Talebin canlanması, ekonomiler için olumlu bir göstergedir. Hele bu canlanma uzun bir durgunluk döneminden sonra geliyorsa, buna sevinmek gerekir. Çünkü talebin canlanması üretimi uyarır. Artan t...
Talebin canlanması, ekonomiler için olumlu bir göstergedir. Hele bu canlanma uzun bir durgunluk döneminden sonra geliyorsa, buna sevinmek gerekir.
Çünkü talebin canlanması üretimi uyarır. Artan talebi karşılamak için önce ekonomideki atıl kapasiteler harekete geçirilir. Bu yeterli olmaz ve iş dünyasında talebin yükselerek süreceği yönünde bir beklenti oluşursa, bu kez yeni yatırımlar gündeme gelir.
Hem ekonomideki atıl kapasitelerin kullanılmaya başlaması hem de yeni yatırımlara girişilmesi, yeni iş imkanlarının yaratılması anlamına gelir. Bu sayede işsizler ordusunda yer alanlardan bir kısmı iş bulur. Bu kişilerin evlerinde tencereler yeniden kaynamaya başlar. Bu arada ekonominin büyüme hızı yükselir ve refah da artar.
Talep canlanıyor
Türkiye´de talep 1998 yılının ikinci çeyreğinden itibaren yavaşlama sürecine girmişti. 1999´un ilk dokuz ayında ise talep önceki yılın gerisine düşmüştü.
Ancak yılın son aylarına doğru talepten canlanma işaretleri geldi. 2000 yılının ilk aylarında da süren bu işaretlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
* Dayanıklı tüketim malı satışları, eylülden itibaren yeniden yükselişe geçti. Bu yükseliş, 1999´un son üç ayında da sürdü.
* Otomobil satışları ise ekim ayından itibaren yeniden yükselmeye başladı. Vergi artışları nedeniyle fiyatlar yükselmesine rağmen, otomobil satışları 2000´in ilk ayında da arttı.
* Tüketim malı ithalatının eylül ayından itibaren yükselişe geçmesi de talebin canlanmakta olduğu sinyalini verdi. Devlet İstatistik Enstitüsü´nün (DİE) verilerine göre, tüketim malı ithalatındaki artış ekim ve kasım aylarında hızlanarak devam etti.
Korkunun nedeni
Talepteki bu canlanma işaretlerinin, normalde memnunlukla karşılanması gerekirdi. Ancak iktisatçıların bir kısmı bu canlanmayı korkuyla izliyor. Bu korkunun gerisinde, talepteki canlanmanın enflasyonu azdırması ihtimali yatıyor.
Esasında bu korku çok da temelsiz değil. Çünkü Türkiye´de iş dünyası genellikle, talep canlandığında ilk önce kapasite kullanımını artırmayı değil fiyatları yükseltmeyi tercih ediyor. Atıl kapasitelerin kullanımı, ancak fiyatlardaki artışa rağmen talep kısılmazsa gündeme geliyor.
Nitekim ocak ayı enflasyonunun beklenenin üstünde çıkmasının bir nedenini de iş dünyasında hakim olan bu eğilim oluşturuyor. Ocak ayında yaşananlar, talepteki canlanmanın enflasyonu azdırmasından korkanları bir ölçüde haklı çıkarıyor.
İş dünyasında hakim olan bu eğilim, enflasyonla mücadeleyi tehdit ediyor. Gerçi büyük holdinglerin sahip ve yöneticileri bu yıl yüzde 25´lik enflasyon hedefinin üstünde zam yapmayacaklarını ilan ettiler ama diğer işadamlarının onlara uyup uymayacağı bilinmiyor.
Talep ürkerse...
İşadamlarının çoğunluğu bildiğini okumaya devam ederse, enflasyonda hedefi tutturma imkanı kalmayacak. Özel sektör, iki yıldır süren durgunluğun acısını çıkarmak için talep canlanır canlanmaz fiyatlara yüksek oranlı zam yaparsa, enflasyon canavarı azacak.
