Yeni dalga ekonomileri vurur mu?

20.12.2020 21:42:000
Paylaş Tweet Paylaş
Yeni dalga ekonomileri vurur mu?

Yaz aylarında özellikle kuzey yarımkürede oldukça azalmış gibi duran yeni vaka sayısı yeniden yüksek seviyelere çıktı. Bu durumda ekonomilerin vereceği tepki çok önemli. Küreselleşen dünyada her ülke birbirine bağlı olduğu için kendimizi bu durumdan izole etmemiz çok zor. Özellikle döviz ihtiyacımız çok ciddi boyuttayken salgının etkisi dış ticaret ve turizm kanallarında kendisini gösteriyor. Eylül sonları ve ekim ayında yaşadığımız normalleşme dalgasının Türkiye’nin cazibesini artırma kapasitesi çok önemli. 

 YENİ DALGA  EKONOMİLERİ  VURUR MU?

Merhaba sevgili okurlar, çok yoğun geçen bir ekim ayından çıkıyoruz. Öyle ki gündemi takip etmek, artık gün gün değil saat saat yapılması gereken bir aktiviteye dönüştü. Sonbaharın etkisini iyice göstermesiyle yeni korona virüs (COVID-19) salgını, hemen hemen bütün ülkelerde çok daha şiddetli bir şekilde geri döndü. Şimdilik ülkeler ilk dalgada alınan önlemlere benzer önlemler almaktan çekiniyor. Ama bu durum ne kadar sürdürebilir o bir muamma. Türkiye de bu artan dalgaya, ekonominin kırılgan olduğu, döviz ihtiyacının yüksek olduğu bir dönemde yakalandı. İşte buna cevap olarak da eylül sonu ve ekim ayları arka arkaya gelen normalleşme adımlarına şahit olduk. Önce Merkez Bankası uzun dönemden sonra ilk defa faiz oranlarında artışa gitti. Sonra da alınan diğer kararlarla daha önce döviz alım satımına konulan sınırlamalar kaldırıldı. Normalleşme adımları olarak okunabilecek bu adımlar ne kadar işe yaradı, bunu zaman gösterecek. Ama bütün bu birbiriyle ilişkili gelişmeleri sağlıklı bir şekilde yorumlamak önümüzü net görmek açısından elzem. Gelin analizimize hep birlikte başlayalım.

Salgın geri döndü

Eylül ayının ortalarından itibaren salgın çok şiddetli bir şekilde kendini göstermeye başladı. Dünya küresinin kuzeyinde bulunan birçok ülke, aslında salgını yaz aylarında kontrol altına almıştı. Fakat özellikle ekonomideki büyük daralmayı tersine çevirmek için ülkeler ardı ardına normalleşme adımları attı. Normalleşmenin getirdiği havayla birlikte özellikle Avrupa ülkelerinde vatandaşlar da bu normale dönme akımına kendi kaptırmış göründü. Bizde de bu durum kendisini özellikle yapılan kalabalık düğünlerde göstermiş görünüyor. Nitekim sonbahar aylarıyla birlikte salgın eskisinden de daha şiddetli bir şekilde geri geldi. Buna isterseniz 2. dalga diyelim isterseniz kontrol edilemeyen 1. dalganın şiddetini artırması diyelim, çoğu ülkede vaka sayıları yeniden yüksek seviyelere geldi.

Salgının insani açıdan etkileri malum. Özellikle ölüm sayısını azaltmada yoğun bakım yatak kapasitesi ve ağır vakalarda hastaların nefes alabilmesi için gerekli olan ventilatör cihazı sayısı kritik. Sosyal olarak da salgının getirdiği uzaktan eğitim ya da evden işimizi yürütmek için gerekli altyapının yeterliliği can alıcı. Bunların dışında salgının ekonomi üzerine direkt etkisi iki kanalda mevcut. Bu iki kanal, arz ve talep kanalları. Arz kanalı sektörleri daha ziyade çalışanların hasta olmasından dolayı üretime katılamamasıyla etkiliyor. Bu durum özellikle emek yoğun birçok sektör için önemli. Öte yandan bu sayılar genelde ancak salgının en yoğun yaşandığı zaman dilimlerinde, üretimde gözle görünür bir yavaşlamaya neden oluyor. Dolayısıyla salgınla başarılı bir şekilde mücadele ve aktif vaka sayısını belirli bir sınırda tutmak ekonomide özellikle tekstil, inşaat gibi emek yoğun sektörler açısından önemli.

