Ruchir Sharma ile son kitabından da yola çıkarak küresel ekonomiyi ve Türkiye’yi konuştuk...
Tuba İlze
Rockefeller International Başkanı ve Breakout Capital Kurucusu RUCHIR SHARMA, Türkiye’nin doğru yönde ilerlediğini söylese de enflasyon ve TL’deki dalgalanmaların yabancı yatırımcıları hala tedirgin ettiğini vurguluyor. “Yatırımcı güvenini kazanmak için Türkiye’nin daha fazla istikrara ve Ortodoks politikalara bağlı kalmasına ihtiyacı var” diyor ve ekliyor: “Pek çok şirket, üretimini Çin’den başka ülkelere taşıyor ya da sıfırdan yeni tesisler inşa ediyor. Türkiye, Çin’den çıkış dalgasından faydalanmak için çok iyi bir konumda.”
Rockefeller International Başkanı ve Breakout Capital Kurucusu ve Baş Yatırım Sorumlusu Ruchir Sharma, küresel ekonomi konusunda önde gelen uzmanlardan biri. Yıllardır gelişmekte olan pazarlar üzerine yaptığı analizlerle tanınan Sharma, aynı zamanda son kitabı “What Went Wrong with Capitalism” (Kapitalizmde Neler Yanlış Gitti) ile kapitalizmin sorunlarını ele alıyor. Kitabında devletlerin ekonomik krizler sırasında giderek artan müdahalesi ve bu müdahalelerin doğurduğu sonuçları sert bir şekilde eleştiriyor. Özellikle “zombi şirketler” olarak adlandırdığı sadece yeni borçlanmalarla ayakta kalabilen ve ekonomik verimliliği olumsuz etkileyen şirketlerin kapitalizmi nasıl çarpıttığına dikkat çekiyor. Sharma’ya göre bu yapılar uzun vadede sağlıklı bir ekonomik büyümenin önündeki en büyük engellerden biri. Türkiye ekonomisine dair değerlendirmelerinde de önemli noktalara değinen Sharma, “Türkiye doğru yönde ilerliyor ancak daha fazla istikrar sağlanmadıkça yatırımcı güveni tam anlamıyla geri dönmeyecek” diyor. Türkiye’nin Çin’den üretim çıkışını fırsata çevirebileceğini vurgulayarak, “Türkiye, Asya ve Avrupa arasındaki stratejik konumuyla bu süreçten büyük kazanç sağlayabilir. Ancak uzun vadeli başarı için hükümetin Ortodoks politikalardan sapmaması çok önemli” diye ekliyor. Sharma’ya göre Türkiye, küresel ekonomi içinde dikkate değer bir potansiyele sahip ancak en büyük risk, büyümeyi sağlamak adına kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadeli ekonomik disiplinin terk edilmesi. Morgan Stanley’de 25 yıl boyunca gelişen piyasalar başkanı ve küresel baş stratejist olarak görev yapan, küresel piyasalarda yaklaşık 20 milyar dolarlık varlık yönetimi deneyimine sahip olan Ruchir Sharma ile son kitabından da yola çıkarak küresel ekonomiyi ve Türkiye’yi konuştuk:
“Kapitalizmde Neler Yanlış Gitti” adlı son kitabınızda, zombi şirketler sorununu ele alıyorsunuz. Zombi şirketler kapitalist sistemi nasıl etkiliyor?
