Selçuk Demiralp / Hazine Müsteşarı Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp, piyasalarda yaşanan krize rağmen, ekonomiye olumlu bakıyor. Zaten yaşananları, “Kriz değil, dalgalanmaydı” diye nitelendiriyor...
Selçuk Demiralp / Hazine Müsteşarı
Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp, piyasalarda yaşanan krize rağmen, ekonomiye olumlu bakıyor. Zaten yaşananları, “Kriz değil, dalgalanmaydı” diye nitelendiriyor. 2001 yılında ekonominin büyümeye devam edeceğini söylüyor. “Krizden herkes ders aldı” derken, güven tazeleme sürecinin başarıyla sonuçlanacağına dikkat çekiyor. Programın geleceği için çok kararlı konuşuyor ve “Tek haneli enflasyon hedefinden vazgeçmedik” diyor.
Geçtiğim ay yaşadığımız “mali kriz”in ardından Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp krizin nedenlerini ve 2001 beklentilerini Capital’e değerlendirdi. Demiralp krizden başta bankacılık kesimi olmak üzere herkesin ders aldığını söylüyor. Selçup Demiralp 2001 yılı içinde olumlu ve moralli olduklarını söylüyor. Programın hedeflerinden sapma olmayacağını savunuyor. Ona göre yaşananlar okyanusta fırtınaydı ve atlatıldı. Demiralp, 2001 için olumsuz tahminler yapanlara da katılmadığını söylüyor. Ona göre büyüme oranı 4-4.5 olacak. Özelleştirmeler dengelerin oturmasını sağlayacak. Hazine ise piyasada geçen yıla göre daha etkin bir rol oynayacak.
Türkiye ekonomisi son 1 yıldır önemli bir ekonomik program yürütüyor. “Enflasyonla Mücadele Programı” adı verilen, IMF´nin ve Dünya Bankası´nın da desteği ile yürüyen bu program, 2000 yılı kasım ayında çıkan mali krizle sarsıldı. Krizin faturası konusunda milyarlarca dolarlık tartışma çıkarken, programın, dolayısıyla da bankacılık kesiminin güven ve itibar kaybetmesi bile gündeme geldi.
Programın uygulama aşamasında sadece cari açık kötü bir sürpriz olarak değerlendirilirken, yıl sonuna doğru cari açıktaki artış, yabancı fonlarının çekilmesi ve devalüasyon baskısının neden olduğu bir kriz baş gösterdi. Program başladıktan sonra, yüzde 30-35´lere kadar düşen faizlerin görülmedik şekilde yükselmesi de paniği artırdı.
IMF ve Dünya Bankası´nın gerek deklarasyonlarla, gerekse ek kaynak aktarımı sözü vermeleriyle piyasalar biraz durulurken, her kesim 2001 yılına kuşkuyla bakmaya başladı. Bu dönemin ekonomi yönetiminin en önde gelen kişilerinden Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp, Capital´e, 2000 yılının değerlendirmesini yaparken, 2001 yılına ilişkin de beklentilerini açıkladı.
Krizi ``dalgalanma” olarak değerlendiren Demiralp, ``Okyanusta bir fırtına çıktı. Önemli olan bu fırtınayı hafif atlatmak. Şimdi fırtınadan sonraki durgunluk içindeyiz. Ama rotamız değişmedi'' diyor. Demiralp´ın açıklamaları şöyle:
Siz bir demecinizde ``Biz bu krizi hiç hak etmedik''dediniz. Nerede hata yaptınız?
Burada hata aranmaması lazım. Çünkü, program, her yönüyle düzgün bir şekilde çalışıyordu ve hala da çalışıyor. 12 aylık bir dönem içinde programın uygulanmasına baktığımız zaman çok önemli gelişmeler elde edildiğini görebiliriz.
Bunların başında mali politikaların uygulanmasında hedeflerin çok daha üzerindeyiz. Faiz dışı fazla, gelir performansı , giderler, konsolide bütçe, disiplinli bir kamu harcaması açılarından, çok önemli gelişmeler elde edildi. Yanı sıra, iç ve dış borçlanmada yine önemli diyebileceğimiz gelişmelerimiz var.