Ancak böyle bir durum iş dünyasının kendisine de zarar verecek. Çünkü hem kamuda hem de özel sektörde çalışanların çoğu enflasyon hedefi doğrultusunda zam aldı. Mal ve hizmetlere yapılan zam, ücret zamlarının üstünde olursa, çalışanlar reel gelir kaybına uğrayacak. Bu durumda talep daha tam olarak canlanamadan yeniden kısılacak.
Talebin yeniden kısılması, iki yıldır süren durgunluk ve kriz ortamının sürmesine neden olacak. Mallarına yüksek oranlı zam yapan şirketler, satamadıkları ürünlerin oluşturduğu stok dağlarıyla başbaşa kalacak.
1998 örneği
Çok değil daha iki yıl önce bunun bir örneğini yaşamıştık. 1998 yılının ikinci çeyreğinde başlayan durgunluğun en önemli nedeni, işdünyasının, zamanın hükümetinin enflasyonu düşürme hedefini ciddiye almaması olmuştu.
1998 yılı başında bir istikrar programı uygulamaya başlayan hükümet, enflasyonu yüzde 91´den yüzde 50´ye düşürmeyi hedeflemişti. Kamu çalışanlarının ücretlerine ve tarımsal destekleme fiyatlarına yapılan zamlar, bu hedef doğrultusunda belirlenmişti. Hedefe ulaşmak için, KİT ürünlerinin fiyatları da altı ay süreyle dondurulmuştu.
İşdünyası ise fiyat dondurma uygulaması sona erdikten sonra enflasyonun patlayacağı düşüncesiyle zamlara ara vermemişti. Nitekim 1998 yılının ilk altı ayında kamudaki enflasyon yüzde 13.1´de kalırken, özel sektördeki enflasyon yüzde 30.5 olarak gerçekleşmişti.
Çalışanların gelirlerindeki artış sınırlı kalırken mal ve hizmet fiyatlarının hız kesmemesi talebi düşürmüş ve ekonomi durgunluğa girmişti. Tabii işin üzerine asıl tuz biber eken ve 1999´da ekonominin küçülmesine neden olan faktörler, Asya ve Rusya krizleri ile yaşadığımız iki büyük deprem oldu.
Cottarelli´nin hesabı
İşdünyası, yakın geçmişte yaşadığı bu tecrübeden ders alıp fiyat artışlarında usturuplu davranırsa talebin canlanmasından korkmamıza gerek kalmayacak. İşadamlarının basiretli davranması halinde, hem ekonomide canlanma yaşanacak hem de enflasyon makul bir düzeye düşürülebilecek.
Türkiye´deki işyerlerin çoğu şu anda düşük kapasite ile çalışıyor. Ocak ayı itibariyle imalat sanayiindeki kapasite kullanım oranı yüzde 72.1 düzeyinde bulunuyor. Oysa normal şartlarda bu oranın yüzde 80 dolayında olması gerekiyor.
Dolayısıyla talepteki artışı üretimi artırarak karşılama olanağı var. Şirketler, kapasite kullanımını yükselterek, piyasaya artan talebi karşılayacak kadar mal sürebilirler.
Hükümetin, enflasyonu yüzde 20´ye düşürürken büyüme oranını yüzde 5.5´e yükseltme hedefinin altında da bu hesap yatıyor. Daha önce IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cottarelli´nin de belirttiği gibi, hükümet, talepteki canlanmanın fiyatlara yansımayacağını düşünüyor. Hükümet gibi IMF ve Cottarelli de talepteki canlanmanın atıl kapasitelerin kullanılmasını sağlayacağını ve düşük enflasyon ile hızlı büyüme hedefinin tutacağını hesap ediyor.
Sürümden kazanmak
Bu hesap tutarsa, 2000 yılı hedefleri de tutabilecek. Ekonomi canlanırken enflasyon geriletilebilecek.
Esasında talep yükselince fiyat artırmak yerine üretimi artırma yoluna giden şirketler de bu işten kazançlı ç��kacak. Aynı fiyata daha fazla ürünün satılması, sürümden kazanmayı sağlayacak.
Kapasite kullanım oranlarının yükselmesi, üretilen birim başına düşen sabit maliyetleri azaltacak. Böylece k^ar oranı da yükselecek.
Fiyat artırmak yerine sürümden kazanmak yolunu seçen şirketler, rakiplerinin pazar paylarını da çalabilecek.