Kitapta savunduğum temel görüş, devletin artan müdahalesinin, kurtarma paketlerinin ve borçlanmaların kapitalist sistemi birçok yönden tanınmaz hale getirmesi… Bunun en bariz örneklerinden biri, borçla ayakta duran zombi şirketler. Bu şirketler, kazançlarıyla faiz ödemelerini bile karşılayamaz durumda ve sadece yeni borçlar alarak hayatta kalabiliyorlar. 2000 yılında ABD ve diğer gelişmiş ekonomilerde neredeyse hiç yokken bugün halka açık şirketlerin beşte biri bu kategoriye giriyor. Son krizlerde bu şirketlerin sayısı daha da arttı. Oysa krizler, bu tür şirketleri ortadan kaldırmalıydı. Genel anlamda gelişmekte olan ekonomiler, borç yükü açısından hala daha az zombi şirket barındırıyor. Ancak Türkiye bu konuda bir istisna teşkil ediyor. Devlet ve hane halkı borçları kontrol altında olsa da kurumsal borçlar hızla artıyor ve diğer gelişmekte olan pazarların önüne geçmiş durumda. IMF’ye göre Türkiye’deki halka açık şirketlerin yüzde 2’si 2000’lerin başında zombi şirket statüsündeyken bu oran günümüzde yüzde 15’e ulaşmış durumda. Bu sorunu çözmek için geniş çaplı kurtarma paketlerinden ve finansal piyasa müdahalelerinden kaçınmak ve krizlerin zombi şirketler gibi verimsiz yapıları temizlemesine izin vermek gerekiyor.
Bu bağlamda devlet müdahalelerinin aşırıya kaçması ekonomileri nasıl etkiliyor?
Devlet müdahalelerinin kriz yönetimindeki rolü kritik olmakla birlikte aşırıya kaçan müdahaleler, uzun vadede ekonomik verimliliği bozabilir. Gelişmekte olan piyasalarda çoğu hükümet, ekonomiyi aşırı teşvik etmedi ya da şirketlere çok cömert kurtarma paketleri sunmadı. Daha sınırlı sübvansiyonlar sağladılar ve bu yardımları gelişmiş piyasalardaki hükümetlere kıyasla çok daha erken kestiler. Ayrıca merkez bankaları, faiz oranlarını daha erken yükselterek enflasyonu zamanında kontrol altına aldı. Bu yaklaşımlar, yatırımcı güvenini koruyarak mali sorumluluğun ödüllerini almalarını sağladı.
Türkiye, sanıyorum bu konuda da istisna?
Evet Türkiye, bu noktada bir kez daha istisna teşkil ediyor. Nispeten cömert devlet müdahaleleri, enflasyonu diğer gelişmekte olan piyasalara göre daha yüksek tuttu ve doğrudan yabancı yatırımla verimlilik artışı birçok rakibinin gerisinde kaldı. Türkiye’nin bu dengeleri kurması, devlet desteğiyle serbest piyasa arasında doğru bir çizgide ilerlemesi gerekiyor.
Küresel borç yükünün seyri açısından gelişmekte olan pazarları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gelişmekte olan pazarlar, nispeten güçlü bir konumda çünkü son 10 yılda mali dengelerini düzeltmek için önemli adımlar attılar ve pandemi sürecinde daha sınırlı yardım harcamaları yaptılar. Pek çok yorumcu, gelişmekte olan pazarlarda bir borç krizi bekliyordu, ancak bu kriz hiç yaşanmadı. Yine de Türkiye, bu noktada biraz farklı bir konumda; çünkü pandemi sırasında daha Ortodoks olmayan bir yaklaşım benimseyerek daha fazla mali ve parasal teşvik sağladı. Şimdi ise bu politikaları geri çevirmeye başladı, ancak başka bir kriz yaşanırsa diğer ülkelere kıyasla politika alanı daha sınırlı olacak.
Küresel enflasyon eğiliminin gelişmekte olan pazarlar üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Türkiye’ye yönelik düşünceleriniz neler?
Genellikle uç değerleri incelerim; hem enflasyonun gelişmekte olan piyasa ortalamalarının çok üzerinde olduğu ekonomileri hem enflasyonun o kadar düştüğü, deflasyon tehlikesinin oluşabileceği yerleri izlerim. 2022’de yüzde 9,5’e kadar çıkan gelişmekte olan piyasaların ortalama enflasyon oranı, bugün yüzde 4 civarına geriledi. Türkiye’de ise oran neredeyse yarı yarıya düşse de hala yüzde 50 seviyesinde. Bu da Türkiye’yi büyük gelişmekte olan piyasalarda hala uç bir örnek haline getiriyor ve bu risk nedeniyle Türkiye izleme listemizde kalmaya devam ediyor. Çift haneli enflasyon, pek çok tanıdık nedenden dolayı bir kanser gibidir. Tüketicilerin hayatını alt üst eder, iş planlarını rayından çıkarır ve bu kaos içinde yatırımcıları korkutup kaçırır.