1999 yılındaki ortalama faizlerle karşılaştırıldığında, 2000 yılındaki ortalama faiz yüzde 35 dolayındadır. 20 milyar dolara yakın faiz ödemesi tasarrufu vardır. Ve bu, programın en önemli başarılarından bir tanesidir. Sarmal olarak aldığınız zaman, hatta faiz iç borç stokunun gelişmesine şöyle bir bakarsak, 1999 yılında 11.5 katrilyon lira, 2001´in başında 23 katrilyona kadar çıktı. Bu hızla gitseydi, yüzde 100 artarak gitseydi bu, borç stoku 45-50 katrilyon liraya kadar çıkacaktı. Şu aşamada biz bunu 33 katrilyon olarak sınırlamış bulunmaktayız. Dolayısıyla en azından iç borç artış hızını belirli bir noktada tuttuk ve aşağı doğru çektik. Buradan elde ettiğimiz kazanç, 20 milyar doların üzerinde.
İlk defa 2001 yılı bütçesi, bir faiz bütçesi değil, artık tamamen rasyonel bir dağılım içinde olmaya başladı. Bütçe açığı da buna göre önemli düşüş gösterdi. Bütçe açığı 2001 yılında 3.5 katrilyon civarında olacak. Dış borçta da önemli başarılar elde edildi.
Özelleştirmede gecikme ne kadar etkili oldu?
Tabii özelleştirme ve yapısallar konusunda 2000 yılının ilk 6 ayındaki hız, ikinci 6 ayda olamadı. Buradan özellikle özelleştirmede gecikme oldu. GSM ihalesiyle ilgili giriş 2001 yılına sarktı. Türk Telekom ve THY´nin özelleştirilmesi planlanandan daha gecikti. Bu, dış piyasaları oldukça rahatsız etti. Özellikle de cari açıktaki gelişmelerle beraber ele alındığında dış piyasalar bu gelişmelerden rahatsız olup, Türkiye´deki fonlarını çekmeye başladılar.
Bankacılık sektöründe de likidite sıkıntısı baş gösterince, kasım ayındaki bilinen dalgalanmalar meydana geldi. Tabii program uygulamasında zaman zaman böyle şeyler olur ama istenen olmamasıdır. Biz olmamasına gayret gösterirken, maalesef böyle bir olayla karşı karşıya kaldık ama aldığımız tedbirlerle biz sistemi, sektörü şu aşamada da yavaş yavaş rehabilite etmeye başladık.
Özellikle reel sektörün buradan çok büyük zarar görmesini istemiyoruz, onun için büyük bir hızla dışardan yurt dışında dış piyasaların güvenini tekrar kazanmak, dış piyasaların Türk bankacılık kesimine fon akışını sağlamak bir başka deyişle fon akışının kesilmemesini istiyoruz. Çünkü, bizim bankacılık kesimi ve reel sektörümüz dışardan sağlanan kaynaklarla likidite yaratmaktadır. Burada bir daralma ekonomiyi sıkıntıya sokar. Son olaylarda böyle bir durumla karşı karşıya kalınca IMF´nin desteğini alarak, bu programın başarıyla devam ettiği izlenimini dışarıya vererek, Frankfurt´da ve New York´da bankacılarla, toplantılar yaparak bunların bankacılık sektörüne ve reel sektöre line’larını, limitlerini kesmemelerini, hatta daraltmamalarını amaçladık.
Tepkiler nasıldı?
Aldığımız reaksiyonlar olumlu. Programa güvenleri tam. Son aldığımız kararlar, özellikle özelleştirme konusunda, Telekom ve THY diğer özelleştirmeler konusunda hükümetin aldığı kararlar ve 2001 yılının bütçesi dahil olmak üzere uygulamaya konulacak esaslar, dış piyasalar tarafından uygun görülüyor ve destekleniyor. Şu aşamada tekrar güven tazelemeye başladık.
Bu temaslardan sonra yaklaşık 4 milyar 200 milyon dolar Merkez Bankası ve Hazine hesaplarına girecek. Bu da 2001 yılına daha güçlü bir şekilde girmemizi sağlayacaktır. Piyasaların güvenini tazelemiş olacağız. Merkez Bankası bankacılık sektörünün ihtiyacı olan likiditeyi yaratma kabiliyetine tekrar kavuşacaktır.
Dolayısıyla programda meydana gelen hafif dalgalanma bir şekilde rehabilite edilecektir. Şunu da söyleyebilirim ki, IMF´nin de desteğini alarak bu konudaki çalışmalar son derece süratli olmuştur. Ben iddia edildiği gibi, burada geç kalındığı görüşüne katılamıyorum. Olabildiğince süratli bir şekilde müdahale edilmeye çalışılmıştır ama arzulanan böyle bir şeyle karşılaşılmamasıdır.