Talep canlanır canlanmaz fiyatlara zam yapan şirketler ise iki tür darbeyle karşı karşıya kalabilecek. Birinci olası darbe, tüm şirketlerin kendileri gibi davranması halinde ekonomideki durgunluğun sürmesiyle ortaya çıkacak. Böyle bir durumda bu şirketler istedikleri satış miktarlarına ulaşamayacaklar.
İkinci olası darbe ise rakiplerinin kendileri gibi davranmayıp fiyat kırmaları halinde ortaya çıkacak. Bu durumda pazar paylarını kaybedecekler ve satışları azalacak.
Maliyet faktörü
Esasında Türkiye´de talep her canlandığında mutlaka enflasyon yükselir diye bir kaide de yok. Konjonktür´ün ikinci sayfasında yer alan kutuda okuyabileceğiniz gibi, Türkiye´deki enflasyon üzerinde talepten çok maliyetin etkisi var. Taleple enflasyonun ters yönde hareket ettiği yıllara var ama maliyetlerdeki değişim enflasyonu birebir etkiliyor.
Bu yıl döviz kuru artışının yüzde 20´de tutulması, en önemli maliyet kalemindeki artışı düşük tutacak. KİT ürünlerinin fiyatlarına yapılan zamlar enflasyon oranı düzeyinde tutulursa ikinci önemli maliyet kaleminde de aynı durum görülecek. Bu yıl ücret artışları da düşük tutulduğu için, işdünyası önemli bir maliyet avantajı elde edecek. Maliyetlerdeki artışın düşük kalması, enflasyonu da aşağı çekebilecek.
ENFLASYONDA MALİYET, TALEPTEN DAHA ETKİLİ
Beklentileri bir tarafa bırakırsak, talep ve maliyetin enflasyonun belli başlı iki kaynağını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Enflasyonist beklentiler genellikle geçmişteki enflasyonun aynen süreceği şeklinde olduğu için, enflasyonun belli bir düzeyde salınmasına yol açıyor. Enflasyonun bu düzeyin üstüne sıçraması veya altına düşmesi ise talep ve maliyetteki değişimlerden kaynaklanıyor.
Biz Türkiye´deki enflasyonda bu iki kaynaktan hangisinin daha etkili olduğunu anlayabilmek için, son 12 yıla ilişkin verileri inceledik. Yaptığımız araştırma sonucunda, maliyetin enflasyon üzerindeki etkisinin talepten daha fazla olduğunu gördük.
Sayfadaki grafikleri dikkatle incelerseniz siz de bu sonuca varabilirsiniz. Görebileceğiniz gibi, TÜFE (tüketici fiyatları endeksi) enflasyonu ile maliyetlerdeki değişim arasında büyük bir paralellik var. Talepteki değişim ile enflasyon arasında ise bu ölçüde bir paralellik yok.
Özel sektörün üç temel maliyet kalemini, işgücü ödemeleri, ithal hammadde ve ara mallarına yapılan ödemeler ve yurtiçinde üretilen hammadde ve ara mallarını satın almak için yapılan harcamalar oluşturuyor. Biz birinci maliyet kalemindeki değişimin göstergesi olarak özel sektör işgücü maliyetlerindeki artışı aldık. İkinci maliyet kalemindeki değişimin göstergesi olarak dolar kurundaki değişimi kullandık. Çünkü dolar kurundaki değişim, ithal hammadde ve ara mallarının TL cinsinden fiyatlarını değiştiriyor. Üçüncü maliyet kaleminin göstergesi olarak ise kamu imalat sanayiindeki fiyat değişimini aldık. Çünkü Türkiye´de hammadde ve ara mallarının çoğunu imalat sanayiinde faaliyet gösteren kamu kuruluşları üretiyor. Sağdaki grafik, bu üç kalemdeki değişim oranlarının aritmetik ortalamasını gösteriyor.
Talebin göstergesi olarak ise özel nihai tüketim harcamalarındaki değişimi kullandık. Soldaki talep grafiği ile ortada yer alan TÜFE enflasyonu grafiğinin karşılaştırılması, talebin enflasyonu her zaman etkilemediğini gösteriyor. Örneğin, 1991 yılında talepte görülen sıçramaya rağmen, enflasyonda yükselme görülmüyor. 1994 yılında ise talep dibe vurmasına rağmen enflasyonda patlama yaşandığı göze çarpıyor.