Önümüzdeki 10 yılda gelişmekte olan pazarlarda nasıl gelişmeler bekliyorsunuz? Türkiye burada nasıl bir rol oynar?
Büyük trendlerden biri, Çin dışındaki gelişmekte olan pazarların yükselmesi. Pek çok şirket, üretimini Çin’den başka ülkelere taşıyor ya da sıfırdan yeni tesisler inşa ediyor. Türkiye, bu Çin’den çıkış dalgasından faydalanmak için çok iyi bir konumda. Güçlü üretim altyapısı, bölgesel merkezi konumu ve büyük çok uluslu şirketlerinin kalitesi sayesinde avantaj sağlıyor. Diğer önemli bir trend ise enerji güvenliği arayışı ve daha temiz enerji kaynaklarının bulunması. Türkiye’de enerji, doğrudan yabancı yatırım açısından zaten en büyük hedef sektörlerden ve pandemi sırasında Avrupa’da yaşanan enerji arzı şokları göz önüne alındığında bu alandaki yatırımların daha da artması muhtemel.
Türkiye’nin küresel ekonomideki değişimden nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
Tarih boyunca en başarılı kalkınma hikayelerinin çoğu, bölgesel ticaret ağlarıyla şekillendi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’da, ardından Doğu Avrupa ve Doğu Asya’da olduğu gibi... Bu bölgelerdeki ticaret, çoğu zaman küresel ticaretten ziyade bölgesel ticaretle yönlendirildi. Dolayısıyla küreselleşmenin yavaşladığı bir dünyada bile büyük tüketici pazarlarına yakın olan ya da önemli ticaret yolları üzerinde bulunan ihracatçılar için büyük fırsatlar mevcut. Türkiye, doğal kaynaklar açısından fakir olsa da Asya ve Avrupa arasında bir kavşak noktası olması nedeniyle stratejik bir konuma sahip. Çin’den fabrikaların çıkışı ve Avrupa’da üretim gücü ve verimliliğin azalması Türkiye için önemli bir avantaj sunuyor.
Gelişmekte olan pazarlar analizinizde sık sık verimliliğin önemine vurgu yapıyorsunuz. Sizce yapay zeka gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki verimlilik farkını kapatmada bir rol oynayabilir mi?
Pek çok gelişmekte olan pazar, yapay zekadan çeşitli şekillerde fayda sağlayacak. Örneğin Tayvan ve Kore ürettikleri yarı iletkenlere olan talebin artmasıyla doğrudan bir ivme kazanıyor. Malezya ve Filipinler ise veri merkezlerine olan talepten fayda sağlıyor. Türkiye de bu trende dahil oluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30 milyar dolarlık yüksek teknoloji yatırımı planı buna öncülük ediyor. Bu milyarların nasıl harcanacağı henüz tam olarak net değil. Ancak ülkenin mevcut güçlü yönlerine odaklanarak büyümesi, sıfırdan bir yapay zeka endüstrisi kurmaya çalışmaktan daha verimli ve etkili olacaktır.
Ülkeler yapay zeka ve yüksek teknoloji yatırımları gibi alanlarda büyümeyi desteklerken mevcut kaynaklarını en verimli şekilde kullanarak nasıl bir strateji izlemeliler?