Bankacılık kesiminin de bundan önemli ölçüde ders çıkarması gerekir. Bu olayın çıkışı Türk bankacılık sektörünün sığ olmasından kaynaklanmaktadır. Bundan herkes, sadece kamu, hükümet tarafı değil, bankacılık kesimi başta olmak üzere tüm kesimlerin bir ders çıkarması ve ona göre hareket etmesi gerekir.
Faizler çok düşünce bunu biraz regüle etmek gerekmez miydi?Merkez Bankası’nın elindeki enstrümanlarla bunu yapmak mümkün değil miydi?
Biliyorsunuz, faizleri piyasa belirler. Bizim buradan direkt olarak faizlere müdahalemiz ya da etkilememiz doğru olmaz. İç ve dış piyasalar programa karşı çok büyük destek verdiler. Bu faiz oranlarıyla bir şekilde bu programımızı satın aldılar. Tabii bunu yapınca burada sık sık birtakım şeyler oldu. Faizler çok düştü ama biz piyasalara müdahale etmek istemedik. Piyasalar kendileri şekillensin istedik, halen de piyasalara müdahale etmiş değiliz. Piyasalar kendi dengeleri içinde faizleri belirlemektedir.
Biz piyasaları yönlendirmeye kalktığımız zaman bunun sonu olmaz. Çok büyük sıkıntılar yaratır. Piyasa kurallarının işlemesi lazım. Dolayısıyla faizlerdeki düşmenin belki harcamaları artırma yönünden, dövize baskı yönünden birtakım sonuçları olmakla beraber, bir yerde de Türkiye ekonomisini düzeltecek toparlayıcı bir etken olmuştur.
Faiz, bizim bütçemizin yüzde 80´lerine kadar çıkmışken yüzde 50´lere kadar indi. Devletin bütçesinin rehabilitasyonu açısından önemli bir rol oynamıştır ve programın önemli özelliklerinden birisidir. Kasım ayına kadar da hiçbir sıkıntı olmadan sistem çalıştı. Kasım ayında dengelerin bozulmasında bankacılık sektöründen kaynaklanan likidite sıkıntısı rol oynadı. Bir veya birkaç bankanın aşırı kağıt almasından ve bunu kısa vadeli fonlamasından kaynaklanan bir sıkıntı, birdenbire bankacılık sektörüne sirayet etti. Yabancı bankalarla olan ilişkilerde bir kesilme olunca bankacılık kesimi ayakta durmakta sıkıntı çekti ve dolayısıyla faizlerin aşırı fırlamasına neden oldu ve bir bankanın da fona devredilmesine neden oldu.
Fona devredilen son bankanın herkes bir şekilde usulsüz yönetilmediği konusunda hem fikir. Ama burada faiz riski öne çıktı. Son dönemdeki risklerin sınıflandırmasını yapar mısınız?
Bankacılık tabii risk almayı ve riski yönetmeyi öngörüyor. Bu bir sanat. Dolayısıyla kur riski ile beraber faiz riski devamlı olarak olur.
Geçmişte de vardı?
Vardı ama burada önemli olan bu riski alırken bunun fonlamasanın ne şekilde yapılacağıdır. Yani aktif pasif yönetimidir. Bankacılık sisteminin ana temeli budur. Orta vadeli ya da 1.5- 2 yıllık bir varlığının fonlamasını gecelik yapıyorsanız, bunun maliyeti çok yüksek olur. Bizim maalesef bazı bankalarımız bu tür yönlere gittiler ve onun sıkıntısını yaşadılar. Yani fonlamadaki uyumsuzluk önemli.
Aktifi paraya çevireceğin dönemle pasifteki fonlamanın dönemi birbirine uymadığı zaman çok büyük maliyet çıkıyor. Eğer orada bir kesilme, daralma olursa bankanın aleyhine çalışan bir durum oluşuyor.
Bu öngörülebilen bir olgu değil mi?
Böyle bir risk alınır ama bu tür bir olayla karşılaşılırsa da yapacak bir şey kalmaz.
Bu bir risktir alınabilir ama diyorsunuz?
Alınabilir demiyorum; bu kadar büyük bir oranda alınmaması gerekir. Risk yönetimi de bir sanattır. Riski aldığın zaman onu çok iyi yönetmen lazım. Ama riski artıracak bir riskle devam edersen sıkıntı yaratır. Bankacılık risktir, risk alma sanatıdır ama bunun muhtemel sıkıntılarını dikkate alarak gitmek gerekir. Maalesef kasım ayı bankacılık açısından da alınacak dersleri ortaya koymuştur.
