

M. Rauf Ateş
İhracata yönelik beklentiniz nedir?

Erhan Usta
Ülkede cari açık kaynaklı, ileriye yönelik bir kırılganlık oluşmasından endişe ediliyor. Zaten şu anda Türkiye ile ilgili yurtdışı kaynaklı makaleleri okuduğunuz zaman da hep bu konu söyleniyor. Alınan kararlar ve bundan sonra bunun devamı mahiyetindeki kararlar, bu kırılganlığın azalmasına neden olacak. Ben başlangıç konuşmamda, kararların başlangıçta talebi kısıcı etkisi olabilir ama bir yılın üzerindeki bir vadede büyüme üzerinde olumsuzluk görmüyoruz demiştim. Bunu şu nedenle söyledim: Yatırımcı güveninin daha fazla artması, özel sektör yatırımlarını artıracaktır. Zaten faiz düşüşü de bunun için olumlu bir ortam oluşturacak. Bu da daha çok ihracat açısından olacak. Hem kurun getirdiği bir avantaj da olacak. Uzun dönemde kurla bir rekabet olmayacağını söylüyoruz ama kısa dönemde kurun ihracatçının rekabetine katkı yapacağını inkar etmek pek mümkün değil. Bütün dünyada kur savaşlarının temelinde o var. Dolayısıyla ihracatı iki yönlü düşünmek lazım. Hem kur nedeniyle hem artan dış talep ve artan yatırımlar nedeniyle ihraç edebileceğimiz ürünlerin arzında bir artış olabilir. Bu yönüyle reel sektör açısından olumlu bir ortamın olacağını düşünüyorum.

M. Rauf Ateş
Yatırımlarda bir artış bekliyor musunuz?

Erhan Usta
Tabii özel sektör yatırımlarında bekliyoruz. Zaten hızlı bir büyüme var. Yatırımların aynı şekilde yüksek olması pek beklenemez ama oradaki büyüme trendinin devam edeceğini bekliyoruz. ~

M. Rauf Ateş
Ekonomide sorun olarak kalacak, çözülemeyen en temel konular nelerdir? İşsizlik var mesela...

Erhan Usta
Bizim temel en büyük sorunumuz istihdam, işgücü piyasasında. Yeteri kadar esnek değil. Herkes de bunu söylüyor. Burada atılması gereken adımlar olmalı. İstihdam stratejisi çalışmaları vardı ama şu anda bir süreliğine kalmış durumda. Bu çalışmalara hız kazandırılıp işgücü piyasasının esnekliğini artıracak adımlar atmamız lazım. Bence en temel sorunlardan bir tanesi bu. İkincisi, 2000 yılından itibaren hep makro politikalarla ekonomiyi bir yere götürmeyi hedefledik. Daha detay bazda, daha sektörel hatta mal bazında bile Türkiye'nin hedeflerinin olması lazım. Belli mallar bazında bile tercihlerimiz olabilir. Bu alanları uluslararası kurallara aykırı olmamak kaydıyla teşvik etmek lazım. Bu tür politikalara ağırlık vermemiz gerekiyor kanaatindeyim. Şu anda bunu çok fazla yapabildiğimizi söylemek mümkün değil. Genelde hep makro çözümlerle gittik, gidiyoruz. Evet makro çözümler belli bir yere kadar gidiyor ama ondan sonra oluşan aşırı güven bu kez ters çalışmaya başlayabiliyor. Neredeyse ekonominin güven kaynaklı bir sıkıntısı var diyebiliriz. Dolayısıyla burada daha detay politikalara eğilmemiz lazım. Bu noktalara eğilmemiz lazım. Oralarda yapılacak işler olduğunu düşünüyorum. Diğer bir husus ise enerji. Enerji ithalatımızı azaltıcı tedbirleri aldığımızı pek fazla söyleyemiyorum. Enerji ithalatımız tekrar 50 milyar dolarlara kadar geldi. 50 milyar doları bulmadı ama tahminimize göre 2011 yılında 50 milyar doların biraz altında kalacak. Yaklaşık 45 milyar dolar civarında bir enerji ithalatı olacak. Enerji ithalatı biraz da tabiatın getirdiği bir şey. Çözmek çok kolay değil ama burada yapılması gereken şeyler var. Cari açık sorununun temelinde de bir miktar bu var. Arz güvenliği açısından da enerji konusunda bir miktar adım atmamız gerekiyor. Nükleer enerji bunlardan bir tanesi ama yeterli değil. Yurtiçi üretime dayalı enerji arzını artırmamız gerekiyor. Buralarda daha yapacak işlerimiz var.

M. Rauf Ateş
Cihan Bey sizinle devam edelim. Siz Türkiye'nin cari açığını büyük bir risk olarak görüyor musunuz?

Cihan Yalçın
Ben önceki konuşmamda söyleyemedim. Şirketler kesiminden bahsederken onu eklemek istiyorum. Yaptığımız analitik çalışmalarda bu ölçek sorununun Türkiye'de önemli olduğunu ve büyümenin en önemli dinamiklerinden biri olabileceğini görüyoruz. Yani önümüzdeki dönemde potansiyel büyümenin yüksek kalması buna, şirketlerin optimal ölçeğe evrilmesine bağlı kalabilir. Tabii burada kredi kanalının, bankacılık sisteminin o kesime vereceği destek çok önemli. Buradan tasarruf oranına da geçmek istiyorum. Türkiye'deki düşük tasarruf, finansal tasarrufların yetersiz olması, büyüme ihtiyacı içinde olan şirketlere sorun yaratıyor. Bir yandan da cari açık sorunumuz var, tüketim ve yüksek kredi büyümemiz var. Buna biraz mikro bakmamız gerekiyor. Daha mikro şekilde, kesimlere dönük politikalar üretmemiz gerekiyor. Makro baktığımızda evet, kredi oranları çok hızlı büyüyor ama kredi ve büyüme ihtiyacı içinde olan şirketler de yavaş büyüyebiliyor. Çünkü onların sıkıntıları daha farklı olabiliyor. Tabii ki cari açık boyutu önemli. Türkiye, Erhan Bey'in de dediği gibi çok düşük istihdam oranlarına sahip. Yüzde 42-43. Gelişmesi ve ekonomisi belli bir olgunluğa erişmiş ülkelerde bu oran çok daha yüksek. Yüzde 65-70'lerde.