Salgının talep yönlü etkisi

Bir de salgının talep taraflı etkisi var ki işte zurnanın zırt dediği yer de tam orası. Salgını engellemek için uygulanan kısıtlamalar, özellikle hizmet sektörünü derinden yaraladı. O hizmet sektörü ki ülkemizin de için de bulunduğu gelişmiş sayılabilecek pek çok ekonominin en az yüzde 60’ını oluşturuyor. İşte önemli bir istihdam kaynağı da olan hizmet sektörünün durmasına yol açacak kısıtlamalar, ekonomiyi aniden durdururken işsizliği de hızlıca artırıyor. Bu yüzdendir ki birçok ülkede hükümetler, 1. dalgadan farklı olarak 2. dalgayı göğüslemek için kısıtlama kararı almaktan çekiniyor. Öte yandan öyle görünüyor ki kısıtlamalar kaldırılsa bile aktif vaka sayısı belirli bir sayının altına düşmedikçe insanlar tüketim tercihlerinde eski haline dönmüyor. Örneğin vaka sayısı yüksekse birçoğumuz bize de bulaşmasından korktuğumuz için sinema, tiyatro ya da spor müsabakaları gibi faaliyetlere gitmiyoruz. Berber ya da kuaför gibi sıkça kullandığımız hizmetleri almaktan vazgeçiyoruz ya da dışarıdan hazır yemek almıyoruz. 

Salgınla ekonomilerin mücadelesini iki irikıyım boksörün maçı gibi düşünün. 1. raundda yani 1. dalgada ekonomiyi temsil eden ekonomi boksörü salgını temsil eden korona boksörünü iyice bir tarttı ve onu tanıdı. Gördü ki bu boksörün hem sağ hem sol kroşesi çok kuvvetli. Sağ kroşeye arz taraflı etki sol kroşeye talep taraflı etki dersek, ekonomi boksörünün 1. raundda çıkardığı en önemli ders şu oldu. Korona boksörünün sağ kroşesi kuvvetli ama o yumruk o kadar da sersemletmiyor. Fakat sol kroşesi öyle kuvvetli ki oradan herhangi bir darbe yediğinde bir daha ayağa kalkmak çok zor oluyor. Bundan dolayı da ekonomi boksörü diğer tarafı biraz boşlasa bile 2. raundda öncelikle kendini sol kroşeye karşı koruyor. Ne yapıp edip bu sol kroşeden kaçınmaya çalışıyor ki sonraki raundlarda ayakta kalabilsin.        

Buradan yola çıkarak nisan-mayıs aylarında salgının gelişmekte olan ülke ekonomilerine, özellikle Türkiye ekonomisine etkisini araştırmak için Koç Üniversitesi’nden Selva Demiralp, Sevcan Yeşiltaş ve Muhammed Ali Y��ldırım ve Maryland Üniversitesi’nden Şebnem Kalemli Özcan ile bir çalışma yaptık. Bu çalışmaya göre gerçekten de hem arz hem de talep kanalı etkin olsa da özellikle talep kanalının etkisi daha baskın ve uzun sürüyor. Bundan dolayı da salgınla iyi mücadele edemeyen ülkelerde talep kalıcı olarak düşük kalıyor. Bu da ekonominin sadece salgınının en şiddetli olduğu zamanda değil daha sonra da özellikle de sonraki dalgalarda da hırpalanmasına neden oluyor. Dolayısıyla da bu ikinci dalgada arz yönlü etkiyi o kadar çok hissetmeyecek olabiliriz. Fakat ekonominin talep taraflı etkilenmesinin önüne geçmek için salgını kontrol altına almak birinci koşul. Bugün geldiğimiz noktada Yeni Zelanda, Güney Kore ve hatta sağladığı verinin güvenilirliği tartışılsa da Çin gibi ülkelerde yaşanan gelişmeler bu savımızı destekler nitelikte.

