Ekonominin dipten dönüş yaptığının iyice belirginleşmesinden sonra tüm dünyada iktisatçılar, resesyondan sonra yola nasıl devam edileceği konusunu tartışmaya başladı. İzlediğimiz kadarıyla bu tartı...
Ekonominin dipten dönüş yaptığının iyice belirginleşmesinden sonra tüm dünyada iktisatçılar, resesyondan sonra yola nasıl devam edileceği konusunu tartışmaya başladı. İzlediğimiz kadarıyla bu tartışma küresel bağlamda daha çok finans piyasalarında yapılması gereken düzenlemeler üzerinde dönüyor. Türkiye’deki tartışmanın ise, daha önceleri de kafamızı epeyce ağrıtan, cari açık tartışmasının yeni bir versiyonu olarak şekillendiği dikkati çekiyor. Kendilerini cari açık konusundaki aşırı endişeli tutumlarıyla tanıdığımız bazı iktisatçılar, Türkiye’nin resesyon sonrası için iki büyüme modelinden birini seçmek zorunda olduğunu iddia ediyor. Bu modellerden birincisini dış tasarruflara dayanan büyüme modeli, ikincisini ise iç tasarruflara dayalı büyüme modeli oluşturuyor. Tabii bu iktisatçıların cari açığa yol açan dış tasarruflara dayalı büyüme modeli yerine iç tasarruflara dayalı büyüme modelinin tercih edilmesini önerdiklerini söylemeye gerek bile yok.
Ortada gerçekten böyle tercih edilmesi mümkün iki model olsa, hiç kuşkunuz olmasın biz de ikincisini tercih ederdik. Fakat bizce büyüme sürecinde dış tasarrufları kullanmaya çalışmak, en azından kısa vadede, Türkiye için bir tercih değil bir zorunluluk. Türkiye’nin bugünkü ekonomik yapısıyla mevcut iç tasarruflarını kullanarak ihtiyacı olan büyüme oranlarına ulaşabilmesi pek mümkün görünmüyor. Ekonominin yapısını değiştirmek zaman istiyor. Daha çok sosyolojik faktörlere dayalı olan tasarruf oranlarını artırmak ise olağanüstü zor. Öte yandan mevcut tasarruf oranlarına karşılık gelen büyüme oranlarına razı olmak da, yaratacağı işsizlik problemi nedeniyle, tercih edilebilecek bir seçenek değil. Bu tür bir “kendi yağıyla kavrulma” politikasının gelişmiş ülkelere yakınsama açısından yolu epeyce uzatma potansiyeli taşıması da cabası.
Ne Kadar Büyümeliyiz?
Şimdi yukarıda bir paragrafta özetlediğimiz gürüşümüzü rakamlarla açmaya çalışalım. Bunun için öncelikle Türkiye’nin ihtiyacı olan büyüme oranının ne kadar olduğunu ortaya koymamız gerek. Burada kullanılabilecek iki kriter var. Birinci kritere istihdam kriteri, ikinci kritere ise yakınsama kriteri diyelim.
İstihdam kriteri, işsizlik sorununun daha da ağırlaşmaması için her yıl yaratılmasi gereken minimum istihdamın ne kadarlık bir büyüme oranıyla sağlanabileceği üzerinde duruyor. Yapılan araştırmalar bu oranın yüzde 5 civarında olduğunu gösteriyor. Buna, son resesyonla birlikte yüzde 14-15 arasına oturacak gibi görünen işsizlik oranını makul bir sürede yeniden tek haneye indirmek için 1 puan daha ekleyebiriz. Bu durumda istihdam kriterine göre ihtiyaç duyulan büyüme oranının yüzde 6 dolayında olduğunu söyleyebiliriz.
Yakınsama kriteri ise gelişmiş ülkelerin refah seviyesine makul bir sürede (30-40 yıl) ulaşmak için gerekli olan büyüme oranı üzerinde duruyor. Yapılan araştırmalar bunun için gerekli yıllık ortalama büyüme oranının ise yüzde 7-8 civarında olduğunu gösteriyor.