M. Rauf Ateş
İstihdama katılım mı?

Cihan Yalçın
Toplam istihdamın çalışabilir nüfusa oranı. İşgücüne katılım değil. Aradaki fark şu, arada işsizlik de var. Bu bahsettiğim oran, yani yüzde 42-43 olan istihdam oranı, diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda oldukça düşük. En altlardayız. OECD ile karşılaştırmak zaten mümkün değil. OECD'de yüzde 65-70 oranlarına ulaşıyor. Alt ayrımına gittiğimizde kadınların işgücüne katılım oranı çok daha düşük. ~
Yüzde 25'lerde. Türkiye'nin bu dönemde kırdan kente göç olayını çok yoğun yaşaması bu oranı daha da düşürdü. 15-20 yıl önce kadınların istihdam oranı yüzde 40'lardayken bugün 25'lere indi. Tabii bir de kayıtdışı ekonominin boyutu var. Neden bu konuya geldim? Çünkü bunu cari işlemler açığıyla ilişkilendirmek istiyorum. Yani Türkiye aslında az çalışıyor. Bütün rakamlar bunu gösteriyor. Kredi hızlı büyüyor diyoruz. Neden hızlı büyüyor? Çünkü az sayıda insan çalışıyor, az insan üretiyor... Hala tehlike yok diyoruz, toplam kredi hacminin GSYİH'ye oranı yüzde 40-45 arası diyoruz. Kıyaslama yaptığımız ülkelere göre düşük olduğu için tehlike olmayabilir diyoruz ama Türkiye'de çalışan nüfus az. Böyle bir gerçek var. Bu anlamda bağımlı nüfus oranı çok yüksek. Bu nedenle cari açık da büyük oranda sorun teşkil ediyor. Çünkü bu düşük tasarruf demek, düşük istihdam demek... Zaten Türkiye'nin tasarruf oranı da ciddi olarak düşüyor. 1999 yılında yüzde 25 olan özel kesim tasarruf oranı bugün yüzde 12'lerin altına düşmüş durumda. Bu bize cari açığın sorun olabileceğini gösteriyor. Bir kere kısalan dış finansman vadesiyle birlikte cari açığın ciddi bir risk olabileceği görülüyor. Bunu biz fiyatlamasak bile kreditörler fiyatlıyor ve fiyatlayacaktır. Hem içeride hem dışarıda Türkiye ekonomisi algısı değişti. Bu çok doğru. Krizden dirençli çıkmamız bu bakışı ve algıyı çok iyimsere çevirdi ama bu cari açığı da bence henüz çok fiyatlamadılar. Bence önümüzdeki dönem fiyatlayacaklardır. Türkiye o anlamda bir risk teşkil ediyor. Tabii cari açığın Mehmet Bey'in dediği gibi 20-30 yıla yayılan bir perspektifle çözülmesi lazım. Türkiye'de tasarruf oranı çok düşük. Türkiye büyümek için bir miktar toplam faktör verimliliğinden katkı sağlayacak, yani sektörel dönüşümlerden. Diğer yandan da yatırımlardan gelecek. Türkiye'de yatırım oranlarının düşmesi mümkün değil. Öyle bir lüksümüz yok. Yatırım oranları belli bir düzeyde, yüzde 20'lerde gitmek zorunda. Bu özellikle iş gücüne yeni katılımlar yani istihdamı yüzde 60'lara çekmemiz için gerekli, yani genç nüfusun devreye girmesi için. Hızlı büyümek için teknolojik gelişmeler, sektörel kaymalar yeterli olmayabilir. Yüksek yatırım oranları gerekiyor. Bu da dışarıdan kaynak ihtiyacımız olacağı anlamına geliyor. Ama bu yetmeyebilir. Bu kendi içimizde, kendi iç tasarruflarımızı artırıcı bir zihniyete ulaşmamızla mümkün. Burada doğrudan makro veya mikro politikalar yeterli olmayabilir. Mevcut zihniyeti, yapıyı değiştirmek önemli. Yani önümüzdeki 25 yıldaki demografik yapımız tasarruf oranlarında bir miktar artış olacağını gösteriyor ama bu çok sınırlı bir artış. Bu nasıl olacak? Genç nüfusun iş gücüne katkısıyla. Bir miktar buradan gelecek bir etki olabilir. Ama dediğim gibi bunlar sınırlı olacaktır. Türkiye'de genel olarak tasarruf alışkanlıklarımızda bir sorun var. Ya da bu hesaplamayla da ilgili olabilir. Bizim yaptığımız hesaplarda hane halkı tasarrufları toplam tasarrufların çok küçük bir oranını oluşturuyor. Bu aslında belki doğru ölçülemiyor da olabilir. Bunu çok net ortaya koymamız mümkün değil. Ama şu gerçek var ki hane halkı tasarruflarının artırılması önemli. Aynı şekilde şirket tasarruflarının da artırılması önemli. Şirket tasarruf oranlarımız dünyadaki diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda aslında düşük. Bu anlamda şirketlerin karlılığını artırıp oradan da bir tasarruf sağlamak lazım. Kısaca, istihdam oranın düşük kalması durumunda cari işlemler açığı Türkiye'de potansiyel bir risk olarak kalacaktır.

M. Rauf Ateş
Genel görüşler gösteriyor ki 2011'e ilişkin büyümeye yönelik olumlu beklentiler var. Cari açık ise bir risk olarak ortaya çıkıyor. Türkiye ekonomisine yönelik sizin öngördüğünüz başka riskler var m?