Sihirli bir sayı ya da eşik yok. Ancak son yüzyılda Batı ülkeleri ve Japonya gibi zengin ulusların izlediği kalkınma yolu, giderek büyüyen hükümetlere yol açtı ve bunun sonucunda zayıf verimlilik artışı gibi olumsuz etkiler ortaya çıktı. Bu durum, daha yavaş ekonomik büyüme anlamına geliyor ve elde edilen kazançlar daha adaletsiz bir şekilde dağılıyor. Servet ve gelir, en zengin şirketler ve bireyler arasında daha fazla yoğunlaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde liderler, Batı’nın artık sorunlu hale gelen bu modellerini kopyalamak yerine hala işe yarayan, ince ayarlı örneklere odaklanmalılar. Bunlar arasında İsviçre, Tayvan ve Vietnam yer alıyor; bu ülkeler, kitabımın “Kapitalizmin Hâlâ Çalıştığı Yerler” başlıklı bölümünde incelediğim başarılı örnekler. Basit cevap ise hükümetlerin nispeten sınırlı ve dengeli olduğu yerlerde inovasyonun daha sürdürülebilir olduğu şeklinde.
PİYASALARDA NELER OLUYOR? Birçok gelişmekte olan piyasa şu an ilginç bir durumda. Ekonomik büyüme güçleniyor, kurumsal kazançlar artıyor; ancak yatırımcılar bunu henüz fark etmedi. Bu sebeple hisse senetleri hala düşük değerlemelerde işlem görüyor. Türkiye de bu trendin bir parçası ve dünya genelinde en cazip değerlemeye sahip borsalardan biri. Türk hisse senetleri beklenen kazançlarının yalnızca 4 katı fiyatına işlem görürken gelişmekte olan piyasalarda bu oran ortalama 11,5 kat, ABD’de ise 21 kat civarında. Türk tahvillerine olduğu gibi hisse senetlerine de yabancı yatırımcı ilgisi artıyor. Ancak hala tarihsel olarak düşük seviyelerde. Yatırımcı güveni artırılmaya devam edilirse Türkiye piyasalarında önemli bir yukarı yönlü hareket görülebilir. Önümüzdeki 3-5 yılda en iyi büyüme potansiyeline sahip ekonomileri belirlemek için kullandığımız özel bir sistemimiz var. Şu anda Türkiye, gelişmekte olan piyasalar arasında orta sıralarda yer alıyor. Daha az hükümet müdahalesi ve düşen enflasyon gibi eğilimler sıralamalarda yükselmeye olanak sağlıyor. Türkiye gibi gelişmekte olan piyasalarda yaklaşık 40 bin hisse arasından en likit ve umut vadeden hisseleri belirlemeye odaklanan yöntemler var. Türkiye’ye olan maruziyet şu anda sınırlı olsa da hükümetin Ortodoks politikalara dönüşü izleniyor. Gelişmekte olan piyasaların tehlikeli olduğu algısı fazlasıyla abartılmış durumda. Savaş, iklim değişikliği ve ticaret üzerindeki çatışma riskleri küresel boyutta yaşanıyor olsa da pandemi sonrası beklendiği gibi büyük finansal krizler ortaya çıkmadı. Artık en sorumsuz mali ve parasal liderlik gelişmekte olan piyasalarda değil, ABD’nin öncülüğünde gelişmiş dünyada görülüyor. Ancak bu görüşler, küresel portföyler üzerinde büyük bir uzun vadeli etki yaratıyor ve bence gelişmekte olan piyasalara yapılan yatırımlar bu nedenle irrasyonel bir şekilde yetersiz kalıyor. Uzun süredir, endeks yatırımlarının gelişmekte olan piyasalarda çok verimsiz olduğunu savunuyorum. Çünkü bu tür yatırımlar, anlık önyargılara maruz bırakarak Tayvan’daki yapay zeka yatırımları çılgınlığı da dahil olmak üzere Asya pazarlarına aşırı odaklanılmasına Endonezya, Polonya ve hatta Türkiye gibi kaliteli hisse senetlerine