Finansal piyasalarda normalleşme

Salgının 2. dalgasını karşıladığımız bugünlerde ülkemizde finansal piyasalarda normalleşme rüzgarları yeniden esmeye başladı. Artan dış ticaret açığı ve turizmde yaşanan durağan dönem yüzünden beklenen döviz girdisi elde edilemeyince döviz ihtiyacı iyice arttı. Geçen ayki yazımızda da belirttiğimiz üzere Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervleri tarihi düşük seviyelere geriledi. Bununla birlikte döviz borcumuzun da yapısı daha kısa vadeli borçlara kaydı ve borç yapımızda bir kalitesizleşme meydana geldi. İlave olarak kamunun döviz cinsi borcu da artış gösterdi. Bütün bu gelişmelerle birlikte geçen ay da belirttiğimiz gibi yeni kararlar almamız gereken bir döneme girdik. Bu kararları da geçtiğimiz aydan başlayarak almaya başladık gibi görünüyor.

Eylül sonundan itibaren alınan kararlarda önemli bir dümen kırılmasına şahit olduk. Özellikle salgının yarattığı ekonomik şoktan hızlı bir şekilde çıkmak için düşük tutulan faizlerde revizyona gidildi. Bilindiği gibi düşük reel faizlerden sonra döviz rezervleri de çok azalınca kaçınılmaz olarak döviz, Türk Lirası karşısında değer kazanmaya başladı. Geçtiğimiz aylarda Merkez Bankası bunu piyasaları farklı kanallardan fonlayarak politika faizine dokunmadan ama fiili olarak faizi artırarak karşılık verdi. Kanımca bu şekilde bir fiili faiz artışı, Merkez Bankası’nın hala faiz artırmaya `isteksiz’ olduğunu gösterdiği için olması gereken etkiyi sağlamıyor. Oysa ki eylülün ikinci haftası bittiğine ağustos başından bu yana dile kolay fiilen 300 baz puan artışla ortalama fonlama maliyeti yüzde 10,5’lara yükseldi. Bu değer tabii ki hala beklenen enflasyonun altında ve dolayısıyla TL’yi yatırımcıya karşı cazip hale getirmeye yetmedi. Fakat yine de faizlerdeki yaklaşık 2 yıldan sonra yaşanan bu artış en azından bir niyet göstergesi olarak sinyal etkisi göstermeliydi.  Bu olmadı, döviz kuru son hızla artışa devam etti.

Güven erozyonu

Bunun en önemli nedeni, Merkez Bankası’nın kredibilitesinde yani kabaca Merkez Bankası’nın işini iyi yaptığına dair güvende son yıllarda yaşanan erozyon. Koç Üniversitesi’nden Selva Demiralp ile yaptığımız bir çalışmada, bu kredibiliteyi sayısal olarak ölçmeye çalıştık. Yaptığımız analizde Merkez Bankası’nın, üstelik sadece son bir yılda değil aksine uzun zamandan beri, kredibilitisinde büyük bir erozyon olduğunu gösterdik. Böyle olunca da uygulanan para politikasının etkinliği büyük zarar görüyor.

Merkez Bankası eylül ayının sonlarına doğru yaptığı toplantıda döviz kurundaki bu artıştan rahatsız olduğunu gösterdi. Eylül toplantısında aldığı kararda, bu kez sadece alternatif fonlama kanallarını kullanmayacağını göstererek politika faizinde 200 baz puanlık artışa gitti. Politika faizlerindeki bu artış, aynı zamanda alternatif fonlama kanallarından bazılarını oluşturan ve kabaca alt ve üst bant olarak adlandırdığımız faiz oranlarında da artış anlamına geliyor. Merkez Bankası bu şekilde iki sinyal verdi. Bunlardan ilki, gerektiğinde faizleri artırmaya devam edeceğinin sinyaliydi. İkincisi ise ki bu kanımca ilkinden bile daha önemli, artık bunu yaparken geleneksel yöntemleri yani politika faizini kullanmayı tercih ettiği idi. Son yıllarda ‘arka kapı’ olarak adlandırdığımız birçok geleneksel olmayan politikalara şahit olduğumuz için bu adımın önemli olduğuna inanıyorum. Finansal piyasalardaki normalleşme en az faiz artırımı kadar önemli bir konu. Normalleşme beraberinde öngörülebilirlik, bu da artan güven ve kredibiliteyi yanında getiriyor. Bu güven, para politikasının uygulanmasında en az faiz artırımı kadar etkin. Bu adımları diğer piyasa yapıcı kurumlar da destekledi. Öncelikle bankalar için artık bir darboğaz haline gelen aktif rasyosunun aylık ortalaması alt limiti düşürüldü. Bu darboğaz hem bankaları isteksiz bir şekilde kredi vermeye zorluyordu hem de verilen krediler miktarını azaltmak için mevduat faizleri üzerine de aşağı yönlü bir baskı oluşturuyordu. Bu adım yeterli olmasa da önemli bir adım. Bunu takiben döviz alım satımlarında uygulanan ve son aylarda yüzde 1 gibi çok yüksek bir orana yükseltilen Banka Sigorta ve Muamele Vergisi (BSMV) yeniden önceki oranına düşürüldü. Son olarak da Merkez Bankası döviz karşılığı TL swap piyasasında TL faiz oranını yüzde 10,25’ten yüzde 11,75’e yükseltti. Bu hamleyle Merkez Bankası bu piyasalarda TL’nin cazibesini artırıcı bir etki yaratmayı amaçlıyor.