Cihan Yalçın
En büyük risk şu anda cari açık riski. İkincisi işsizlik oranının yüksek olması. Son yıllarda birtakım sosyal politikalar geliştirildi, kamunun bu sosyal politikalar için harcadığı para da arttı ama tabii bu iş konusundaki huzursuzluk toplumda bir kamplaşma, bir sıkıntı yaratabilir. Bence bu konu belki şu anda çok belirgin değil ama bir risk adayı diyebilirim. Mesela son haftalarda öğrenci hareketleri var. Küçük gibi görünüyor ama bunlar da önemli. Yani sosyal politikalara ayrılan pay ya da bundan sonra yapılacak sosyal politikalardaki çeşitlenme, sıkıntılı kesimlerin sorunlarını görme açısından bir işaret veriyor.~
O anlamda bir risk teşkil edebilir. Bir de bu kısa vadeli sermaye girişi de bir sorun aslında. Biliyorsunuz dünyada birçok dengesizlikler de mevcut. Şu anda çok iyi görünen bir durumun tersine dönme riski de var. Yani iç dengeler yerinde görünüyor ama dış dengelerde sorun olduğu zaman tabii ki etkilenme söz konusu olacaktır.

M. Rauf Ateş
Teşekkürler. Peki Serhat Bey, siz riskler olarak neyi görüyorsunuz?

Serhat Gürleyen
İçerideki riskleri zaten konuştuk. Ben dışarıdaki risklere değinmek istiyorum. Birincisi, dünyada dış taleple iç talebin farklılaşması konusu var. Yani gelişmiş ülkelerin büyüme hızı çok yavaş. Bu durum daha uzun süre, en az 5 yıl, belki 10 yıllık bir süreçte böyle devam edecek. Çok fazla borç var ve bu borç çok fazla altından kalkılabilecek bir borç da değil. O borcun yavaş yavaş eritilmesi, bir yandan da ekonomilerin büyümeleri lazım. Ve bu süreçte ekonomiyi hızlandırmak için maliye politikası da kullanamıyorlar. Çünkü çok fazla borç var. Bu nedenle genişleyici para politikası kullanacaklar. FED, 2011'de faiz artırır deniyordu, 2012'ye kaldı, 2013'te artıracak diyenler var... Muhtemelen oraya gittiğimizde biraz daha uzadığını göreceğiz. Bir yandan da gelişmekte olan ülkeler de hızlı büyüyor. Hızlı büyüyen, işsizlik sorununu çözen ve kaynak kullanımını artıran gelişmekte olan ülkelerde enflasyon sorunu olacak. Sorun şu: Dünyadaki rezervlerin, mal hareketlerinin, hizmet hareketlerinin ağırlıklı kısmı gelişmiş ülkelerde. Bu ülkeler genişletici para politikası uygularken Türkiye'nin de içinde olduğu gelişmekte olan ülkeler, finansal istikrarla karışık bir daraltıcı para politikası uygulamak zorunda kalacaklar. Sermaye hareketlerine sınırlama koymadan bunu yapmak çok kolay değil. Burada Türkiye diğer gelişmekte olan ülkelerden şu noktada ayrılıyor: Diğer gelişmekte olan ülkelerde tasarruf oranı yüzde 33, bizdeki oran ise yüzde 13. Genç nüfusumuz var. İş gücüne katılım, iş gücü oranı, tüm bunlar yeterince yüksek değil. Dolayısıyla burada biraz hassas bir denge var ve bu çok iyi yönetilmesi gereken bir süreç. Hem yabancı sermayenin gelmesine ihtiyacımız var çünkü tasarruf oranımız düşük, hem de bu sermayenin bizim istediğimiz yere gelmesini sağlamak lazım. Yani bu yabancı sermayenin sadece gelmesi yeterli değil. Uzun vadeli gelmesi lazım. Bu zorlu bir süreç. Olmaz veya yönetilemez demiyorum, yönetilebilir tabii. Ama ekonomi yönetiminin oldukça başını ağrıtacak bir süreç bence. Kanaatime göre ikinci risk yine dışarıdan kaynaklanıyor. Komşumuz, en büyük iktisadi ortağımız Avrupa'da hem durgunluk hem borç sorunu var ve bize gelen doğrudan sermayenin yüzde 70'i, turistlerin yüzde 70'i, ihracatımızın yüzde 50-55'i Avrupa'dan...
Bir yandan da bizdeki sanayi de Avrupa'ya ihracat yapmak üzere kurulmuş bir sanayi. Yani Ortadoğu'ya otomobil satmak için kurulmuş bir otomotiv sanayimiz yok. İlk kuruluş amacı zaten bu. Avrupa'ya entegre olmak. Bu sanayiyi dünyada büyümenin olduğu alanlara doğru çevirmemiz lazım. Ortadoğu'ya, Afrika'ya, Türk Cumhuriyetleri'ne yönelmemiz lazım. Sanayicimiz özellikle son yıllarda bunu zaten yapıyor. Hatta ciddi anlamda hayati tehlike olan pazarlara bile gidip mal satmaya çalışıyorlar. Ama Türkiye'deki kapasitelerin kullanılması için, yeni kapasitelerin kurulabilmesi için, yeni sektörlerin doğabilmesi ve büyüyebilmesi için dış ticaretteki pazarlarımızı çeşitlendirmemiz, mümkünse ürettiğimiz malları da çeşitlendirmemiz gerekiyor. Yani hem pazar çeşitliliği hem ürün çeşitliliği yapmalıyız. Son krizde şunu gördük ki katma değerimizin en fazla olduğu sektörler, ekonomik durgunluklara ve krizlere de en fazla duyarlı olan sektörler. Kriz dönemlerinde çok hızlı bir daralmayla karşı karşıya kalabiliyoruz. Verimli üreticiler olmamıza rağmen. Önümüzdeki 5-10 yılda sanayimizin yapısında da bir dönüşüm sağlamamız lazım. Gördüğüm üçüncü risk ise belki daha uzun vadeli bir konu. O da sosyal güvenlik açıkları. Şu an çok genç bir nüfusumuz olmasına rağmen bütçeye sosyal güvenlik tarafından gelen yükler oldukça fazla. 10-15 yıl sonra nüfusumuz yaşlanmaya başladığında bu süreci yönetmek çok daha zor olacak.~
Dolayısıyla şu an bütçede sağlanan iyileşmelerin bir kısmının ileriki sorunları çözmek üzere sosyal güvenlik reformunu da daha ciddiye alan adımlarla devam ettirilmesi lazım.