Likidite konusuna gelirsek, bunun geçmişe dayanması konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu bir birikim sorunu mu?
Böyle bir programın uygulanmasında bu tür olaylarla karşılaşıldığında hemen olayın çözümünü bulmak kolay olmuyor. Çünkü, bu programda açıkladığımız bir kur politikası var. Bunun içinde kalacaksınız. Artı iç varlıklarla ilgili limitler var. Bu limitler bu tür mekanizmalar içinde Merkez Bankası´nın sektöre müdahalesi sınırlı kılıyor. Yani likidite yaratması sınırlı kalıyor.
Merkez Bankası´nın şu anda çalışma sistemi, ne kadar döviz girerse o kadar likidite çıkarıyor. Ne kadar döviz çıkarsa, o kadar likidite daralması oluyor. Son zamanlarda birden 6-7 milyar dolar civarında bir döviz çıkınca, Merkez Bankası’nın likidite yaratma kapasitesi ister istemez azaldı. İşte burada Merkez Bankası sektörü likidite açısından besleyemedi ve faizler inanılmaz boyutlara çıktı.
Daha sonra döviz girişleriyle likidite sağlanmaya çalışıldı.
Tabii burada herkes Merkez Bankası’nın politikasını anlayamadı ama eğer bir program uygulanıyorsa, o programın hedeflerini bozmadan o hedeflerden uzaklaşmadan müdahale edilmesi gerekir. O da zaman alan, istenildiği gibi hareket kabiliyeti olmayan bir durumdur.
Ama sonradan Merkez Bankası net iç varlık limitini deldi. Daha önce bunun dışına çıkamaz mıydı?
Onun tartışmasına ben girmek istemiyorum. Çünkü, Merkez Bankası’nın konusu ama altını çizerek söylemek istediğim konu şu: Merkez Bankası’nın görev alanı kapsamına giren kararlar arasında programa bağlı olan kısımlar var. Onu göz ardı edemedi. Bazı ödemeler yaptı ama sonuç itibariyle şu anda da yine programdaki hususlara uydu.
IMF yetkilileri krize çok şaşırdılar mı?
Bankacılık kesimi likidite sıkıntısına girdi. Burada bizi en çok tedirgin eden dış piyasaların buna ani reaksiyon göstermesi ve fonları çekmesi. Biz IMF´ye şunu söyledik: Yurt dışındaki piyasaların Türk bankacılık sektörüne bakışında sıkıntılar var. Line´lar kesilmeye ve daralmaya doğru gidiyor. Bu bizim bankacılık kesiminin sağlıklı yapısını bozar, dolayısıyla burada beraberce dış piyasalara doğru sinyaller, mesajlar vermemiz lazım ve bu hatların kesilmemesi lazım.
Bütün görüşmelerimizde bunun altını çizdik ve IMF bu konuda bize destek verdi. Dikkat ederseniz, IMF çok hızlı bir şekilde Türkiye´ye geldi. Çünkü, onlara zamanın çok önemli olduğunu, dış piyasalar daralırsa, kapanırsa bizim bankacılık sektörünü ayakta tutmamızın mümkün olmayacağını, bunu ayakta tutamazsak programın başarısının mümkün olamayacağını, reel ekonomiyi ayakta tutamayacağımızı söyledik. Ondan sonra apar topar Türkiye´ye geldiler. Altını çiziyorum, bütün görüşmelerimiz dış piyasaların Türk Bankacılık sektörüyle ilişkilerini düzeltmek, rehabilite etmek açılan kredileri daraltmamak kestirmemek üzerine kuruluydu.
Şu anda geldiğimiz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
2000 yılına girerken, ne kadar güvenimiz ve iyimserliğimiz varsa aynı hissiyatı yine duyuyoruz. Biz bu programın başarılı olacağına ve alternatifi olmadığına inanıyoruz. “Niye IMF ile program yapıyorsunuz” diyorlar. Hiçbir ülke kendi isteğiyle durup dururken, IMF ile program yapmak istemez. Türkiye maalesef 1999´a geldiğinde, artık dışardan bir destek almak suretiyle ekonomisini düzeltmek durumunda kaldı.
Bu, 1990´lı yıllarda uygulanan politikaların bir sonucudur. Birikimin bir sonucudur. Artık iç borcunu çeviremez, dış borcunu iç borçla ödemeye kalkamaz hale gelmişti. Reel faizleri 50´leri 60´ları bulan bir ekonomiyi nasıl ayakta tutarsınız.