Normalleşme adımları yeterli mi? Bu sorunun cevabı için döviz kurundaki hareketlere baktığımızda net olarak ‘hayır’ cevabını görmekteyiz. Bu satırların yazıldığı ekimin 3’üncü haftası itibariye dolar/TL kuru halen 7,90 civarında. Üstelik ortalama fonlama faizi de yüzde 12’nin üzerine çıkmış durumda. O kadar uzun süreden beri kısa vadeli kazanımlar için uzun vadede yıpratıcı riskler göz önüne alındı ki piyasaların ikna olması için daha net adımlar atılıp bu adımlara sadık kalmayı gerektiriyor. Üstelik bu adımlar, faizlerdeki artış gibi kısa vadede ekonomiyi potansiyel olarak daraltabilecek etkilere sahip. Bu yüzden kısa vadeli yıpratıcı etkileri göz önüne alarak uzun vadeli kazanımlar elde edecek adımlar atmak özellikle salgının 2. dalgasının geldiği bu zamanlarda çok da kolay değil. Dolayısıyla bu atılacak adımların inandırıcılığı ciddi bir testten geçiyor.

Yeni Ekonomi Programı 

Bu konudaki inandırıcılık için belki de en önemli taahhütname, eylül sonu açıklanan Yeni Ekonomi Programı (YEP) ile belirtilen kısa, orta ve uzun vadeli beklentiler ve hedefler. Bu beklentiler ve hedefler önemli, çünkü bütçe planlaması gibi önemli planlamalar bu beklentiler göz önüne alınarak yapılıyor. Ayrıca konulan bu hedeflerin genel olarak piyasa beklentileriyle benzerliği ya da farkı, politika yapıcılar için bir nevi niyet mektubu değerinde. Özellikle 1 yıl ve üstü uzun vadeli tahminler için beklenti yerine hedef kelimesini kullanmak kanımca daha uygun. Bunun nedeni zaten salgın şokuyla büyük yara almış Türkiye de dahil dünya ekonomisinde gelecek ile belirsizliklerin had safhada olması. Dolayısıyla YEP’i bu açıdan değerlendirmenin daha doğru ve sağlıklı olacağını düşünüyorum. Bu yüzden daha çok 2020 sonu için beklentiler üzerine yoğunlaşmayı daha doğru buluyorum. Bu değerlendirmeyi yaparken de bu beklentileri yukarıda belirttiğim normalleşme adımları çerçevesinden ele almak istiyorum. 

Öncelikle belki de en önemli beklenti, bu yıl GSYH’de büyümenin yüzde 0,3 olacağı üzerine. IMF ve Dünya Bankası gibi birçok kurum ise bu yılın oldukça derin bir daralmayla biteceğini öngörüyor. Aslına bakarsanız kanımca YEP’teki beklenti daha tutarlı olmakla birlikte ne politika yapıcılar ne de bu kurumlar, bu tahminleri oluştururken farklı bilgiler kullanıyor. Bu farklı tahminlerin nedeni içinde bulunduğumuz yıl içinde salgının yarattığı şoktan dolayı 2. çeyrekte çok kesin bir daralma ve 3. çeyrekte de yüksek bir geri dönüş gerçekleşmesi. Bu en azından bu iki çeyrek için `V’ tipi diye adlandırılan hareket, yıllık büyümede o kadar büyük bir belirsizlik yarattı ki her kesimin tahmini birbirinden hiç olmayacağı kadar farklı. Bu durumda her kesim kendisi açından ‘olasılığı en yüksek’ senaryoyu söylüyor. Fakat bu diğer senaryoların gerçekleşme olasılıklarının sıfır olduğu anlamına gelmiyor. Aksine diğer senaryoların olasılıkları da yüksek, fakat YEP’i hazırlayanlar için yüzde 0,3’ün gerçekleşme olasılığı çok yüksekken IMF içinse yüzde -5 daha olası. Belirsizliğin çok yüksek olduğu 2020 yılında, yıl sonu tahminleri yaparken farklı olasılıkları düşünmek geçmişte hiç olmadığı kadar önemli. Bu yazıda gündemin aşırı yoğunluğundan dolayı bu konuya çok eğilemesem de önümüzdeki ay kendi çalışmalarımdan da yola çıkarak bu senaryoları ve olasılıkları istatistik bilimi çatısı altında değerlendireceğim.     