M. Rauf Ateş
Yeni dönemin gerçeklerine gelmişken, Mehmet Bey'e dönmek istiyorum. Bu konuda Merkez Bankası'nın atacağı adımlar neler olacak? Bunlar ekonomiye ve piyasalara nasıl yansıyacak?

Mehmet Yörükoglu
Serhat Bey'in sıraladığı risklere ben de aynen katılıyorum. Gerçekten de para politikası açısından enflasyon ayrışması önümüzdeki dönemde çok daha önemli hale gelebilir. Gelişmiş ülkelerde düşük enflasyon devam edecek ama yükselen piyasa ekonomilerinde hem canlı talep ve canlı ekonomiden dolayı, hem de bu ekonomilerde gıda, enerji ve emtianın sepetteki ağırlığından dolayı enflasyon baskıları oluşacak. Zaten birçok ülkede bu baskılar oluşmaya başladı. Bu durumda para politikasını da çok rahat kullanamayacaklar. Çünkü bizim gibi birçok yükselen piyasa ekonomisinde ülkelerin kendi yerel yatırımcıları için reel faiz önemli. Yabancı yatırımcılar için ise paralarının değer kazanacağı varsayımı, en azından değer kaybetmeyeceği varsayımı, yani nominal faiz önem taşıyor... Burada reel faiz ile nominal faiz ayrışması söz konusu. Ülkeler nominal ve reel faizleri çok fazla yükseltemeyecekler. Bu noktada bizde olduğu gibi o ülkelerde de sıcak para girişi riskleri, problemleri doğacak. Bir bakıma yükselen piyasa ekonomilerinde enflasyon yükseldiği durumda -şu anda öyle çok ciddi bir durum yok ama- para politikaları bloke olmuş durumda. O yüzden ister istemez para politikaların da faizin yanında diğer araçların da kullanılması hatta yenilerinin devreye sokulması gerekiyor. Çünkü halihazırdaki araçlar da öyle çok kuvvetli araçlar değil. Merkez Bankası'nın elinde o türden iki farklı araç var. Bunların biri likidite politikaları. Diğeri ise munzam (zorunlu) karşılıklar. Bunun yanında BDDK'nın elinde, Hazine'nin ve Maliye'nin elinde de araçlar var. Bunların hepsinin koordinasyon içinde beraberce kullanılması lazım ki hem finansal riskler açısından hem eğer ileride bu durum devam edecek olursa para politikası açısından sorun yaşanmasın. Yani kurumlar arasındaki bu koordinasyon çok önemli. Kurumlar arasında bu algılamanın, bu bakışın yerleşmesi çok önemli. Ayrıca bunun diğer oyuncular, yatırımcılar tarafından iyi anlaşılıp iyi okunması, iyi iletişim kurulması da bence çok büyük önem taşıyor. Önümüzdeki dönemde en önemli problemimiz iletişim ve koordinasyon olacak gibi görünüyor.

M. Rauf Ateş
2011 yılında gelişmiş ülkelerde bir faiz artırımı bekliyor musunuz? Avrupa'da, ABD'de, Japonya'da.

Mehmet Yörükoğlu
2011 yılında teknik artışlar olabilir ama ben gelişmiş ülkelerde böyle bir artırım olacağını çok zannetmiyorum. Zaten gelişmiş ülkeler faiz artırımına başlarsa bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin birçok problemi çözülür ve rahatlarız.

M. Rauf Ateş
Adnan Bey, size dönelim. Bankacıların gözünden, sizin cephenizden nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Adnan Bali
Merkez Bankası'nın aldığı tedbirler ve bu tedbirlerin yöneldiği amaçlar açısından yaklaştığımızda, yeni koşullar özellikle kredi sürecinde sağlıklı büyümeyi özendiren bir tedbirler paketini içeriyor. Bankaların zaten doğal olarak buna dikkat etmeleri beklenir ama konjonktürün getirdiği bazı rekabet koşulları bunun dışında uygulamaları yapmaya da zaman zaman imkan veriyor. Veya gerekçe oluşturabiliyor. Hep ifade edilen şu vardır: Marjların daralmasının yarattığı gelir kayıplarını kompanse etmek için hızlı büyüme gerekir. Halbuki tam tersidir. Marjların daraldığı bir ortamda, özellikle kredide az hata yapmanız lazım. Çünkü onların telafisi daha güç hale geliyor. Marjların geniş olduğu dönemlerde bir anlamda hata yapma lüksünüz var ama burada yenilen gol kaleden zor çıkar. Bunun matematik hesabına da çok kabaca değinecek olursam; yüzde 5-5,5 civarında net faiz marjının olduğu bir yerde 1 birim krediyi batırdığınızda 20 kat ilave plasman yapmanız lazım.~
Bugün bu eğer yüzde 4'e indiyse 25 kat ilave plasman yapmanız lazım. Onda da hiç hata yapmamanız gerekir. Dolayısıyla marjların daralması kredide sağlıklı büyümeyi teşvik edecek bir unsurdur. O yönüyle de alınan proaktif önlemlerin sektör açısından önemli bir uyarıcı olduğunu düşünüyorum. Örneğin bu sadece bu tür makro ekonomik tedbirlerle yürümedi. BDDK'nın son basın açıklamasıyla ifade ettiği konut ve ticari işyeri kredilerinde, kredi teminat dengesine ilişkin yüzde 75 ve 50'lik sınırlamalar da doğrudan belli alanlarda belli hataların yapılmasına imkan yaratılmaması için. Ayrıca değerlemelerin de yetkilendirilmiş kuruluşlarca yapılması gerektiğine dikkat çekiliyor. Bence bu tedbirlerin ruhuyla da paralel bir mahiyet taşıyor esas itibarıyla. Özel olarak ise şunu söyleyebilirim. Biz zaten İş Bankası olarak bu uygulamalarda, özellikle konut kredilerinde, öteden beri rekabet neyi gerektiriyorsa gerektirsin, bu hassas noktalara uyan bir bankayız. Bunun böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Burada önemli olan kredide hangi prensiplerle yürüyeceğiniz. Fiyatlamada şu veya bu seviyeye geleceğimizden daha önemli olan unsur, kredilendirme prensiplerinizin ne kadar sağlıklı olduğudur. Türkiye bu konuda deneyimli bir ülke. Bankacılık sistemi son derece deneyimli. Artık isme, popülariteye, varlığa, servete dayalı kredilendirmelerin dönemi büyük ölçüde kapanmıştır. Bundan sonra işe kredi dönemi yaşanıyor. Kredilerin de işten kaynaklanan varlıklarla geri ödenmesinin baştan görülüyor olması önemli. Bunları yaptığınız, yapabildiğiniz ölçüde ancak konjonktürün yarattığı ortalamalar kadar riske yakın seyredersiniz. Hatta büyük ihtimalle onun da altında kalırsınız. Dolayısıyla ben bankacılık sektörü açısında bu mesajların doğru alındığını düşünüyorum. Rekabet tabii ki olacaktır. Bir miktar burada fonlama kalemlerindeki farklılaşmalardan kaynaklanan ama çok çarpıcı sonuçlar yaratmayacağını düşündüğüm farklı fiyatlamalar olabilir. Şu anda ortaya konan tablo, bunu gerektirecek ölçüde bir sert müdahale içermiyor zaten. Bunlar kaliteyi artırıcı, vade yapısını uzatmaya yönelik unsurlardır. Böyle baktığımız zaman açıkçası bunu fark yaratacak önemli bir unsur olarak görmüyorum.

