İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden
itibaren trans-Atlantik ortaklığı
global ekonominin uluslararası
güvenliği ve istikrarı açısından
çok önemli oldu. Günümüzde bu
ittifak 1941’den beri hiç bugün kadar
zayıf ve global anlamda yetersiz
kalmadı. İşin içine giren kapsamlı
global riskler göz önüne alındığında,
bu aslında Avrasya Grubu’nun 2016 yılı için bir numaralı
politik riskidir.
Bir dereceye kadar bu durum, geniş ve farklı bir politik
ve ekonomik değerler yelpazesini temsil eden Çin, Hindistan,
Brezilya, Rusya, Türkiye ve diğerleri gibi gelişmekte
olan piyasaların hükümetlerinin artan etkisinin, yani “farklı
olanın yükselişi”nin doğal bir sonucudur diyebiliriz. Bu ülkelerin,
dünyanın en zengin ülkelerinden çeşitli konularda
gelecek baskıları görmezden gelmeye yetecek kadar güçleri
ve özgüvenleri var. Bununla birlikte, Irak ve Afganistan’daki
uzun savaşlar, Amerikalıların yurtdışında yeni maliyetleri ve
riskleri kabullenmeye daha isteksiz olmalarını sağlıyor. Bu
durum Obama yönetimini de tıpkı George W. Bush yönetiminde
olduğu gibi yaptırımlar, uzaktan gözlemeler ve insansız
hava uçakları benzeri tek taraflı dış politika araçlarına
sarılmaya zorluyor. Bu değişiklik Washington ile onun pek
çok Avrupalı müttefikinin arasının açılmasına neden oluyor.
Son durumda Avrupa’nın kafası kendine has olan ve uzayıp
giden çok ciddi bir meydan okumalar listesiyle fena halde
karışmış durumda. Bunların arasında mülteci dalgasıyla
yaratılan politik sıkıntılar, IŞİD’le ilgili güvenlik tehditleri,
Ukrayna ve Suriye hakkında Rusya ile farklı düşünceler ve
Britanya’nın yaklaşmakta olan seçimleri sayılabilir.
Nitekim artık Avrupalı hükümetlerin sorunları çözmek
için yüzlerini alışkın oldukları Amerikalı ortağına değil
kendisine Washington’un sağlayamadığı fırsatları sunan
diğer hükümetlere döndüğünü görüyoruz. AB’nin geleceğine
kuşkuyla bakıldığı bir dönemde liderlerinin nasıl
olup da 21’inci yüzyılın ekonomik güçleri arasında kalmaya
devam ederimin hesabını yaptığı Britanya’nın Çin’e kur
yapmakta ekonomik bir avantajı var. İngiltere önündeki
fırsatları çeşitlendirmek amacıyla Çin önderliğindeki Asya
Altyapı Yatırımları Bankası’na üye olmak için Amerikalıların
itirazlarını görmezden gelmişti. Sırf Çin’in Renminbi’sinin
uluslararasılaştırılmasına yönelik global bir merkez olmak
için Britanya, teknoloji paylaşımında, Çin’in insan hakları uygulamalarında,
Tayvan gibi güvenlik meselelerinde, Güney
Çin denizi ve hatta Hong Kong’daki demokrasi sorunlarında
bile daha az endişelenir hale gelecek.
GÜVENLİK DÜRTÜSÜ
Fransız hükümeti artık IŞİD’e karşı
askeri anlamda kendine çok güvenir
oldu. Evet, Almanya diplomasiye,
insani yardımlara ve altyapı desteğine
odaklanırken Amerikalılar da
Suriye’deki IŞİD’in tepesine yığınla
bomba attı. Oysa Ruslar, Suriye diktatörü
Başer El-Esad’ı destekliyor ve
Fransa Rusların bu çabalarının IŞİD’in kökünü kurutacağını
ve Avrupa’ya doğru gelen çaresiz mülteci akınlarını
durduracağını ümit ediyor. Paris’teki son saldırıdan sonra
Fransa, Rusya ile aktif bir işbirliğini engelleyeceğini bildiği
için yüzünü NATO’ya dönmek yerine tarihte ilk defa Lizbon
antlaşmasının bir bölümünden faydalanarak müşterek Avrupa
güvenliğini gündeme getirdi. Peki şimdi Transatlantik
ittifakına ne oldu?
Almanya’nın da Türkiye ile birlikte çalışması için bir
politik dürtüsü var. Şansölye Angela Merkel kendisinin açık
kapılı mülteci politikasının sadece bu hızla artan mülteci dalgasının
bir sele dönüşmemesi durumunda işe yarayacağını
çok iyi biliyor. Bunun garantilenmesi için de Almanya’nın
daha şimdiden 2 milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev
sahipliği yapan Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan hükümetiyle
anlaşmalar yapması gerekiyor. Erdoğan’ın siyasi
muhaliflerini taciz etmesine rağmen Merkel, sırf Türkiye
Avrupa’ya olan göçmen akışlarında bir kapı muhafızı olduğu
için Türkiye’nin AB üyeliği yolculuğunu eski rayına tekrar
oturtmayı ve Türklerin Avrupa genelinde vizesiz seyahat
etmelerinin yeniden dikkate alınabileceğini önermişti. Bu
politikalar akıllıca olsunlar ya da olmasınlar, onların geleneksel
Transatlantik değerlerini temsil etmedikleri kesin.
Bu yıl ABD ve Avrupa arasındaki ayrılıklar en çok
Ukrayna ve Suriye meselelerinde göze çarpacak. Her iki
krizi de uzaktan izleme lüksüne sahip Amerikalılar, kendi
prensiplerinden ödün vermeyecek. Bu da Ukrayna Putin’in
gölgesinden kurtuluncaya kadar Rusya’ya uygulanan yaptırımların
süreceği ve Esad’ın gitmesi gerektiği anlamına
geliyor. Her iki ülkeden kaynaklanan etkilerle doğrudan
ilgilenmek zorunda kalan Avrupalılar ise pragmatizme (çıkarcı
politikalara) bel bağlamaya devam edecekler. Bu da
AB’nin yıl sonuna kadar Rusya’ya uygulanan yaptırımları
hafifleteceği ve Suriye’de aynı anda tek bir düşmana karşı
savaşacağı anlamına geliyor.
Transatlantik ortaklığının içinin boşaltılması aynı zamanda
önümüzdeki yıllarda Avrupa ile Birleşik Devletler’in Çin’e
kıyasla birbirleriyle daha fazla ortak yönlerinin olmasının
önemini kaybetmesi anlamına da gelecek.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?