Sermaye Hasıla Katsayısı
Şimdi de Türkiye’nin mevcut iç tasarruflarıyla ne kadar büyüyebileceğine bakalım. Bunun için öncelikle sermaye hasıla katsayısı denilen bir ölçüden bahsetmemiz gerekiyor. Sermaye hasıla katsayısı, ekenomide bir birim çıktı elde edebilmek için ne kadar yatırım yapılması gerektiğini gösteren bir ölçü. Örneğin bu katsayının 3 olması, milli gelirin yüzde 3’ü kadarlık bir yatırım oranıyla yüzde 1’lik bir büyümenin sağlanabileceği anlamına geliyor.
Konjonktür’ün ikinci sayfasında Türkiye’deki sermaye hasıla katsayısına ilişkin hesaplar var. Bu hesaplara dayanarak ülkemizdeki sermaye hasıla katsayısının halen 4,5 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Bu sermaye hasıla katsayısıyla yüzde 6’lık büyüme oranına ulaşmak için milli gelirin yüzde 27’si (4,5 X 6 = 27) kadar bir yatırım yapmak gerektiği ortaya çıkıyor. Yüzde 7’lik büyüme oranı yüzde 31,5’lik, yüzde 8’lik büyüme oranı ise yüzde 36’lık yatırım oranlarını gerektiriyor.
Türkiye’nin tasarruf oranı ise son üç yılda yüzde 16 civarına düşmüş durumda. Daha önceki dönemde de tasarruf oranının yüzde 20 civarında dalgalandığı gözleniyor. Yüzde 16 civarındaki tasarruf oranı önümüzdeki yıllarda da kalıcı olursa, yatırımlarımızı iç tasarruflarla sınırlandırmamız halinde ulaşabileceğimiz büyüme oranı yüzde 3,5 (16 / 4,5 = 3,5) dolayında kalıyor. Tasarruf oranının önümüzdeki yıllarda yeniden yüzde 20 civarına çıkması halinde ise yatırımlarımızı iç tasarruflarımızla sınırlayarak ulaşabileceğimiz büyüme oranı ancak yüzde 4,5 civarına kadar yükselebiliyor.
Dış Kaynak Şart
Görüldüğü gibi iç tasarruflarla sağlanabilecek büyüme oranı ihtiyacımız olan büyüme oranının altında kalıyor. Bu nedenle aradaki farkı dış kaynaklarla kapatmak şart oluyor.
Dış kaynaklara başvurmak dışında iç tasarruflarla ihtiyacımız olan büyüme oranına ulaşmak için kullanılabilecek iki yol daha var. Ancak bu iki yol da hem çok zaman ve çaba istiyor hem de özellikle ikincisinde başarıya ulaşılabileceği kuşkulu.
Birinci yol sermaye hasıla katsayısını düşürmeye çalışmak. Yani daha az yatırımla daha fazla büyüme elde etmek için çabalamak. Bunun için daha az yatırımla daha fazla çıktı elde edilebilecek sektörler tespit edilip yatırımlar bu sektörlere kanalize edilmeye çalışılabilir. Ancak burada bu sektörlerin ekonominin istihdam yaratma kapasitesini düşürecek sektörler olmamasına da dikkat etmek gerekiyor.
İkinci yol ise iç tasarrufları arttırmaya çalışmak. Fakat burada iç tasarrufların daha çok sosyolojik faktörlere (hanehalkı geliri, konut sahipliği, çocuk sayısı, sosyal güvenlik sistemi vb) bağlı olması gibi bir sorun karşımıza çıkıyor. Bu sosyolojik faktörlerdeki değişiklikler ise ancak zaman içinde ve çok yavaş olarak gerçekleşiyor. Üstelik bu değişikliklerin tasarrufları artırıcı değil azaltıcı yönde gerçekleşmesi de olası. Mesela sosyal güvenlik sisteminin güçlenmesinin hanelerin kötü günler için para biriktirme eğilimini zayıflatması mümkün.