M. Rauf Ateş
Sizce kredilerde, özellikle konut kredilerinde bir ısınma vardı da o yüzden mi bu önlem geldi, yoksa düzenleyici bir tedbir mi?

Adnan Bali
Konuttaki kredi oranlarına baktığımızda biz bu anlamda bir problem oluşturacak bir veriyi görmüyoruz. Bugün geri ödeme performansına bakıldığında son derece sağlıklı bir resim ortaya çıkıyor. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Bu ülkedeki hane halkı borçtan korkan bir halktır. Biz hala bu konuda açılmamış durumdayız. Konut kredilerinin Gayrisafi Yurtiçi Hasıla'ya (GSYİH) oranının yüzde 5 olması tam da bunu ifade ediyor zaten. Biz toplum olarak hala, sadece ödeyebileceğimiz yükün altına giriyoruz. Alınan tedbirler ise bunun dışında davranış kalıplarına girmememize dairdir. Yoksa şu anda öyle bir sorun veya risk olduğundan hareketle bu işin o noktaya geldiği düşüncesinde değilim. Yani kişisel olarak alınan tedbirlerin bir varlık balonu veya buna benzer birtakım risklerin tespitine dayalı olduğunu düşünmüyorum. Biraz önce zorunlu karşılıklar kısmında da ifade edildi. Ben de vadelere biraz değinmek isterim. Aslında Türkiye'deki vadelerin kısalığı büyük ölçüde bizim geçmişteki kriz konjonktürümüzün yarattığı ve neredeyse yapısallaşmaya dönüşmüş psikolojik bir hadise. Bunun fiyatlamalardaki bazı teşvik veya caydırma parametreleriyle doğrudan ilişkili olduğu kanaatinde değilim. Türk insanının hafızası kısa denir ama geçmişte yaşanmış olumsuz olaylarla ilgili hafızalarda kalmış dersler de var. 1997'de Asya-Rusya krizi, 1999'da deprem, 2001 Türkiye ekonomisinin büyük krizi, 2002 seçim yılı, 2006'nın haziran ayında şöyle bir sallanma, 2008 son çeyreğinde global kriz ve sonrasında seçim süreçleri... Şurada 10 yılı biraz aşkın bir süreden bahsediyoruz ama defalarca ters yüz olmuş bir ekonomik konjonktür ortaya çıkıyor.Dolayısıyla bu ekonomideki karar alıcılar doğal olarak "önce göreyim, öyle fiyatlayayım" diye düşünüyor.~
Aslında bence zihinlerindeki de bir vade tercihi değil repricing (yeniden fiyatlandırma) tercihi. Bence bu ikisi birbirinden ayrılmalı. Asıl vade daha uzun bir yerde ama bizim şu anda konuştuğumuz vadeler bir repricing. Ben o nedenle bu yapının sadece bu tedbirlerle çok ciddi bir dönüştürme fonksiyonu görebileceğini şahsen düşünmüyorum. Bankalar, fon toplayan kuruluşlar olarak bu konuda uzun vadeyi daha fazla teşvik edecek primler ödememizin çok dönüştürücü etkisinin olduğunu görmüyoruz. Geçmişte bu politikaları çok denedik. Örnek vereyim: Yurtiçi tahvil arzlarında bu risk primini ziyadesiyle ödeyecek seviyeler söz konusu şu anda. Örneğin aynı vadeye tekabül eden konut kredilerini birebir fonlamada size yeterli alan bırakmayan bir borçlanma maliyetidir o. Vadeyi uzatmanız gerekiyor. Vadeyi uzatmanız güzel, iyi bir şey ama tek amaç vadeyi uzatmak değil. Kârlılığı koruyarak vadeyi uzatmak önemli. Bizden aynı vadede fon talep edenler, o maliyetle edinilmiş fonları kabullenme eğilimde değiller. Dolayısıyla ben bunun biraz istikrarlı ekonominin diğeri kadar hafıza yaratmasına, yani kriz konjonktürleri kadar hafıza yaratmasına bağlı bir süreç olduğunu düşünüyorum. Yani bizim zihinlerimizin bir miktar yeni konjonktüre alışması, inanması bunun gerektirdiği tercihleri yapması gerekiyor, böyle bir noktaya gelmemiz gerekiyor. Bunun biraz psikolojik boyutu var, i kültürel boyutu var. ı Dolayısıyla aslında bizim şu yeni I konjonktürde yapacağımız şey; faiz politikasıyla oluşturulan mesajlarla faiz dışı araçlar suretiyle I oluşturulan mesajların gerektirdiği ve piyasa koşullarının gerektirdiği uygulamaları aynen yürütmeye çalışmak. Ayrıca bu çerçevenin gerektirdiği büyüme ve pazar payı hedeflerine ulaşmaya çalışmak. Şöyle bir benzetme yapayım. Bu global krizin bana göre altta, en temelde yatan gerekçesi ne diye sorulsaydı, ben iki gerekçe sayardım. Birincisi; global ticaretteki dengesizlik. Yani cari açık verenlerle cari fazla verenlerin blok halde ayrışmış olması. Diğer taraftan ikincisi de düşen kâr marjlarının leverage edilerek suni, fiktif birtakım pozisyonlar suretiyle ikame edilmeye çalışılması. Yeni konjonktürde bunu Türkiye'ye uygulayacak olursak, bizim küresel ticaret dengesizliği açısından bakıldığında bir eksiğimiz var gibi görünüyor. O da cari açık. Cari açık verenlerin özelliğine baktığımızda ya rezerv paraya dayanıyorlar, ya ülkelerinde her zaman değer ifade edebilecek olan bir kaynağa dayanıyorlar... Örneğin petrol gibi. Bizde her ikisi de söz konusu değil. Böyle olunca cari açığın sürdürülebilirliği kavramı bizim için biraz daha hassas. Bu yönüyle cari açık bizim yumuşak karnımız. Ama diğer taraftan dünyadaki global kriz sırasında gördüğümüz ve devasa boyutlarına tanık olduğumuz hadisenin I bizde karşılığının olmadığını görüyoruz. Biz ciddi derecede deleverage bir ekonomiyiz ve finansal sistemiz. Dolayısıyla bu diğer taraftaki eksiğimizi bir miktar kompanse eden bir olgudur bu. Bu da 2011 yılında büyüme için genel dengeleri sarsmadan hala yerimizin olabileceğini ifade ediyor. Ama daha özen, daha dikkat ve bu tür tedbirlerin yöneldiği noktalara hassasiyet taşımamız lazım.