GÖZLER ŞUBAT ENFLASYONUNDA...
Ocak ayı enflasyonu beklenenin epey üstünde çıktı. Aralık ayında kamunun yaptığı zamlar nedeniyle 2000´in ilk ayında enflasyonun biraz yüksek çıkması bekleniyordu ama en kötümser tahminler bile yüzde 5´in altında kalıyordu. Gerçekleşme ise TEFE´de (toptan eşya fiyatları endeksi) yüzde 5.8, TÜFE´de (tüketici fiyatları endeksi) yüzde 4.9 oldu.
Ocak ayı enflasyonunun yüksek çıkmasından sonra gözler şubat ayına çevrildi. Herhalde dergimizin piyasaya çıktığı günlerde en çok tartışılan konulardan biri şubat ayı enflasyon tahminleri olacak.
Son 10 yılın şubat ayı enflasyon oranlarına baktığımızda, yılın en kısa ayındaki fiyat artışlarının hiç de düşük olmadığını görüyoruz. En yüksek ve en düşük değerler çıkarıldığında, 10 yıllık ortalama oranlar TEFE´de yüzde 5.5, TÜFE´de yüzde 4.8 olarak hesaplanıyor.
Şubat aylarında genelde TEFE enflasyonunun TÜFE enflasyonundan yüksek gerçekleştiği görülüyor. Bu durum birçok sektörde yeni yılın ilk aylarında fiyat ayarlamalarının yapılmasından ve kış şartları nedeniyle talebin zayıf olmasından kaynaklanıyor.
Gerçi kamuoyu yılın ilk üç ayında enflasyonun yüksek çıkacağını kabullendi ama ocak ayı enflasyonunun çok yüksek çıkması şubat ve mart aylarının marjını daralttı. Bu iki ayda da enflasyon yüzde 5´in üzerine çıkarsa, hedeflerin tutmasına imkan kalmayacak.
Konjonktür bölümünü hazırladığımız güne kadar yaptığımız gözlemlere göre, şubat ayında enflasyon ocak ayındaki kadar yüksek çıkmayacak gibi. Ancak şubat ayı enflasyonunun geçen yılki düzeylerinde gerçekleşme ihtimali de zayıf. Bu durumda 12 aylık enflasyon oranı, şubat ayında da yükselişini sürdürecek.
KURLAR, MERKEZ BANKASI´NIN MARKAJINDAN KURTULAMIYOR
Merkez Bankası, 9 Ocak 1999´da açıkladığı kur programıyla ilan ettiği günlük kur hedeflerini neredeyse kuruşu kuruşuna tutturuyor. Uluslararası piyasalardaki hareketliliğe rağmen kurlar, Merkez Bankası´nın sıkı markajından kurtulamıyor.
Merkez Bankası, kur hedeflerini, 1 dolar ve 0.77 Euro´dan oluşan bir sepet bazında ilan etmişti. Söz konusu sepet bazındaki kur hareketleri, yılın ilk iki ayında hedeflerle neredeyse aynı düzeyde gerçekleşti.
Örneğin, 31 Aralık 2000 için konulan hedef 979 bin 159 lira 89 kuruştu. Gerçekleşme ise sadece 11 kuruş daha düşük oldu. 18 Şubat 2000 tarihi için konulan 991 bin 872 lira 39 kuruşluk hedefte ise 1 lira 27 kuruşluk bir sapma yaşandı.
Merkez Bankası, ocak ayındaki kur artış oranını, hedeflediği gibi yüzde 2.1 düzeyinde tutmayı başardı. Doların uluslararası piyasalarda değer kazanması nedeniyle, dolardaki artış yüzde 3.3 oldu ama Euro´daki artış binde 9´da tutuldu ve sepet hedefi aşılmadı.
Merkez Bankası, kurları yönlendirirken hiçbir sorunla karşılaşmadı. Bankaların bankasının döviz rezervlerinin artmaya devam etmesi, önümüzdeki aylarda da kur hedeflerinin kolayca tutturulabileceğini düşündürüyor.