Biz böyle bir programı başlatmasaydık, yılın başında ekonomi krize girerdi. Bu petrol şoklarının altından kalkamazdık. Türkiye bu programla birtakım fedakarlıklara gidiyor ama ekonomisini disipline ediyor, geçmiş yıllarda çıkaramadığı yapısal kararları çıkarıyor. Bu kararları çok hızlı süreç içinde aldığı için, birtakım sosyal rahatsızlıklar var.
Ama bunlar belki 10-15 yıl önce alınması gereken kararlardı. Enerji sektörüne bakıyorsunuz karmakarışık bir durum var. Sosyal güvenliğe bakıyorsunuz. Türkiye sosyal güvenliğini kuramamış az sayıda ülkelerden bir tanesidir. Tarım sektörüne bakıyorsunuz, yıllarca sübvansiyon sistemi üzerine kurulmuş ve ne devlete ne vatandaşa faydası olmayan bir sistem ve bunların hepsini düzeltmeye kalkıyorsunuz. KİT’leri özelleştirmeye kalkıyorsunuz, iç borçta tıkanmışsınız dış borç yapamıyorsunuz.
Böyle bir ekonomiyi almışsınız, bu ekonomiden çıkmak istiyorsunuz enflasyon yüzde 100´lerin üzerinde, faizler yüzde 150´lere çıkmış. Türkiye büyük ülke diyorsunuz; Türkiye´nin ekonomik olarak ayakta duracak hali kalmamış, her tarafı delik deşik. Mecbursunuz bu programı birisiyle yapmaya. Bu kadar fedakarlığı yaparken, birisinin bu yapılanlar doğrudur demesi lazım ki, dış piyasalar sana güvensin.
Dünyada dış piyasaların güvenini almadan hareket edilemez artık, globalleşmiş bir dünyaya girmişsiniz. Biz de IMF ile Dünya Bankası’nı arkamıza almak zorunda kaldık. Çünkü, onlar, “evet Türkiye´nin aldığı kararlar doğrudur, ekonomisini disipline edecektir enflasyonunu düşürecektir iç ve dış borcunu kontrol altına alacaktır” diyor. Bunu biz söylediğimiz zaman kimse inanmaz. Nasıl ki rating kuruluşları bankalara şirketlere gidiyor, herkes ona göre değerlendirme yapıyorsa, ülkelerin rating kuruluşlarının başında IMF ve Dünya Bankası geliyor. Biz şimdi fedakarlık yapıyoruz, bunun sonucunu alacağız. Keşke bu programa çok daha önceden sorunlar büyümeden başlasaydık daha hafif geçirirdik..
Şimdi çok büyük sorunları aşmak durumundayız ama şunu da söyleyeyim çok büyük kısmını da aştık. Hükümetin bu konudaki kararlılığını dikkate almak lazım. Üç partili bir koalisyon hükümeti olmakla beraber yapısal reformlarda ve özelleştirmede son derece kararlı.
Ülkemizin önü, ekonomik olarak açılıyor. Krizler, böyle olaylar geçici, okyanusta bir fırtına olarak düşünün.Önemli olan fırtınayı rahat bir şekilde atlatmaktır. Ama bizim rotamız değişmez. Biz rotamızı çizmişiz ve devam ediyoruz.
Kriz üzerine ekonomik program mı, hedefler mi değişecek diye tartışmalar çıktı. İkisi de değişecek mi?
Hiçbiri değişmeyecek. Bu programın bir tane hedefi var. 2002 yılı sonunda tek haneli enflasyon.
Bu yıl ki enflasyondan sonra siz hala bunu söyleyebiliyor musunuz?
Tabii ki söyleyebiliyoruz. Bunu söyleyemezsek, burada oturmamamız lazım. Eğer bu konuda bir güven sarsılması varsa bu çok kötü.
Bence var...
İşte bu kötü... Biz bu güveni elde edeceğiz. Biz bunu elde edemezsek ne AB´ye gireriz, ne büyük ülkeler konumuna gireriz ne de ilerde Türkiye´ye ne kimse dış kredi verir, ne de Türkiye´de iş yapar. Türkiye ekonomisinin bir şekilde belirli bir disipline gitmesi, belirli kriterlere oturması lazım. İç borç, dış borç, borç stoku açısından enflasyon kur politikası bütçe açığı, konsolide bütçe açılarından belli kriterleri uygulayabilmeliyiz.