YEP’teki bence diğer önemli rakam ise yıl sonu enflasyon beklentisi. Bunun nedeni enflasyon beklentisinin karar alıcıların para politikası beklentilerini de yansıtabileceği. Bu konudaki beklenti ise enflasyonun yıl sonunda yüzde 10,5 olarak gerçekleşeceği. Eylül ayı itibariyle yıllık enflasyonun yüzde 11,7 olduğunu düşünürsek bu hedefin gerçekleşmesi için yılın kalan ekim, kasım ve aralık aylarında enflasyondaki değişimin 2019 yılındaki değişimlere göre daha düşük olması gerekiyor. Unutulmamalı ki son aylarda artan kurun yarattığı maliyet taraflı baskıyı henüz daha görmedik. Bunun önümüzdeki aylarda yaşanması kaçınılmaz. Dolayısıyla yüzde 10,5 enflasyon hedefi, ancak çok düşük olasılıklı bir senaryo olabilir kanaatindeyim. Bunu basit bir yanılma veya beklentilerdeki farklılık olarak alabilir miyiz? İşte kritik olan nokta da burası. Eğer Merkez Bankası da enflasyonun zaten bir düşüş eğilimine gireceğini düşünüyorsa, bir sonraki ekim toplantısında yeni bir faiz artırımı kararı almakta isteksiz olabilir. Bu durum Merkez Bankası’nın eylül toplantısında hem fiili faizi hem de politika faizini artırırken verdiği ya da vermek istediği mesajı, maalesef belirsiz hale getiriyor. Bu da piyasa aktörleri arasında bolca kafa karışıklığı yaratıyor. Belirsizliğin çok yüksek olduğu böyle bir dönemde yeni bir kafa karışıklığı belki de en son ihtiyacımız olan şey.

 Salgında ikinci dalga

Grafikte Almanya, İtalya ve Türkiye için toplam aktif vaka sayısındaki gelişmeleri mart ayından bu yana gösterdik. Bu veri bizim için can alıcı, çünkü iyileşenler ve vefat edenler çıkarıldığında toplumda net vaka sayısını gösteriyor. Salgınının bulaştırıcı özelliği de bu vakaların hasta olmayan insanlarla temasından ortaya çıkıyor. Görüyoruz ki üç ülke de benzer 1. dalga tecrübeleri yaşamış. Almanya 1. dalgayı neredeyse temmuz ayında sonlandırsa da ekim ayı itibariyle 2. dalgayı yaşamaya başlamış. Öte yandan Akdeniz ülkesi olması itibariyle demografik yapısı bize çok benzeyen İtalya 1. dalgayı bize benzer bir şekilde ağustos ayında kontrol almayı başarmış, fakat eylül ayından itibaren 2. dalga etkisini göstermeye başlamış. Önemli bir fark ise Türkiye’nin birçok nedenden dolayı 1. dalgayı kontrol etmekte İtalya’ya göre daha başarılı olması. Öte yandan Türkiye 2. dalganın neresinde sorusuna resmi verilerle cevap vermek zor. Bunun nedeni diğer ülkelerden farklı olarak ağustos ayından itibaren ülkemizde `vaka’ yerine `hasta’ sayısının raporlanması. Bu köşede bu ayrımın teknik detaylarına girmek istemiyorum ama Sağlık Bakanımız bunu net bir şekilde açıkladı. Bundan dolayı son aylar için yapılacak karşılaştırmayı tutarlı bulmuyorum. Yine de resmi makamlardan yapılan açıklamalara göre ülkemizde de vaka sayısında bir artış yaşanıyor.