Ocak ayında dolara yatırım yapanlar marka yatırım yapanlara göre daha kazançlı çıktı. Ancak bu iki yabancı paradaki artış oranı da enflasyonun altında kaldığı için, döviz yatırımcıları ocakta reel olarak zarar etti.
Enflasyon yüksek çıktığı için, ocak ayında TL reel olarak değer kazandı. TL, reel olarak değer kazanmaya, önümüzdeki aylarda da devam edecek gibi.
SANAYİ, 1999´DA KRİZ VE DEPREMLERE DİRENEMEDİ
Devlet İstatistik Enstitüsü´nün (DİE) verilerine göre, 1999 yılında sanayi üretimi yüzde 5.2 oranında geriledi. Böylece sanayi, 1994 yılından bu yana en kötü yılını yaşamış oldu. Sanayi üretimi, 1994 yılında yüzde 6.2 oranında gerilemişti.
Sanayinin 1999´u pek iyi geçirmeyeceği, daha yılın başında belliydi. Çünkü 1998´in ikinci çeyreğinde ekonomide başlayan durgunluk, 17 Ağustos tarihinde patlayan Rusya krizinden sonra derinleşmişti. Bu durum, 1998´in son beş ayında sanayi üretiminin gerilemesine neden olmuştu. 1998´in tamamında ise sanayi üretimi, ancak binde 9 oranında artış gösterebilmişti.
Fakat 1999´un ikinci yarısında sanayide işlerin düzeleceği umuluyordu. Nitekim nisan ve mayıs aylarında üretimin artması, bu görüşü savunanları haklı çıkaracak gibiydi. Ancak tarih yine 17 Ağustos´u gösterdiğinde bu kez Marmara depremi meydana geldi. Deprem, özellikle kamunun mülkiyetindeki sanayi kuruluşlarını çok olumsuz etkiledi. Depremde ağır hasar alan KİT´ler, aralık ayına kadar çok düşük kapasiteler ile çalıştı. Hal böyle olunca, 1999 yılında sanayi üretiminin düşmekten kurtulması mümkün olmadı.
Ürünlerdeki durum
Ancak ekonomide yaşanan durgunluk ve kriz ortamı, bütün sanayi ürünlerini aynı oranda etkilemiş değil. Krize rağmen üretimi yüksek oranda artan ürünler var.
Bu ürünler arasında televizyon dikkati çekiyor. Dayanıklı tüketim mallarının talebi konjonktüre aşırı bağımlı olduğu için, normalde televizyon üretiminin düşmesi gerekirdi. Ancak televizyon üreticileri son yıllarda ihracatta gösterdikleri atak sayesinde, krizden hasarsız sıyrılmasını bildi.
Sanayi üretimi azaldığı halde elektrik üretiminin artması da dikkat çekici. Normalde sanayi tesislerinin daha düşük kapasiteyle çalışmasının elektrik tüketimini ve dolayısıyla üretimini düşürmesi gerekirdi. Ancak 1999´da böyle olmadı. Bunun bir nedeni konut ve ticarethanelerdeki elektrik tüketiminin artması olabilir. Fakat önemli bir neden de Türkiye´de kayıtdışı ekonominin yaygın olması. Elektrik üretiminin artmaya devam etmesi, kayıtdışı çalışan sanayi kuruluşlarının krizden daha az etkilendiğini düşündürüyor.
1999´da krizden en çok etkilenen ürünlerin ise traktör ve kamyon olduğu görülüyor. Bu durum, bu ürünlerin talebinin konjonktüre aşırı bağımlı olmasından kaynaklanıyor.
Düzelme sinyalleri
Sanayi, genel olarak 1999 yılını kötü geçirdi ama son aylarda düzelme sinyalleri geldi. Beş aylık bir aradan sonra, aralık ayında üretim yükseldi. Yüzde 2.9´luk bu yükseliş, 2000 yılında düzelme için umut verdi.
İmalat sanayi kapasite kullanım oranı, ocak ayında yüzde 72.1 olarak gerçekleşti. Bu oran normal şartlara göre çok düşük. Ancak geçen yılın aynı ayındaki kapasite kullanım oranından az da olsa yüksek olması olumlu. Bu durum, sanayinin 2000 yılına 1999´a göre daha iyi girdiğini gösteriyor. Sanayi üretiminde aralık ayında başlayan yükselişin, ocak ayında da sürmüş olabilir.