2001´in ilk aylarında çok büyük iç borç ödemesi var. Bu dönemin atlatılması zor olacağa benziyor. Bu dönem dengeleri etkileyecek mi?
Tekrar piyasalara dönüyoruz. Faizi piyasalar tespit edecektir. Faiz ödemeleri 2001 yılı bütçesini büyük ölçüde etkilemeyecek. Çünkü, 2000 yılında yapılan ihalelerin ödemeleriyle ilgilidir. Şimdi tabii biz piyasaların tekrar güvenini kazandırmamız lazım. Likidite durumunun iyileşmesi gerekir. Bizim piyasalarda bulunmamız lazım. Biz ağustostan sonra borçlanma açısından piyasalarda yoktuk. Bu da bankacılık sektörünü etkiledi.
Bu da şunu gösteriyor. Bizim çok dengeli iyi bir iç borçlanma politikası yapmamız lazım. Bankalar birbirleriyle değil, devletle yaptıkları ilişkilere alışkın oldukları için, onları yalnız bırakmamamız lazımdı. Bu da bizim çıkardığımız sonuçlardan bir tanesi. Biz ağustostan sonra piyasalardan hemen hemen çekildik, bütün borçlanmalarımız ağustostan önceydi. Ondan sonra çok cüzi bir şekilde piyasalarda var olduk. Ama bu tarihten sonra bankalar ellerindeki likiditeyi kendi aralarında dolaştırmaya başladılar. Buna pek alışık olmadıkları için, sistem istenildiği gibi çalışmadı. Bu da şunu gösterdi ki Hazine’nin katalizör rolü çok önemli.
Biz istiyorduk ki, piyasalar kendileri yapsınlar ama şimdi biz bu konuda daha dikkatli olacağız. Gelecek seneki borçlanma politikasında bu durumu dikkate alacağız. Her kesim bu dalgalanmadan kendine göre bir ders çıkardı. En ufak bir ihmalin maliyetinin çok büyük olduğu herkes tarafından biliniyor şu anda. Ama biz bunu fazla büyütmememiz , tartışmamamız lazım. Olmuş bir kaza olarak görüp bunu büyütmeden yolumuza devam etmeliyiz.
“2001’DE BÜYÜME YÜZDE 4-4.5 OLUR”
Ekonomik programın bundan sonraki güvencesi özelleştirme ile beraber neler olacak?
Özelleştirmede 2000 yılında bir şeyler yaptık geçmiş yıllara göre ama yeterli değil. 14 yılda, 5 milyar dolarlık özelleştirme yaparken, bu rakamı sadece 2000 yılında tutturduk. Ama yeterli değil. Bunun 3 milyar dolarlık kısmı Hazine´ye intikal etti. Biz bu bölümü 5 milyar doların üzerinde bekliyorduk. 7.6 milyar dolardı bu yıl ki hedefimiz. GSM ve Telekom, THY bunun içindeydi. Ama çok iyi bir iç ve dış borç yaptığımız için, kamu olarak çok fazla etkilenmedik. Fakat biraz önce tartıştığımız olaylardan dolayı yurtdışı piyasaların, özellikle bankacılık kesimine olan güveni sarsıldığı ve line´lar kesildiği için fırtına çıktı. Ama ben şu anda fırtına sonrası bir durulma görüyorum. Hedeflerimizde bir değişiklik yok.
Yılın ilk 3 ayında eksi büyüme bekliyor musunuz?
Hayır. Bunu söylemek için çok erken. Biz bu programa başlarken bu parametrelerle, ekonomik performansın, büyümenin olmayacağını söyleyenler çoğunluktaydı. Şu anda 6´nın üzerinde büyümeyle bitiriyoruz 2000 yılını.
Bu yıl yüzde 6 büyüme, gelecek yıl da ilk üç ayda da olsa eksi olacaksa sakıncalı değil mi?
Bu hızla piyasanın durulmasının dengelenmesini bu hızla devam ettirirsek 2001 yılı herkesin söylediği kadar ilk üç ayda negatif olmayacaktır. Yüzde 4-45 ´luk bir büyüme hedefinin 2001 yılı için çok gerçekçi olduğunu düşünüyorum.
“BANKACILIK KESİMİ BUNLARI KENDİ KENDİNE YAPTI”
Böyle bir kriz sonrası kredi line´larının kesilmesi kaçınılmaz bir sonuç muydu sizce?