Osmanlı Deneyimi
Kısacası biz uzun vadede ekonominin yapısında değişiklik yapılmaya çalışılarak dış kaynak bağımlılığın azaltılabileceğini ama kısa vadede hızlı büyümek için bu kaynaklara ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca dış kaynak kullanımına ve bunun sonucu olan cari açığı da öcü gibi bakmıyoruz. Bir ülkenin daha hızlı kalkınmak için dış kaynaklara başvurmasının, bir şirketin daha hızlı büyümek için banka kredisi kullanmasından bir farkı yok. Her iki halde de kaynakların basiretli bir şekilde kullanılması halinde hem amaç hasıl olur hem de günü geldiğinde geri ödeme sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilebilir. Yatırım yapmak amacıyla alınan kredilerin tüketime yönlendirilmesi veya yanlış yatırım alanları seçilerek çarçur edilmesi halinde ise işin sonunun mahkemede bitmesi gayet tabiidir.
Türkiye’de şirketlerin yurtiçi bankalardan kredi kullanarak yatırım yapmasında bir sakınca görülmezken dış kaynak kullanımının endişeyle izlenmesi galiba Osmanlı Devleti’nin son demlerinde yaşadığı acı tecrübelerden kaynaklanıyor. Osmanlı, 19’uncu Yüzyıl’ın ikinci yarısında almaya başladığı dış borçları tüketimde kullanmış ve sonunda da geri ödemeleri yapamaz duruma düşmüştü. Bunun sonucunda devletin önemli bazı vergi gelirleri alacaklılar tarafından kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi tarafından toplanmaya başlamıştı. Bu dönemde hızlanan toprak kayıpları da dış borçlanma macerası sonucunda Osmanlı’nın mali durumunun iyice bozulmasına bağlanıyor. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularını çok etkilemiş ve yeni devletin uzun süre dış kaynak kullanımından kaçınmasına yol açmıştı. Ekonominin gerekleri sonunda bizi yeniden dış kaynak kullanmaya mecbur etti ama toplumsal hafızamıza iyice yerleşen Osmanlı deneyimi bunu hep korka korka yapmamıza yol açıyor.
Tasarrufumuz Hızlı Büyüme İçin Yetersiz
Türkiye’nin tasarruf ve yatırım oranlarına ilişkin olarak elimizde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hesaplanan ve kesintisiz olarak 1962 yılından bu yana mevcut olan veriler var. Hemen belirtelim ki zaman içinde milli gelirin hesaplama yöntemlerinde yapılan değişiklikler nedeniyle bu verilerin ne kadar sağlıklı olduğunu bilemiyoruz. Ancak elimizde başka veri olmadığından bunları kullanmak durumundayız.
Söz konusu veriler 1960’lı yıllardan sonra tasarruflarımızın genelde yatırımların altında kaldığını gösteriyor. Bu dönemde tasarruf-yatırım denkliğine sadece bir kez, o da tasarruflarda hızlı bir tırmanışın olduğu 1980’li yılların ikinci yarısında yaklaşılmış durumda. 2001 krizini takip eden dönemde ise yatırımların büyük bir düşüş göstermesiyle tasarruf fazlasının ortaya çıktığını görüyoruz. Fakat daha sonra yatırımlar canlanırken iç tasarrufların düştüğü ve böylece aradaki farkın yeniden açıldığı dikkati çekiyor.