KREDİLİ HAYATA ALIŞTIK
Türkiye´de 10 yıl önce de kredi kartı vardı ama sadece üst gelir grupları tarafından kullanılmaktaydı. Bankaların orta gelir gruplarına yönelmesi sayesinde, son yıllarda kredi kartı kullanımı iyice yaygınlaştı.
Bankalararası Kart Merkezi´nin verilerine göre, 1999 yılı sonunda kredi kartı sayısı 10 milyonu aştı. Bu sayı daha iki yıl önce 5 milyonun altındaydı. 1991 yılında ise kredi kartı sayısı 1 milyonu bile bulmuyordu.
Kredi kartı sayısı artarken işlem hacmi de yükseliyor tabii. 1999 yılında kredi kartları ile tam 5.2 katrilyon liralık işlem yapıldı. Bu tutarın dolar olarak karşılığı, yaklaşık olarak 12.5 milyar dolara denk geliyor. Kredi kartları ile yapılan işlem hacmi, 1998 yılında 9.5 milyar dolardı. 1991 yılında ise kredi kartlarıyla topu topu 791 milyon dolarlık işlem yapılmıştı.
Türkiye´deki kredi kartı pazarında, Visa´nın ağırlığı var. 1999 yılı sonundaki kart sayısı içinde Visa´nın payı yüzde 61.3´ü buluyor. Mastercard, yüzde 28´lik bir paya sahip bulunuyor. Geri kalan binde 7´lik payı ise diğer kuruluşlar paylaşıyor.
Ekonomide yaşanan durgunluğa rağmen, 1999´da kredi kartı sayısı yüzde 41.1, dolar olarak işlem hacmi ise yüzde 31.5 oranında arttı. Bu kadar hızlı olmasa da kredi kartı sayısındaki ve işlem hacmindeki artış önümüzdeki yıllarda da sürecek gibi. Çünkü halkımız ayağını yorganına göre uzatmayı ve ay sonunu kazandığı parayla getirmeyi pek başaramıyor. Her ayın 20´sinden sonra arkadaşlarından borç istemek yerine kredi kartıyla alışveriş yapmak ise daha cazip geliyor.
YATIRIM EĞİLİMİNDE BÜYÜK ÇÖKÜŞ
1998 yılında zayıflayan yatırım eğilimi, 1999 yılında adeta çöktü. Yatırım eğiliminin üç temel göstergesinde de 1999 yılı sonuçları olumsuz:
* En büyük düşüş, şirket kuruluşlarında görülüyor. 1999 yılında yeni kurulan şirketlerin sayısı 27 bin 83´te kaldı. Oysa 1998 yılında 57 bin 377 adet şirket kurulmuştu. 1997 yılında ise yeni kurulan şirket sayısı 67 bin 898´i bulmuş ve bu alanda rekor kırılmıştı.
* Teşvikli yatırımlarda da büyük gerileme var. Gerçi bu kalemde nominal olarak artış görünüyor ama ortalama dolar kurlarını kullanarak yaptığımız hesap yüzde 28´lik bir gerileme olduğuna işaret ediyor. 1999 yılında teşvik belgesine bağlanan yatırımların tutarı 11 milyar 118 milyon dolar oldu. Bu tutar 1998 yılında 15 milyar doların üzerindeydi.
* Yabancı sermaye izinlerindeki durum, diğer iki göstergeye göre daha iyi. 1999 yılında toplam 1 milyar 700 milyon dolarlık yabancı sermayeye izin verildi. Bu tutar, 1998 yılında verilen izinlerden yüzde 3.3 oranında daha fazla. Ancak Türkiye´de verilen izin tutarının ancak yarısı fiili giriş yapıyor. Bu durum 1999 yılında giriş yapan yabancı sermaye tutarının 800 milyon doları aşmayacağını düşündürüyor. Bu ise Türkiye ekonomisinin yatırım ihtiyacı yanında devede kulak.