Faizler yeteri kadar yüksek mi?

Grafikte son iki ayda gerçekleşen Merkez Bankası ortalama fonlama maliyeti, yıllık enflasyon ve nihai olarak kurdaki değişimleri günlük olarak gösterdik. Enflasyon aylık açıklanan bir veri olduğu için günlük olarak değişmediğini varsaydık. Reel faiz olarak adlandırılan faiz oranlarının enflasyondan farkı, grafikte kırmızı ve mavi çizgi arasındaki aralık olarak görmekteyiz. Aslında bu hesapta enflasyondan ziyade faizin işlediği önümüzdeki yıl beklenen enflasyonu kullanmak daha tutarlı ama bu beklentiler günümüz enflasyonuyla yakından ilişkili. Görüldüğü gibi reel faiz ancak son günlerde pozitif tarafa geçmiş. Çok uzun zamandan beri gerçekten çok yüksek eksi reel faizle yatırımcıyı TL’den dövize yönlendirdik. Bu yüzden de şu anki artı görünen reel faiz bile dövizin TL karşısında değerlenmesinin önüne geçemiyor. Bu değerlenmeyi durdurmak için ne kadar daha faiz artırımı gerekli? Bu birçok etmenin yanında Türkiye’nin hem içeride kurumsal olarak hem de dışarıda jeopolitik olarak barındırdığı risklere bağlı. Bu risklerin göstergesi olarak kullanılan ana verilerden biri CDS göstergesi. CDS Türkiye’nin borçlarını ödeyememesi durumunda yatırımcının kendini garantiye alması için ödediği sigorta primi. Türkiye için bu değer çok uzun zamandan beri 500 baz puanın üzerinde ve halihazırda bunun altına inmedi. Bu değer yapı olarak bize benzer ülkelerin CDS değerlerinden açık ara çok daha yüksek. Dolayısıyla piyasalarda çok riskli olarak algılanan bir ülkeyiz.

 2020’de yaşanan belirsizlik

Merkez bankaları genelde finansal kuruluşlar gibi piyasadaki önemli aktörlerin beklentilerini ölçmek için her ay ya da her çeyrek anketler düzenler. Anket katılımcıları büyüme ya da enflasyon gibi önemli veriler hakkında beklentilerini raporlar. ABD Merkez Bankası’nın Philadelphia şubesi ise düzenledikleri bu tarz anketlerde her katılımcının ayrı ayrı beklentisini de kamuoyuyla paylaşıyor. Grafikte Mayıs 2020’de düzenlenmiş ankete katılan 41 kişinin ABD GSYH’sinin 2. çeyrekte 1. çeyreğe göre ne kadar küçüleceği beklentileri gösterilmiş. Hatırlatmak gerekirse 2. çeyrek salgın şokunun en derinden yaşandığı çeyrek. Her bir yeşil nokta bir katılımcıyı ve bu katılımcının sol tarafta gösterilen rakama denk gelen büyüme tahminini gösteriyor. Bu büyüme değerleri yıllıklandırılmış değerler yani kabaca dönemsel büyümenin 4 ile çarpılmış hali. Görüldüğü gibi ankete katılanların büyük bölümü yüzde -20 ile yüzde -40 arasında beklentiler belirtmiş. Bu iki büyümenin arasındaki fark ise 20 puan, yani katılımcıların tahminleri arasında çok büyük farklar var. En dikkat çekici nokta ise iki katılımcının yüzde -50 yani yarı yarıya daralma beklerken bir katılımcının ise yüzde -10 daralma beklemesi. Yani en kötümser ile en iyimser anket katılımcısı arasında 40 puanlık bir fark var. Bu da anket katılımcılarının yaptıkları tahminin birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu gösteriyor. Bu farkı yaratan ise anket katılımcılarının bu anketin yürütüldüğü mayıs ayı itibariyle karşı karşıya kaldığı salgının getirdiği ekonomik şokun yarattığı belirsizlik. Üstelik bu, ABD gibi belirsizliğin Türkiye’ye göre daha düşük bir ülke için yapılmış bir tahmin.    

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


YAZARIN DİĞER YAZILARI TÜMÜNÜ GÖRÜNTÜLE

Yorum Yaz