sahip, umut vadeden piyasaların gereken ilgiyi görmemesine neden oluyor. Bazı ülkeler tehdit olarak görülse de bu durum diğer ülkeler için fırsatlar yaratabilir. Özellikle Çin’deki devlet müdahalelerinden kaçan üretim ve sermaye, Türkiye gibi ülkelere kayıyor ve bu durum Türkiye’ye avantaj sağlayabilir. Türkiye’nin en büyük risklerinden biri, büyüme için “yumuşak iniş” çabasıyla Ortodoks politikaları terk etme ihtimali. Bu durum, uzun vadede geri tepebilir ve Türkiye’nin büyüme hedeflerine zarar verebilir. |
“YATIRIMCI GÜVENİ ZAMAN ALACAK AMA TOPARLANMA MÜMKÜN” MALİ DİSİPLİNİN ÖNEMİ Türkiye, doğru adımları atıyor; ancak bunlar geç atıldı ve yeterince koordineli değil. Merkez Bankası, faiz oranlarını uygun şekilde artırıyor olsa da hükümet harcamalarını sıkılaştırmada yavaş kaldığı için enflasyon hala yüksek seyrediyor. Yine de büyük bir finansal kriz beklenmiyor. Mehmet Şimşek liderliğindeki ekonomi yönetimi mali disiplin ve Ortodoks politikalar doğrultusunda ilerliyor. Eğer bu çizgide kalınırsa Türkiye bu süreci atlatabilir. YÜKSEK DEVLET HARCAMALARI Türkiye, gelişmekte olan piyasalara göre yüksek bir kamu harcama oranına sahip. GSYİH’nin yüzde 35’ini oluşturan bu harcamalar, özellikle deprem sonrası yapılan yardımlar nedeniyle bütçe açığını yüzde 5’e çıkardı. Ancak bu durum kamu borcunu destabilize etmedi. Kamu borcu hala GSYİH’nin yüzde 30’u seviyesinde. Bu, gelişmekte olan piyasalar için düşük bir oran olarak değerlendirilse de Türkiye’nin bütçe dengesini sağlamak için dikkatli olması gerekiyor. YATIRIMCI GÜVENİ Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, ekonomik öngörülemezlikten kaynaklanan güven eksikliği. Merkez Bankası başkanlarının sıkça değişmesi ve büyümeyi yapay olarak artırmaya yönelik politikalar güveni zedeliyor. Şu an yabancıların Türk tahvillerine sahip olma oranı pandemi öncesine göre artsa da hala düşük seviyelerde. Güvenin tam anlamıyla sağlanması zaman alacak gibi görünüyor, ancak bu sürecin hızlandırılması Türkiye’nin ekonomik toparlanmasında kritik rol oynayacak. |
“TÜRKİYE’DE MİLYARDERLER MİRAS YOLUYLA SERVET YAPTI” SERVET YOĞUNLAŞMASI Servet yoğunlaşmasının ülkeler üzerinde yaratabileceği riskleri takip etmenin bir yolu, milyarder listelerine detaylı bir şekilde bakmaktır. Milyarder servetini GSYİH’ye oranla ölçerek hangi ülkelerde baskın bir milyarder sınıfının olduğunu tespit ederim. Bu servetin ne kadarının miras yoluyla veya ulusal verimliliği artırmayan sektörlerden geldiğine bakarım. Bu şekilde, en tepedeki servet büyüdüğünde halk arasında bir isyan riskinin artabileceğini değerlendiririm. RANTÇI SEKTÖRLER Türkiye’deki milyarder serveti, ülkenin GSYİH’sinin yalnızca yüzde 5’ine denk geliyor ve bu servetin yüzde 14’ü “rantçı” sektörlerden geliyor. Bu oranlar, gelişmekte olan pazarların ortalamalarının altında. Ancak kötü haber şu ki milyarder servetinin yüzde 59’u miras yoluyla edinilmiş ve bu oran gelişmekte olan piyasa ortalaması olan yüzde 38’in oldukça üzerinde. Eşitsizliğin büyümesi halinde, Türkiye’de zengin ailelerin de bu hikayenin bir parçası olması muhtemel. |
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?