1999 yılında yaşanan ekonomik kriz, yatırım eğiliminin gerilemesine neden oldu. Faizlerin yüzde 100´ün üzerinde olduğu, talebin ve üretimin artmadığı bir ortamda tabii ki yeni yatırım da yapılmadı. Ancak faizlerdeki düşüş sonrasında ekonominin de canlanması halinde, bu yıl yatırım eğilimi yeniden yükselişe geçebilir.
TÜRKİYE´NİN NÜFUSU 65 MİLYONU AŞTI
20´nci yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorluğu´nun bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan bölümünde 13 milyon dolayında bir nüfus yaşıyordu. Türkiye Cumhuriyeti´nin kurulduğu 1923 yılında ise nüfusumuz 12.6 milyon dolayındaydı. Aradan geçen 23 yılda nüfus artmak yerine azalmıştı. Bunun nedeni, 10 yıl süren savaşlarda verilen yüzbinlerce şehit ve nüfus mübadelesi sonucu azınlıkların ülkeyi terk etmesiydi.
Cumhuriyet´in kurulmasından sonra uzun süren bir barış dönemi yaşamamız ve 1970´lere kadar nüfusu artırma politikasının izlenmesi, 21´nci yüzyılın başında 65 milyonluk bir nüfusa ulaşmamızı sağladı. Devlet Planlama Teşkilatı´nın (DPT) verilerine göre, 1999 yılı sonunda nüfusumuz 64 milyon 851 bindi. Yine DPT´ye göre, 2000 yılı ortasında ise nüfusumuz 65 milyon 311 bine ulaşacak. Bu iki veriye dayanarak yaptığımız hesap, şubat ayı sonunda nüfusumuzun tam 65 milyonu aştığını gösteriyor.
Nasıl çoğaldık?
Nüfusun 15 milyondan 20 milyona çıkması, tam 17 yıllık bir süreyi almıştı. Sonraki yıllarda hem nüfusun artması hem de nüfus artış hızının yükselmesi nedeniyle bu süre kısaldı. 1970´ten sonra her beş yılda bir, nüfusumuza 5 milyonluk bir kitle eklenmeye başladı.
Nüfus artış hızı yüzde 2´nin üzerinde kalsaydı, 1990 sonrasında her dört yılda bir nüfusumuza 5 milyon kişi eklenecekti. 65 milyonu ise iki yıl önce geçmiş olacaktık.
Ancak 1990 sonrasında nüfus artış hızının yüzde 1.5´in altına düşmesi sayesinde, nüfusumuzun 5 milyonluk eşikleri aşma süresi yeniden uzadı. Nüfus artış hızındaki düşüş önümüzdeki yıllarda da süreceği için, 70 milyonu altı yıl sonra, 2006 yılında aşacağız.
Türkiye´nin 2000 yılındaki nüfus artış hızının yüzde 1.41 olarak gerçekleşmesi bekleniyor. Bu oranın sürekli gerileyeceği ve 2010 yılında yüzde 1.15´e kadar ineceği tahmin ediliyor.
Sağlık hizmetlerinin gelişmesiyle, vatandaşlarımızın ortalama yaşam süresi giderek uzuyor. Daha 50 yıl önce 44 yıl olan ortalama yaşam süresi, günümüzde 70 yıla yaklaşmış bulunuyor.
Genç ve dinamik
1950 ile 1990 arasındaki dönemi çocuk yetiştirmek ve bunları eğitmekle geçirdiğimiz için, bugünkü nüfusumuz genç ve dinamik bir kitleden oluşuyor. Nüfusumuzun yüzde 40´ını oluşturan 26 milyon kişi, 20-44 yaş arasındaki üretken nüfusa dahil bulunuyor. Avrupa ülkelerinde 40´ın üzerinde olan ortalama yaş, Türkiye´de 28´de kalıyor.
Nüfus artış hızının düşmesi nedeniyle, çocuk sayısı önümüzdeki yıllarda sabit kalacak. Üretken nüfus ise en azından 2010 yılına kadar artacak. Bu nedenle hükümetlerin önümüzdeki yıllarda yeni okul yapımından çok işgücü piyasasına yeni girecek gençlere istihdam olanakları yaratmaya önem vermesi gerekiyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?