M. Rauf Ateş
Erhan Bey sizinle devam edelim. Siz DPT olarak sektörleri de yakından takip ediyorsunuz. Türkiye'nin bu hızlı büyümesi 2011'de de devam edecek mi? Sektörlerin performansı bu noktada sizce nasıl olacak?

Erhan Usta
Genel büyüme olarak önümüzdeki dönemde yüzde 5 civarında bir büyüme bekliyoruz. Aslında Türkiye'nin ihtiyacı

bunun üzerinde. Bizim gelişmiş ülkelerle aramızdaki farkı biraz daraltmak için yüzde 5 civarında büyüme çok da yeterli değil. Örneğin 9. Kalkınma Planı'nda ortalama yüzde 7 idi. Ama son dönemde hepimizin bildiği gibi yaşanan durgunluklar ve krizler bizi bu hedeflerden uzaklaştırdı. Demek istediğim yüzde 5 yüksek bir büyüme hedefi değil. Aslında makro dengelerimizi bir kısım sektörel, mikro bazlı tedbirlerle desteklersek Türkiye ekonomisi olarak bunun üzerinde büyümeleri de görebiliriz.~
Tabii şöyle bir gerçek var. 1 yıl negatif olduğumuzda çok şey kaybediyoruz. Çünkü bu durum ortalamayı çok düşürüyor. Hiçbir şey kaybetmeden yolumuza devam etmemiz lazım. Bu çok önemli. Sektörel konulara gelirsek. Aslında o bölümlerden birebir sorumlu değilim ama yine de fikirlerimi paylaşabilirim. Şu andaki beklentimiz, geleneksel olarak büyümeye katkı veren motorlu araçlar, demir çelik, elektronik, tekstil gibi sektörlerin önümüzdeki dönemde de büyümeye katkılarının devam edeceği yönünde. Bu noktada şu yapıya biraz daha çalışmamız lazım. Daha yeni, daha yüksek teknolojili ürünlere, katma değeri daha yüksek hizmetlere yönelmeliyiz. Bu tarz ürünler üreterek yolumuza devam etmemiz gerekiyor. Bu, istihdam açısından da önemli, kârlılık açısından da. Türkiye aslında ihracat ürünleri açısından baktığımızda olağanüstü çeşitliliğe sahip bir ülke. Ama belli sektörlerde yığılma var. Yani diğer sektörlere de ihracatımızı yaymamız lazım. Biraz önce bahsedilen pazar çeşitliliğinin yanı sıra ürün çeşitliliğine de gitmemiz lazım. Genel olarak böyle görüyorum. Tabii burada çok fazla üzerinde durmadığımız bir kamu maliyesi konusu var. Kısaca ona da değineyim. Son 8-10 yıldır kat ettiğimiz mesafenin temelinde kamu maliyesindeki kararlılık ve başarılı uygulamalar var. Tabii burada özellikle ikinci dönem yüksek faiz dışı fazlalar verildi. 2008 yılındaki küresel krizle birlikte 2009 yılının kamu maliyesinde bir bozulma oldu. Ama yapısalda aslında o kadar değil. Hem 2000 öncesi 1990'lı yıllardaki istikrarsızlıklardan kaynaklanan, hem de 2000 sonrasında bu borç stokunu sürdürülebilir seviyeye çekmek amacıyla uygulanan faiz dışı fazla politikası nedeniyle, devlet tarafından yerine getirilmesi gereken ama ötelenmiş birçok toplumsal ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaçlar hakikaten yerine getirilemedi. 2005 sonrasında hükümetin aldığı birtakım yeni inisiyatiflerle aslında bu noktada önemli mesafeler kat edildi. Sosyal harcamalar konusunda, vergisel teşvikler konusunda, istihdam piyasaları ve kamu yatırımları konusunda önemli çalışmalar yapıldı. Yaptığımız hesaplara göre 2005-2008 döneminde uygulanan yeni inisiyatiflerin harcamalara yıllık etkisi milli gelirin yüzde 5'i kadar. Yani yaklaşık 50 milyar lira civarında, daha önceden toplumda hiç söz konusu olmayan bir kısım yeni harcamalar yapıldı. Kamu maliyesinde, faizden elde edilen tasarruflar aslında buralarda harcandı. Bunlar çok olumlu şeyler oldu. Fakat biliyorsunuz, 2010'dan itibaren hükümette bu küresel krizle birlikte bozulan kamu maliyesini düzeltme kararlılığı var. Bütün programlar da buna göre yapıldı. 2013 için toplam kamu açığının, milli gelirin yaklaşık 1,2'sine düşürülmesi amaçlanıyor. Bu çok önemli. Toplumun tüm kesimlerinin buna katkı vermesi gerekiyor. Kamu açığının düşürülmesine böyle bireysel bazda bakıldığında insanların çok fazla hoşuna giden bir durum değil. Sonuçta vergiler alınıyor, harcamalar kısılıyor vs. Ama toplumun tüm katmanlarının bu programlara destek vermesi lazım, bu çok önemli diye düşünüyorum. Bir de üzerinde çok durmadık ama kayıt dışılık meselesi Türkiye'nin temel sorunlarından biridir. Bunun çözümüne ilişkin çok ciddi bir yol alındığını söylemek de zor. Tüm programlarımızda kayıt dışı ekonomiyle mücadele konusuna özellikle vurgu yapıyoruz. Çünkü çok fazla olumsuz sonuç doğuruyor. Öncelikle rekabeti bozucu bir etkisi var. Kamu olarak önümüzdeki dönemde bu konuda yapacağımız şeyler var. Örneğin yüksek vergili ürünlerde kaçakçılık çok yaygın. Akaryakıt, tütün ve alkollü içecekler gibi. Bu ürünlerde önemli oranlarda kaçakçılık yapılıyor. Bunların hem kamu maliyesi üzerinde olumsuz etkisi oluyor, hem piyasada haksız bir rekabet ortamı oluşuyor. Örneğin burada kayıt dışının doğurduğu olumsuz etkiyi telafi etmek için bir başka alandan daha fazla vergi almak durumunda kalıyorsunuz. 2011 yılında bu kaçakçılık konusuyla etkin mücadele yapılacak, zaten programda da var.