Yabancılar bu konuda ürkektir. Bizim bankacılık sektöründe de dedikodu had safhada. Her gün “O banka gitti”, “Bu banka gitti”, “Şu kadar banka gidiyor” derken adamlar ne oluyoruz diye çekildiler. Biz kendi kendimize yaptık yani. Bütün dünyada bankacılık hassastır ve en çok konuşulan konu da bu sektördür. Türkiye´de ise en fazla konuşulan konu bankacılık. Ve hep tahminler üzerine, dedikodular üzerine konuşulur. Bu da bankacılık kesimini sıkıntıya sokar ve zor duruma düşürür.
Son dönemde bankacılar birbirleriyle ilgili dedikodu yaptılar; o banka, bu banka derken, herkesin kafası karıştı . Dış piyasaların da kafası karıştı. Yurt dışında diyorlar ki; “Sizin bankacılardan öğrendiğimize göre şu banka da şöyleymiş” diyorlar. “Yok”; diyoruz kamu otoritesi olarak ama herkes birbirini şikayet eder ve karalar hale geldi. En büyük sıkıntı bu.
Türk bankacılık sisteminde mali sektör geleneği oluşmadığı için mi bunlar oluyor?
Bankacılık kesiminin dönüp arkaya bakıp, bu konuda çok dikkatli karar vermeleri gerekiyor. Kendi bindikleri dalı kesiyorlar, bankacılar, kendisinin iyi olduğunu başkasını kötüleyerek ifade ediyor. Mali sektörde dedikoduya yer yoktur. Sonuçta şunu anladılar: Bir iki banka derken bankacılık sektörü etkilendi. Hepsi yaptı. Onun için bankacılık kesiminin bundan büyük ders alması gerekir. Bankacılık kesimi kendi kendine yaptı ve bununda kendileri farkındalar. Öğrendiler...
“BUNLAR OLMAZSA OLMAZ”
2001 yılına baktığımızda özelleştirmede bir atılım, hedeflerde değişiklik yok diyorsunuz, yapısal reformlarda 2001 yılında olmazsa olmaz dedikleriniz neler?
Enerji sektöründe düzenleme yapılmalı. Elektrik Piyasası Yasası, ocak ayı sonuna kadar çıkacak. Onun arkasından mutlaka tarım kesimi reformu. Doğrudan gelir desteği uygulanmaya başlanacak. Sosyal güvenlik sistemindeki bireysel emeklilik dahil hepsinin ardı ardına sıraya girmesi lazım. Bunlar öncelikli. Diğer kesimlerde de birtakım kararlar alarak bunun yanına özelleştirmeyi de koyarak, mali politikalardaki 2000´deki performansı, 2001´de de göstererek yürümemiz gerekir. Bu bizi hedeflere ulaştıracaktır.
CARİ AÇIK GÖZ ARDI MI EDİLDİ?
Mayıs ayından itibaren cari açığı izlediğinizde bunun artmasının nasıl etkileyeceğine bakılması gerekmez miydi? Burada acaba bir dikkat eksikliğimi oldu. Çünkü, her yıl belli miktarda sermaye çıkışının olması normaldir. Bankacılık kesimi de dikkate alındığında, gereği kadar dikkat edilmedi mi acaba?
Bir kere globalleşmenin getirdiği bir özellik var. Ülkeler krize artık ticaret hacimlerindeki açıklardan değil, yani ithalatın ihracattan fazla olmasından dolayı krize girmiyor, sermaye hareketlerindeki durumdan dolayı krize giriyor. 1998 Uzakdoğu Krizi’ne baktığımızda, globalleşen dünyanın getirdiği sonuç şu: Artık ülkeler krize girmeye başladığında en önemli etken sermaye hareketleri. Bu sermaye hareketleri başka ülkeleri de etkiliyor.
Cari açık dediğimiz sermaye hareketlerinin de içinde bulunduğu sisteme baktığımızda, artık cari açıkların çok önem kazandığını sadece dış ticaret hacmine göre değerlendirme yapılmadan sermaye hareketlerini de değerlendirerek olayı irdeleme gereği çıkıyor ki, bu çok önemli. Kaldı ki bütün böyle program uygulayan ülkelerde cari açık büyümüştür.
Ama Türkiye daha ekstra bir şeyle karşılaştı?
Ama bizim şansızlıklarımız oldu. Bunların başında petrol fiyatları anormal bir şekilde arttı. Biz 20 milyar dolar civarında hesaplarken 35 dolarlar. Petrol türevlerini de saydığınızda her 6 ayda birer milyon dolardan 2 miyar dolar artı yük geldi. Euro-dolar paritesinden dolayı ihracatta artış olmasına karşın reel olarak düşüş oldu. Orada da büyük bir sıkıntıyla karşılaşıldı.