Türkiye’nin tasarrufları ekonominin hızlı büyüyebilmesi için yeterli gibi görünmüyor. Ekonomide bir birimlik çıktı elde etmek için ne kadar yatırım yapılması gerektiğini gösteren sermaye hasıla katsayısı, 1962-2008 dönemi için 4,6 olarak hesaplanıyor. Buna göre, eğer yatırımlarımız sadece iç tasarrufların imkan verdiği ölçüde tutulsaydı bu dönemdeki ortalama büyüme oranı yüzde 4,3 olarak gerçekleşecekti. Bu dönemde bir miktar dış kaynak kullanılarak iç tasarruflardan daha fazla yatırım yapılabildiği için gerçekleşen ortalama büyüme oranı ise yüzde 4,7 oldu. Eğer biraz daha dış kaynak kullanılabilse ve mesela her yıl milli gelirin yüzde 25’i kadar yatırım yapılabilseydi, gerçekleşen ortalama büyüme oranı da daha yüksek ve yüzde 5,4 olabilecekti. Aradaki fark küçük gibi görünse de aslında hiç de öyle değil. Yıllık ortalama büyüme oranındaki küçük farklar uzun dönemde birikimli olarak milli gelirde büyük fark yaratıyor. 1962-2008 dönemindeki ortalama büyüme oranımız yüzde 4,7 yerine yüzde 5,4 olsaydı, bugünkü toplam milli gelirimiz reel olarak şimdikinden yüzde 42 daha fazla olacaktı. Bu da halen Avrupa Birliği ortalamasının yüzde 41’i düzeyinde olan kişi başına milli gelirimizi bu ortalamanın yüzde 59’u düzeyine çıkaracaktı.
İlk Çeyrekte Küçülme Rekorunu Kırdık
Ekonomi yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13.8 oranında küçüldü. Bu küçülme oranı üçer aylık milli gelir verilerinin hesaplanmaya başladığı 1987 yılında bu yana görülen en derin küçülme oranı. 1994 ve 2001 krizlerinde bile bu kadar derin küçülme görmemiştik. Bu, ekonomide yaşanan resesyon sürecinin son 20 yılda görmediğimiz kadar şiddetli olduğu anlamına geliyor.
Milli gelir verilerinin ayrıntılarına bakıldığında bu olağanüstü küçülmenin hem iç talebin hem de dış talebin aynı anda çökmesinden kaynaklandığı görülüyor. İç talepte geçen yılın üçüncü çeyreğinde başlayan düşüş bu yılın ilk çeyreğinde iyice derinleşmiş durumda. Dış talepte de geçen yılın son çeyreğinde başlayan düşüşün bu yılın ilk çeyreğinde biraz daha şiddetlendiğini görüyoruz. Bu arada ekonominin geleceği konusunda endişeye kapılan şirketlerin üretimi talepteki gerilemeden daha fazla kısmaları ve panik halinde stok eritmeye çalışmaları da bu olağanüstü küçülmede önemli rol oynamış durumda.
İç talebin en önemli parçası olan hanehalkı tüketimindeki düşüş yüzde 9,2 düzeyinde. İç talebin diğer önemli parçası olan özel yatırımlardaki düşüş ise yüzde 35,8’i buluyor. Ekonomideki küçülmenin 6,6 puanı hanehalkı tüketimindeki düşüşten, 8,3 puanı da özel sektör yatırımlarındaki gerilemeden kaynaklanıyor. Bu arada kamunun tüketim ve yatırım harcamalarını artırdığı dikkati çekiyor ama ekonomideki payı düşük olduğundan bu harcamaların büyümeye pek fazla katkısı yok. Kamu tüketim ve yatırım harcamalarındaki artış büyümeye toplam olarak ancak 1,1 puanlık bir pozitif katkı yapıyor. Sonuç itibariyle iç talebin ilk çeyrekte büyümeye 13,7 puanlık bir negatif katkıda bulunduğu görülüyor.
İlk çeyrekte mal ve hizmet ihracatında yaşanan düşüş yüzde 11,3, mal ve hizmet ithalatında yaşanan düşüş ise yüzde 31,9 düzeyinde. Mal ve hizmet ihracatında yaşanan düşüş büyümeye 2.9 puanlık bir negatif katkıda bulunurken, mal ve hizmet ithalatındaki düşüş ise 9,9 puanlık pozitif katkı yapıyor. Böylece net ihracatın büyümeye katkısı ise 7 puan oluyor.