M. Rauf Ateş
Çok teşekkürler. Peki tüm bunlara eklemek istediğiniz, dikkat çekmek istediğiniz son noktalar var mı?

Erhan Usta
Hayır, tüm detaylarıyla konuşulduğunu düşünüyorum. Teşekkürler. ~

M. Rauf Ateş
Cihan Bey, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Cihan Yalçın
Belki 2011 yılı için söyleyeceklerim geçerli olmayabilir ama orta vadede büyüme perspektifi açısından değerlendirirsek Türkiye'de hizmetler sektörü son yıllarda sanayiye göre biraz hızlı büyüdü. Tarımda performansımız çok düştü. Hizmetler sektöründe bankacılık ya da mali kuruluşlar, inşaat, ticaret çok hızlı gelişti ve önemli bir potansiyel. Ancak Türkiye'de sanayinin ve ihracata girdi üreten ithal ikameci alanların geriye gittiğini düşünüyorum. Bu, ithalata bağımlılığın artmasını da beraberinde getiriyor. Tabii ki dünya rekabet ortamında şirketlerimiz dışarıdan kendileri için en uygun olan ürünü, uygun koşullarda satın alabilirler. Ama burada kamunun, politika yapıcılarının bir teşvik mekanizması oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Zaten izlediğim kadarıyla Dış Ticaret Müsteşarlığı bugünlerde üretim açısından yurtdışından mal tedarikiyle ilgili, Türkiye'de ikamesi üretilebilecek alanlar olabilir mi bununla ilgili kafa yoruyor. Bana göre bu hayati bir konu. Öncelikle istihdam açısından çok önemli. Türkiye'de istihdam oranı düşük dedik. Hizmetler sektörünün ekonomi içindeki ağırlığının yüzde 75'lere ulaşması bir erken doğumdur. Tamam, sanayileşme süreci çok gerilerde kaldı denebilir ama kendimize özgü mikro hikayelerle kendimize ait bazı şeyler yaratabiliriz. Tümden bir sanayileşme dönemi sona erdi, yeni bir evreye girdik. Bu her ülke için aynı dönemlere denk gelmeyebilir. Türkiye'nin hala o alanda yapabileceği şeyler olduğuna inanıyorum. Tarım çok önemli bir sektör. Tarım sektörü çok hızlı şekilde yavaşladı ve büyümeye katkısı çok hızlı biçimde düştü. Tarımdaki verimlilik oranı çok düşük. Bu çok önemli bir şey. Bu konudaki politikalar gördüğüm kadarıyla yetersiz kalmış. Belki de bu, Türkiye'de son 30­40 yılın sorunu. Erhan Bey, kayıt dışı ekonomiden bahsetti. Bence de bu çok temel bir alan. Türkiye'nin potansiyel büyümesini ya da büyümesini yüksek oranda devam ettirmesini sağlayacak alanlardan biri de bu. Yani büyük bir kayıt dışı alan var. Bu alanın kayıt altına alınması, bir yandan işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, tüm bunlar birlikte yürütülmesi gereken şeyler. Aslında Türkiye'de bu kriz gösterdi ki işgücü piyasaları bayağı esnek. İmalat sanayinin krize bu kadar hızlı tepki vermesi bunu gösteriyor. İşgücü piyasamız o döngüsel olay içinde çok hızlı tepki verdi. Bu işgücü piyasasının etkin olduğunu ya da esnek olduğunu gösterir. Bu durum kayıt dışından kaynaklandı tabii ki. Yani Türkiye'de işgücü piyasasında sorunlar çözülecekse önce işgücü piyasasındaki kayıt dışı istihdam çözülmeli. Çünkü iş güvenliğinden tutun işsizlik sigortası uygulamalarının birlikte ele alınmasına kadar birçok konuyu içeren çok temel bir alandan bahsediyoruz. Türkiye'de istihdamın büyümeye katkısı son derece düşük. Son 20 yıla baktığımızda katkısı yüzde 10-15 arasında değişiyor. Çok düşük. Nüfusumuz genç diyoruz, bir büyüme potansiyelimiz var. Eğitimli yeni insanlar geliyor. Bu insanların değerlendirilmesi lazım. Kayıt dışılıkla mücadele önemli. Bir de kurumsallaşmış şirketlerin, doğru ölçüye sahip şirketlerin elemanlarını eğitmesi konusu var. Onlara verdiği şeyler var. Bu da potansiyel büyüme açısından çok önemli bir alan. Özellikle üretim modeliyle ilgili Türkiye'nin çok ciddi düşünmesi lazım. Yani piyasa mekanizması elbette birçok şeye yardım ediyor. Ama özellikle ileri teknoloji üretime kaydırmak, Türkiye'ye ait bir hikaye yaratmak için müdahalelerin, teşvik sisteminin, sanayileşmeyi destekleyici yapıların oluşması önemli.