İhracatçıların önce faiz giderlerinden bir avantajları oldu o da bir süre sonra ortadan kalktı. Dolayısıyla dış etkiler çok önemli rol oynadı. Artı gelir etkeni var. Yani faizlerin durumu nedeniyle harcama potansiyeli arttı, bastırılmış harcamalar birden harekete geçti ve daha ziyade lüks eşyalara karşı, ithal mallara karşı büyük bir talep başladı. İthalatın yüzde 87´si ara mallar ve sermaye malları, yüzde 12’si tüketim malları ithalatıdır. Bu, hala durulmuş değil. 1999´da daralmadan stoklar boşalmıştı. Bu yıl stokların dolması nedeniyle bir ithalat olayı oldu. Bu da büyümeyi beraberinde getirdi. Bu çerçeve içinde tabii bizim beklemediğimiz ölçüde cari açıkla karşı karşıya kaldım.
Tabii böyle durumda beklenen özelleştirme dahil gelirlerin birden hızlanması ve bu cari açıktaki gelişmelerin bir şekilde iç kaynaklardan da desteklenmesiydi. Bizim GSM´in dışında, ki onun geliri büyük miktarda 2001 yılına sarktı; 2000 yılında ciddi diyebileceğimiz bir gelirimiz olamadı. Bu da tabii özellikle yabancı fonları olumsuz yönde etkiledi. Bunu gördüğümüz için, 2001 yılı programında özelleştirmeye çok daha önem verdik. Piyasalara şu imajı vermek istiyoruz: “2001 yılındaki muhtemel yüzde 3-3.5 civarında beklediğimiz cari açığı önemli ölçüde özelleştirmeden elde edeceğimiz gelirle karşılayacağız. İç kaynaklardan da bunu elde etmeye çalışacağız”.
Hazırladığımız niyet mektubunda, ağırlık olarak özelleştirmeyi öne çıkaracağız. Piyasalara sadece içerden ve dışardan borçlanarak ayakta duran ülke değil, kendi gelirlerini, tasarruflarını yaratan ülke imajını vermeye çalışıyoruz.
“BDDK’NIN KURULMASINDA GEÇ KALINDI”
Banka operasyonları, BDDK’nın kurulmasından sonra fona alınan bankaların durumu, bankacılık imajını nasıl etkiledi?
Bir kere BDDK´nın kurulmasında geç kalındı. Biz belki bunu 1990´lı yıllarda kurmamız gerekirdi. Özellikle 1994 krizinden sonra kurmamız gerekirdi. O zaman da kuramadık. Taa 2000´lere geldi ve son 10 yılda bankacılıkta olanlar en son da kasım ayında oldu biz BDDK gibi, bir kuruluşu geç kurmanın bedelini ödüyoruz.
Sağlıklı bir bankacılık sektörü oluşturabilmemiz için böyle bir kuruluşu çok daha önceden kurmamız gerekirdi. Diğer ülkelere bakın hem bankacılık sistemini siyasetten arındırıp, hem denetleyebilen hem de karar alabilen organizasyonları kurabilen ülkelerin bankacılık kesimleri de sağlıklı. Türkiye şu anda bunun sancılarını çekiyor. Birkaç sene sonra Türkiye sağlıklı bir yapıya gelecektir.
BDDK´ya hepimizin sahip çıkması gerekir. Geç kalındı ama gerekliydi, sonuçta kuruldu. Birkaç yıl sonra bankacılık kesimi bulunduğu durumdan çok daha iyi olacak. Burada BDDK Türk bankacılık sektörünün imajını iyileştiren, itibarını artıran bir kuruluştur. Ara geçiş dönemleri oluyor.
Bankalara el konuluyor, yolsuzluklar oluyor. Ama esas önemli olan Kurul´un oluşması. Maalesef politikacılar yıllardır BDDK´nın kuruluşunu bir şekilde geciktirdiler.
Çünkü, bankacılıkla olan irtibatlarını kesmek istemediler. Burada Başbakan Bülent Ecevit´in büyük katkısı oldu. Çünkü gerçekçi bir düşünceye sahip bir başbakan olduğu için, kurulmasında önemli rol oynadı. Bugün BDDK´nın kurulması Türkiye için ve bankacılık kesiminin geleceği için çok önemlidir.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?