İç talep ile net ihracatın büyümeye katkılarını topladığımızda ortaya yüzde 6,7’lik bir küçülme çıkıyor. Ekonomideki küçülmenin bundan daha fazla olmasının nedenini ise stoklardaki olağanüstü erime oluşturuyor. Büyümeye 7,1 puanlık negatif katkıda bulunan stok erimesi böylece ilk çeyrekte küçülmeyi ikiye katlamış oluyor.
Ekonominin talep cephesinde yaşanan bu gelişmelerin üretim cephesine yansımalarına baktığımızda en büyük darbeyi yüzde 25,4 küçülen ticaret sektörünün yediğini görüyoruz. İnşaat yüzde 18,9, imalat sanayi yüzde 18,5, ulaştırma-haberleşme sektörü yüzde 17,6’lık küçülmeyle ticareti takip ediyor. Tarım sektöründe de yüzde 3’lük küçülme var. Temel sektörler içinde sadece mali kuruluşlarda yüzde 10.8’luk bir büyüme olduğunu görüyoruz.
Toparlanma Başladı
Ekonomide ilk çeyrekte yaşanan bu küçülme sürpriz değil. Öncü göstergelere dayanılarak yapılan tahminler ilk çeyrekte aşağı yukarı bu düzeyde bir küçülme yaşanacağını gösteriyordu. Banka ve aracı kurumların araştırma bölümlerinin ilk çeyrek için küçülme tahmini yüzde 12 dolayındaydı. Bizim tahminimiz de tam olarak bu düzeydeydi. Gerçekleşme biraz daha yüksek oldu ama bu sürpriz olarak nitelendirilebilecek bir fark değil.
Öncü göstergeler ikinci çeyrekten itibaren ise ekonomide dipten dönüşün başladığını gösteriyor. Bizim ikinci çeyrek için küçülme tahminimiz yüzde 8.5 dolayında. Bu toparlanmanın yılın ikinci yarısında da süreceğini ve son çeyrekte büyümenin yeniden başlayacağını umuyoruz.
Enflasyonda Düşüş Durdu
Enflasyonda geçen yılın kasım ayından beri süren düşüş eğilimi haziran ayında sona erdi. Haziran ayında enflasyon yüzde 0,11 olarak gerçekleşti ve geçen yılın aynı ayındaki seviyesini (yüzde -0,36) aştı. Bu nedenle mayıs ayında yüzde 5,2’ye kadar inmiş olan yıllık enflasyon haziran ayında yüzde 5,7’ye çıktı.
Enflasyonda böyle bir gelişme olabileceğini geçen ay belirtmiştik. Geçen ayki enflasyon değerlendirmemizde, yılın ilk beş ayında yanımızda olan baz etkisinin (geçen yılın aynı aylarında enflasyonun mevsim normallerinin altında olması) artık büyük ölçüde ortadan kalkması, dünya emtia fiyatlarının yeniden yükselmesi, tüketimde görülen toparlanmanın işletmelerin zam yapma korkusunu azaltmaya başlaması ve de geçici vergi indirimlerinin süresi dolunca yaşanacak fiyat artışları nedeniyle yıllık enflasyonun yılın kalan döneminde yatay seyretmesini beklediğimizi yazmıştık. Haziran ayında yaşananlar bu beklentimize uyuyor. Enflasyonda haziran ayında yaşanan yükseliş büyük ölçüde baz etkisinin ortadan kalkmasından kaynaklanıyor.
Enflasyonda temmuz ayında yeniden bir miktar düşüş görebiliriz. Çünkü geçen yılın temmuz ayında enflasyon mevsim normallerinin altındaydı. Yılın kalan döneminde baz etkisi bir de ekim ayında enflasyona düşüş yönünde katkıda bulunacak. Diğer aylarda ise baz etkisi enflasyonu yükseltici yönde çalışacak. Baz etkisine ek olarak yukarıda saydığımız diğer faktörlerin de devreye girmesi enflasyonda düşüş yolunu tıkayacak.
Bu arada enflasyonda düşüş yolunu tıkayabilecek bir faktör daha devreye giriyor gibi. Hükümet geçen ay bütçe açığındaki tırmanışın önüne geçebilmek için akaryakıt ürünlerinden alınan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) ile bazı restoranlarda uygulanan Katma Değer Vergisi (KDV) oranlarında artış yaptı. Bütçeyi toparlamak için bu tür başka önlemler de alınabileceği söyleniyor. Gerçekten bu yönde bir gelişme olursa enflasyonda yükseliş yönündeki riskler artabilir.
Haziran ayının enflasyon açısından bir önemli gelişmesi de Merkez Bankası’nın yılbaşında para politikası stratejisini belirlerken çizdiği hedefe uygun patikayla ilgili. 2006 yılından beri belirlenen bu patikayı daha önce hep üstten ıskalamıştık. Bu yıl yine patikada tutunamadık ama bu kez üst belirsizlik aralığının değil alt belirsizlik aralığının dışına taştık. Para politikası açısından hedefin alttan ıskalanmasıyla üstten ıskalanması açısından bir fark yok. Her ikisi de Merkez Bankası’nın hükümete hitaben bir açık mektup yayınlayarak bu sapmanın nedenlerini ve alınacak önlemleri açıklamasını, yani hesap vermesini gerektiriyor. Fakat bu yıl bu açık mektupla hesap verme mekanizması sadece yıl sonu hedefi için geçerli. Dolayısıyla haziran ayındaki sapmayla ilgili bir mektup yazılması gerekmiyor. Fakat dergimiz piyasaya çıktığında yayınlanmış olacak olan 2009 yılının üçüncü Enflasyon Raporu’nda bu konuda açıklamaların yapılmış olması gerekiyor.
Bütçede Açık Büyüyor
Merkezi yönetim bütçesi yılın ilk yarısında 23,2 milyar liralık açık verdi. Oysa geçen yılın aynı döneminde 1,9 milyar liralık fazla vardı. Bütçedeki fazlanın bir yılda bu kadar büyük bir açığa dönüşmesi, gelirler yerinde sayarken harcamaların daha da hızlanarak artmaya devam etmesinden kaynaklanıyor. Yılın ilk yarısında gelirlerin yüzde 0,9 gerilediği, harcamaların ise yüzde 24,1 arttığı görülüyor.
Bütçedeki gelirlerin yerinde saymasının nedeni ekonomideki resesyon. Resesyon nedeniyle vergi tahsilatının azalması ilk yarıyılda vergi gelirlerinde yüzde 4,4’lük düşüş yaratmış durumda. Resesyon, özelleştirmelerin hızını kesmek suretiyle vergi dışı gelirlerin de eskisi kadar arttırılmasına imkan vermiyor.
Harcamaların hızlanarak artmaya devam etmesinde ise, hükümete göre, resesyon nedeniyle açılan destekleme paketlerinin etkisi var. Fakat bu harcama artışlarının destekleme paketleri nedeniyle mi yoksa mart ayında yapılan yerel seçim nedeniyle mi gerçekleştirildiği biraz kuşkulu. Bize göre burada seçim ekonomisinin etkisi daha ağır basıyor.
Bütçedeki açık yıl sonunda 50 milyar lirayı aşabilecek gibi görünüyor. Hükümet şimdi bu açığı biraz olsun kapatabilmek için önlem peşinde koşuyor. Geçen ay bu amaçla bazı vergilerde artışa gidildi. Bu artışların devamının gelebileceği konuşuluyor.
Dış Borç Düşüş Eğiliminde
Türkiye’nin dış borç stoku bu yılın ilk çeyrek döneminde 11,8 milyar dolar azaldı. Geçen yılın sonunda 277,1 milyar dolar olan dış borç stoku, bu yılın ilk çeyrek dönemi sonunda 265,3 milyar dolara düştü.
Türkiye’nin dış borcu geçen yılın son çeyreğinde de düşüş göstermişti. Böylece dış borçlar iki çeyrek üst üste küçülme göstermiş oldu. Bu iki çeyrek dönemde yaşanan toplam düşüş ise 25,7 milyar doları buldu. Dış borcumuz geçen yılın üçüncü çeyreğinde 291,1 milyar dolara kadar çıkarak zirveye ulaşmıştı. Şu anda ise dış borcumuzun tutarı tam olarak bir yıl önceki seviyesine geri dönmüş durumda.
Dış borçta yaşanan bu düşüşün nedeni, son yıllarda sürekli dış kaynak temin ederek stoku büyüten özel sektörün şimdi net ödeyici konumuna düşmüş olması. Resesyonun tüm dünyada kapıyı çalmasından bu yana özel sektör vadesi gelen dış borçlarını öderken yeni dış borç kaynaklarına ulaşmakta zorluk çekiyor. Son iki çeyrekte dış borçta yaşanan düşüşün 21 milyar dolarlık ağırlıklı kısmı özel sektörün dış borçlarındaki azalmadan kaynaklanıyor.
Dış borç stokundaki düşüş eğilimi yılın kalan döneminde de sürecek gibi. Yurtdışındaki finansman olanaklarının yeniden açılması 2010 yılını bulabilir. Ayrıca özel sektörü yeni dış kaynak arayışına teşvik edecek bir yatırım canlanmasının da 2010 yılı ortalarından önce başlaması pek mümkün görünmüyor.
Dünyada Büyüme Tahminleri Yükseliyor
Ekonomide işlerin giderek kötüleştiği geçen yılın sonları ile bu yılın başlarında yaşanan bir gelişme küresel ekonomiye ilişkin analiz yapan IMF ve OECD gibi kurumların tahminlerinin giderek kötümserleşmesiydi. Son aylarda ekonomide toparlanmanın başlamasıyla bu eğilim de yavaş yavaş değişmeye başladı.
IMF, nisan ayında yayınladığı “World Economic Outlook” isimli raporunda yer alan tahminlerini geçen ay revize etti. Bu revizyon sonucunda açıklanan yeni 2010 yılı tahminleri eskisinden biraz daha iyi. Daha önce 2010 yılında dünya ekonomisinin yüzde 1,9 oranında büyümesi beklenirken şimdi bu oranın yüzde 2,5’e çıkarıldığı görülüyor. Gelişmiş ülkelerin büyüme tahmini “sıfır”dan yüzde 0,6’ya, gelişmekte olan ülkelerin büyüme tahmini ise yüzde 4’ten yüzde 4,7’ye çıkarılmış durumda.
IMF’den önce OECD de haziran ayının sonlarında yayınladığı “OECD Economic Outllook” isimli raporunda önceki tahminlerini olumlu yönde revize etmişti. Bu kurum dünya ekonomisine ilişkin büyüme tahmini yapmıyor ama dünya ekonomisinde ağırlığı büyük olan OECD bölgesine ilişkin tahminlerde bulunuyor. OECD bölgesi için daha önce 2010 yılında yüzde 0,1 küçülme tahmini yapılırken son raporda yüzde 0,7’lik büyüme tahmini yapılıyor. OECD bölgesine ve gelişmiş ülkelere yönelik olarak yapılan üçer aylık tahminlerde de daha önce 2010 yılının başında bitmesi beklenen resesyonun şimdi 2009’un son çeyreğinde bitmesinin beklendiği görülüyor.
Yalnız küresel ekonomiye ilişkin tahminlerde böyle bir iyileşme varken göreceli olarak en az iyileşmenin Euro Bölgesi’nde beklendiğini söyleyelim. Bu bölge bizim en önemli ihracat pazarımız olduğu için bu pek iyi bir haber değil tabii. Bu tahminler gerçekleşirse ihracatımızdaki sıkıntı 2010 yılında da sürecek. Bu da ekonomideki büyümenin hızlanmasının önüne geçebilecek.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?