M. Rauf Ateş
Teşekkürler. Adnan Bey sizin eklemek istedikleriniz varsa alalım.

Adnan Bali
Bankacılık açısından yeteri kadar açıklama yapmadığım hissine kapıldım. Finansal istikrarda bozulma riski bakımından Merkez Bankası'nın dikkat çektiği, bizim de politikalarımızı üzerine bina edeceğimiz dört ana parametre var. Birincisi borçluluk oranları. Bununla özkaynak borç dengesinin iyileştirilmesine dikkat çekiliyor. İkincisi borçlanma vadelerinin uzatılması. Üçüncüsü döviz pozisyonları. Döviz pozisyonlarının güçlendirilmesi vurgusu var. Dördüncüsü de risk yönetimi. Özellikle kur yönetimi riskinin daha etkin yapılması. Bunlardan borçlanma vadelerine baktığımızda kısa vadeli kredilerin toplam krediler içindeki payının azalmakta olduğunu görüyoruz. 2010 Eylül itibarıyla bir puan artarak yüzde 40,1'e çıkmış. Yine bankacılık sektörü açısından bakıldığında da yurtiçi ve yurtdışı borçlanmalarda, yurtiçinde özellikle tahvil ihracında, vadelerin uzatılma imkanlarının oluştuğunu görüyoruz. Diğer taraftan döviz pozisyonlarının güçlendirilmesine ilişkin krediler ağırlıklı olarak TL cinsinden kullandırılıyor. 2010 Eylül ayı itibarıyla dövize endeksliler de dahil yabancı para kredilerinin toplam krediler içindeki payı yüzde 30,5. Ve bu TL kredilerinin daha hızlı artması ve de TL'nin de biraz güçlenmesinin etkisiyle de gerileyen bir trendde. Diğer taraftan hane halkını borçlanmasına baktığımızda faiz ya da kur riski içermiyor. Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde yerel para cinsinden borçlanmamış bir yapı görüyoruz. Halbuki bizde öyle değil. Bu da tesadüfi değil. 2009'da 32 sayılı kararda yapılan değişiklikle hane halkının dövize endeksli borçlanmasına izin verilmedi. Yani döviz kazanmayan tarafların döviz üzerinden borçlanmamasının doğru olacağını ortaya kondu. Bunun sonuçlarını da görüyoruz. Dövize endeksli tüketici kredilerinin toplam krediler içindeki payı 2008 yılında 4,9 iken, 2009'da yüzde 3,3'e geriliyor, 2010 Eylül ayında da yüzde 2'ye gerilemiş vaziyette. Kur riskinin bu düşme eğiliminin yanı sıra hane halkı kredilerinin çoğunluğu sabit faizli. Dolayısıyla bir faiz riski de içermiyor. Velhasıl bu tabloyu gördüğüm zaman ticari ya da bireysel plasman alanlarında birikmiş bir problemle karşı karşıya olunmadığı ve göreceli düşündüğümüzde de Mehmet Bey'in de dikkat çektiği gibi alınacak göreceli bir alanımızın, yerimizin olduğunu görüyoruz. Bu anlamda İşbankası açısından bakıldığında 2009 yılında 48,3 milyar TL'lik bir krediyi 2010'un dokuz ayında 58,5 milyar TL'ye taşıdık. Bu 6,4 milyar TL ve 2,9 milyar dolarlık ilave finansman sağlanması anlamına geliyor. Yine KOBİ'ler açısından bakıldığında 1,2 milyonu aşkın müşteriye 13 milyar TL'yi aşan bir nakdi kredi sağlamış durumdayız. Biz aslında nakdi ticari kredilerde en yakın rakibimizden 1 milyar TL, diğer büyük iki rakibimizden de 10 milyar TL'nin üzerinde daha fazla plasman yapmış bir bankayız. Buna karşı sadece bu ilave finansmanları sağlamanın yanı sıra ortaya çıkan komplikasyonları, aksamaları ödeme niyeti yerinde olan ve buna imkan sağlayabilecek müşterilerimiz için de son derece yapıcı bir tarz içerisinde olmaya özen gösterdik. 1,2 milyarı aşkın krediyi yeniden yapılandırdık bu süreç içinde. Bu, 11 binin üzerinde ticari müşteridir. Bireysel alanda yapılanları kastetmiyorum. Velhasıl yeni dönemin, yeni koşulların gerektirdiği ince ayarda, rafinelikte ve kredi tekniğine uygun çalışmalarla sağlanacak pazar payları suretiyle, yolda ortaya çıkabilecek kazaları da yönetme sorumluluğu taşıyarak geçilmesi gerektiğini düşünüyorum. 2011'de bunun için çalışacağız.

M. Rauf Ateş
Herkese çok teşekkür ediyorum. Çok güzel bir toplantı oldu.

 

 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz