Ekonomi ve IMF Türkiye’nin IMF (International Monetary Fund; Uluslararası Para Fonu) ile yürüttüğü son stand by anlaşması Mayıs 2008’de sona ermişti. Zaman zaman epey zayıflamış olsa da, o zamanda...
Ekonomi ve IMF
Türkiye’nin IMF (International Monetary Fund; Uluslararası Para Fonu) ile yürüttüğü son stand by anlaşması Mayıs 2008’de sona ermişti. Zaman zaman epey zayıflamış olsa da, o zamandan beri de bu anlaşmanın yenilenebileceği beklentisi kamuoyunda eksik olmamıştı. Fakat geçen ay hem IMF’den hem de hükümetten gelen açıklamalarla bu beklenti sona erdi. IMF ile yeni bir anlaşma yapmaya yönelik görüşmelerin en azından mayıs ayına kadar sona erdiği kesinleşti. Mayıs ayında IMF uzmanları her üye ülkede yapılan rutin incelemeler için ülkemize gelecek. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan mayıs sonrasında görüşmelerin yeniden başlayabileceğine ilişkin olarak bir açık kapı bıraktı ama anladığımız kadarıyla bu görüşmelerin yeniden başlaması ihtimali pek de yüksek değil.
IMF ile anlaşmanın neden suya düştüğü konusunda rivayet muhtelif. Ancak bu çok da önemli değil. Önemli olan bu anlaşmanın gerçekleşmemesinin ekonomiyi nasıl etkileyeceği. Görüşmelerin sona erdiğinin açıklanması kısa vadede mali piyasalar üzerinde etki yapmadı. Fakat iktisatçılar zaten daha çok reel ekonomi üzerindeki orta ve uzun dönemli etkileri merak ediyor. Her kötülüğün başı olarak IMF’yi gören ve her daim karşı çıkan bir kısım iktisatçı arkasından teneke çalarken, bir kısım iktisatçı ise ekonominin daha hızlı büyümesini sağlayabilecek ucuz bir finansman kaynağı elden kaçırıldı diye hayıflanıyor. Ayrıca IMF denetimi olmadan bir seçime doğru yol alan hükümetin bu süreçte seçim ekonomisi uygulamasına giderek mali dengeleri berbat edebileceğinden de ciddi ciddi korkuluyor.
Ucuz Finansman mı?
Öncelikle bizim IMF’yi her kötülüğün başı olarak gören ve her daim karşı çıkan iktisatçılardan olmadığımızı söyleyerek lafa başlayalım. Öte yandan IMF’yi ekonomideki büyümenin daha hızlı olmasını sağlayacak ucuz bir finansman kaynağı olarak görenlerden de değiliz. Kronik bir yatırım-tasarruf dengesizliğine sahip olan Türkiye’nin hızlı büyümek için sürekli dış kaynağa ihtiyacı var. Bu ihtiyacını ise sürekli IMF ile anlaşmalar yapıp bu kurumdan kredi kullanarak karşılaması pek gerçekçi değil. Hem IMF’nin böyle bir fonksiyonu yok ve bir noktadan sonra bu tür taleplerimize hayır diyebilir, hem de bu tür bir politika son tahlilde avantaj değil dezavantaj getirebilir.
Çünkü IMF’nin Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacının tümünü karşılaması mümkün değil. Bu nedenle uluslararası piyasalardaki normal finansman kaynaklarını da kullanmak zorundayız. Sürekli IMF’nin kapısında bulunmak ise ülkenin uluslararası piyasalardaki itibarına pek de olumlu yansımıyor ve normal finansman kaynaklarından alınan kredilerin maliyetini yükseltiyor. Bu durumda IMF’den ucuz kredi kullansak da toplam dış kaynak kullanımı bize pahalıya geliyor. IMF denetimi olmadan ayakta durabilmemiz halinde toplam dış kaynak kullanımını daha ucuza getirme ihtimalimiz bulunuyor.
1960 Modeli
Esasında 1960’lı yıllarda Türkiye bu tür bir politika uygulamış ve IMF ile her yıl kısa vadeli stand-by anlaşmaları imzalayarak acil dış finansman ihtiyaçlarını garantiye almaya çalışmıştı. IMF’nin bu anlaşmalar çerçevesinde tahsis ettiği krediler finansman ihtiyacı ortaya çıktıkça kullanılmış, gerekli olmadığında ise hiç dokunulmadan bırakılmıştı. 1960’lı yılların ekonomi için nisbeten istikrarlı bir dönem olduğunu dikkate alırsak bu politikanın işe yaradığını da söyleyebiliriz.
Ancak 1960’lı yıllar uluslararası finansal piyasaların bu kadar gelişmediği, devletten devlete borçlanmaların yaygın olduğu bir dönemdi. Türkiye ekonomisinin dış finansman ihtiyacı da bugünkü gibi dev boyutlarda değildi. Dolayısıyla IMF ile yapılan bu stand-by anlaşmalarının bugün karşılaşılabilecek türden sakıncaları bulunmuyordu.
Yine de IMF ile son stand-by anlaşmasının sona erdiği günlerde böyle 1960 modeli yeni bir stand-by anlaşmasının yapılmasını önermiştik (bkz. IMF Sonrası Hayat, Capital, Sayı 2008-6). Ancak o zaman küresel ekonomide finansal bir kriz yaşanıyordu ve Türkiye’nin dış finansman ihtiyacının nasıl karşılanacağı konusunda soru işaretleri bulunuyordu. Önerdiğimiz anlaşma bu soru işaretlerini mümkün mertebe gidermeyi amaçlıyordu. Bu anlaşma yapılsaydı belki de Türkiye ekonomisi küresel resesyondan bu kadar ağır etkilenmeyecekti. Fakat artık iş işten geçti. Bugün hem küresel ekonomi hem de Türkiye ekonomisi resesyon sonrası toparlanma dönemini yaşıyor. Dış finansman konusundaki endişeler de iki yıl öncesindeki kadar yoğun düzeyde bulunmuyor.
Denetim Sorunu
Kısacası, daha hızlı büyümek için ucuz finansman kaynağı olarak kullanmak ya da önümüzdeki dönemdeki acil finansman ihtiyaçlarını garantiye almak gibi nedenlerle yeni bir stand-by anlaşması mutlaka yapılmalıydı gibi bir düşüncede değiliz. Bu konudaki sorunların artık IMF’nin desteği olmadan da çözülebileceğini düşünüyoruz.
Fakat IMF’nin denetimi olmadan kamu maliyesinde neler yaşanacağı bizi de ciddi ciddi düşündürüyor. Bu açıdan Türkiye’nin ekonomi tarihi pek de cesaret verici görünmüyor. Türkiye’nin kurumsal yapısı henüz ekonomiyi sağlam dengelere oturtacak kadar gelişmiş değil. Siyasetçiler kısa vadeli politik çıkarları uğruna sık sık bu dengelerle oynuyor. Bu oynama daha çok seçim dönemlerinde ve seçim ekonomisi uygulamalarıyla oluyor. IMF denetiminin olduğu yıllarda seçim ekonomisi uygulamaları çok fazla gözlenmezken, bu denetimin olmadığı yıllarda ipin ucu kaçabiliyor.
Bunun son örneğini daha geçen yıl yaşadık. Geçen yıl bütçe açığının patlamasında sadece resesyon nedeniyle vergi tahsilatının düşmesinin değil yerel seçimler nedeniyle bütçe harcamalarının hızlanmasının da etkisi vardı. IMF denetiminin olmadığı ilk yerel seçimde kesenin ağzını açan hükümetin önümüzdeki genel seçimlerde yapabilecekleri de elbette ekonomik kamuoyunda endişeye yol açıyor.
Mali Kural Yetmez
Esasında hükümet de bu endişelerin farkında. Son zamanların gözde konusu mali kural da işte bu endişeleri gidermeyi amaçlıyor. Mali kural, bütçe açığının bir kurala bağlı olarak değişmesini içeriyor. Bu kurala göre ekonominin büyüdüğü dönemlerde bütçe açığı azaltılırken ekonominin resesyonda olduğu dönemlerde ise bütçe açığının yükselmesine izin veriliyor. Hükümet, bütçe açığındaki değişimi böyle bir kurala bağlayarak kamu maliyesine olan güveni arttırmayı planlıyor.
Mali kural teorik olarak iyi ama kuvvetli bir bağlayıcılığı olmadığı için kamu maliyesi konusundaki endişeleri giderme konusunda işe yaraması zor görünüyor. Hükümetin istediği zaman bu kuralı askıya alabilme ihtimali güven oluşumunu engelleyeceğe benziyor. Mali kuralın istenen etkiyi yaratması ancak birkaç yıl boyunca sıkı sıkıya uygulanmasından ve bu ugulamanın zor koşullarda da test edilmesinden sonra mümkün olabilir. O zamana kadar ise kamu maliyesi konusundaki endişeler canlı kalmayı sürdürecek gibi.
Sonuç olarak, ekonominin yola artık IMF’siz olarak devam etmesinin doğurabileceği bazı riskler var. Bu risklerin en önemlisini de eli serbest kalan hükümetin kamu maliyesinde dengeleri iyice bozması oluşturuyor. Ancak bir ekonominin sürekli IMF denetiminde yaşayıp gitmesinin de sakıncaları var. Eninde sonunda bu ekonomiyi kendi kendimize çekip çevirecek olgunluğa erişmemiz gerekiyor. Gelişmiş ekonomilere yakınsamanın yolu bu konuda rüştümüzü ispat etmemizden geçiyor.
63 Yılın Yarısını IMF Denetiminde Geçirdik
Türkiye’nin IMF ile ilişkileri oldukça eski ve de fırtınalı bir geçmişe sahip. 27 Aralık 1945’te kurulan IMF’ye 11 Mart 1947’de üye olmuş, üye olduktan sonra devalüasyon yapmanın zorlaşacağı düşüncesiyle de 7 Eylül 1946’da durduk yerde cumhuriyet tarihinin ilk büyük devalüasyonunu yapmıştık. Bu devalüasyon ise iyi neticelenmemişti. Dolayısıyla IMF ile ilişkilerimiz daha en başta kötü bir şekilde başlamıştı.
IMF’nin kapısına ilk kez 1954-58 krizinin had sahfaya vardığı 1958 yılında düştük. 30 Temmuz 1958’de imzalanan 12 ay vadeli ilk stand-by anlaşması nisbeten başarılı olmuştu. Ancak bu çerçevede 4 Ağustos 1958’de tarihimizin ikinci büyük devalüasyonu yapıldığı için IMF yine toplumun hafızasına olumsuz bir figür olarak girmişti.
1960’larda IMF ile her yıl kısa süreli stand-by anlaşmaları yapıldı. Bu yıllarda IMF kredilerine ihtiyati bir dış kaynak gözüyle bakılmış, ne olur ne olmaz diye stand-by anlaşmaları yapılmış, tahsis edilen krediler de gerekli olduğu ölçüde kullanılmıştı.
Türkiye’nin hem siyasi hem de ekonomik açıdan karanlık bir dönemine denk gelen 1970’li yıllarda ise IMF ile ilişkiler de pek iyi yürümedi. 10 Ağustos 1970’de yapılan tarihimizin üçüncü büyük devalüasyonu da yine bir stand-by anlaşmasıyla ilişkilendirildiği için IMF’nin itibarı biraz daha zedelendi. 1978’de imzalanan 24 aylık stand-by anlaşması daha bir yılı dolmadan iptal edildi. 24 Ocak 1980 Kararları’ndan sonra ekonomide istikrarın nisbeten sağlanmasından sonra ise 1990’lı yılların ortasına kadar IMF defteri kapandı.
1994 krizi sırasında imzalanan stand-by anlaşmasının 1995’teki erken seçim nedeniyle yarım kalmasından sonra IMF’yi yeni bir anlaşmaya ikna etmek pek kolay olmadı. Mali destek içermeyen yakın izleme anlaşması işte bu süreçte gündeme gelmişti. Yakın izleme anlaşmasının nisbeten başarılı olmasından sonra ise 22 Aralık 1999’da 36 ay vadeli bir stand-by anlaşması yapıldı. Döviz çapalı enflasyonu düşürme programını desteklemek amacıyla yapılan bu anlaşma yürürlükteyken 2001 krizinin yaşanması, IMF’yi iyice yerin dibine soktu. Bu anlaşmanın süresi daha dolmadan 4 Şubat 2002’de yeni bir stand-by anlaşması yapıldı. Bu seferki anlaşma ise gerçekten başarılı oldu. Uzun bir tereddüt döneminden sonra 11 Mayıs 2005’te imzalanan son stand-by anlaşması ise 10 Mayıs 2008’de sona ermişti.
IMF ile ilişkilerimizin kronolojisine baktığımızda, üye olduğumuz dönemden bu yana geçen 63 yılın yaklaşık yarısını IMF denetiminde geçirdiğimizi görüyoruz. Üye olduğumuz tarihten bu yana tam 756 ay geçmiş durumda ve bunun yüzde 45’ine denk gelen 339 ayında IMF ile yapılmış bir anlaşma yürürlükteydi. Bu kadar uzun bir süreyi IMF denetiminde geçirmek onurumuzu kırıyor ama IMF’den ayrı kaldığımız her dönemin sonucunda bir krizin kapımızı çalması da kendimize olan güvenimizi büyük ölçüde yok etmiş bulunuyor. Bu nedenle IMF’den yine ayrı düşmemiz bazı iktisatçıları endişelendiriyor.
Enflasyon Merkez’i De Endişelendirmeye Başladı
Enflasyon şubat ayında 13 aylık bir aradan sonra yeniden çift haneye yükseldi. Ocak ayında yüzde 8,2 düzeyinde bulunan yıllık enflasyon, 1,9 puanlık sıçramayla, şubat ayında yüzde 10,1’e çıktı. Böylece enflasyon Aralık 2008’deki düzeyine geri dönüş yaptı.
Enflasyonda yaşanan bu sıçramada olumsuz hava koşullarının etkisiyle gıda fiyatlarının mevsim normallerinin üzerinde yükseliş göstermesi etkili oldu. Normalde yüzde 2 civarında olması gereken gıda fiyatlarındaki artışın yüzde 5 olarak gerçekleşmesi, gıda grubunun Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) içindeki ağırlığına (yüzde 27,6) bağlı olarak, enflasyona epey olumsuz yansıdı.
Geçen yıl şubat ayında aylık enflasyonun mevsim normallerinin altında gerçekleşmesinden kaynaklanan “baz etkisi” nedeniyle, bu yıl şubat ayında yıllık enflasyonda bir miktar yükseliş yaşanması bekleniyordu. Ancak gıda fiyatlarından kaynaklanan sürpriz nedeniyle enflasyondaki yükseliş beklenenin de ötesine taştı. Yüzde 0,6 dolayında çıkması beklenen aylık enflasyonun yüzde 1,45 olarak gerçekleşmesi, yıllık enflasyonu da beklenenden yaklaşık 1 puan daha yüksek bir seviyeye taşıdı.
Bu arada gerçekleşen enflasyondaki bu yükseliş beklentilere de yansıdı. Merkez Bankası’nın mart ayında düzenlediği beklenti anketlerine göre, şubat ayı enflasyonun açıklanmasında sonra yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 8’in, 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentisi ise yüzde 7’nin üzerine çıktı. Yıl sonu enflasyon beklentisinde yılbaşından bu yana 1,2 puanlık yükseliş var. 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentisi de geçen ekim ayındaki dip noktasına göre 1 puan yükseliş göstermiş durumda.
Faiz Sinyali
Geçen ay Konjonktür’ün anayazısını enflasyon konusuna ayırmış ve “Enflasyona Dikkat” demiştik. O yazıda enflasyonun Merkez Bankası’nın öngörülerinin üzerinde gerçekleşmekte olduğunu ve bunun da beklentileri yükselttiğini belirtmiştik. Bu gelişmenin devamı halinde, daha önce 2010 yılı sonuna kadar faizleri sabit tutma sözü veren Merkez Bankası’nın erken bir faiz artırımına gitmek zorunda kalabileceğini de söylemiştik.
Gerçi Para Politikası Kurulu’nun (PPK) mart ayı toplantısından da politika faizinin sabit tutulması kararı çıktı ama bu toplantıdan sonra yapılan açıklama enflasyondaki gelişmelerin artık Merkez Bankası’nı da endişelendirmeye başladığını gösterdi. Söz konusu açıklamada, reel ekonomideki durumdan hareketle yine faiz oranlarının uzun bir süre sabit tutulması gereğinden bahsedildikten sonra ilk kez şöyle bir ifadeye yer verildi: “Yakın dönemde enflasyon beklentilerinde gözlenen artışın genel fiyatlama davranışlarında bozulmaya yol açması halinde ise Merkez Bankası, Enflasyon Raporu’ndaki baz senaryoda öngörülen duruşa kıyasla daha erken bir parasal sıkılaştırmaya gitmekte tereddüt etmeyecektir.”
Bu açıklamadan sonra önümüzdeki aylarda enflasyondaki gelişmeleri daha dikkatli bir şekilde takip etmek şart hale gelmiş bulunuyor.
İhracata Altın Freni
İhracatta 2010 yılı biraz sürpriz bir gelişmeyle başladı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) gümrük kayıtlarına dayanan verilerine göre, ocak ayında ihracat yıllık bazda yüzde 0,3 oranında gerileme gösterdi. Oysa Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) ihracatçı birliklerinin kayıtlarına dayanan ve öncü gösterge niteliği taşıyan verileri ocak ayında ihracatın yüzde 12,5 arttığını gösteriyordu. Genelde paralel seyreden TÜİK’in verileri ile TİM’in verilerinin bu kez ayrı telden çalması kafaları biraz karıştırdı.
Esasında hafızalar biraz yoklandığında bu gelişmenin nedeni hemen anlaşılıyor. Hatırlanırsa geçen yılın ilk aylarında da TÜİK’in verilerine göre ihracatta TİM’in verilerinin gösterdiğinden daha az gerileme söz konusuydu. O zaman bunun nedeni araştırıldığında ortaya TİM’in verilerinin kapsamadığı altın ihracatı çıkmıştı. Genelde düşük seyreden altın ihracatı geçen yılın ilk aylarında ciddi boyutlara (ocak ayında 975, şubat ayında 1.649 ve mart ayında 926 milyon dolar) ulaşmıştı. Sektör yetkilileri bunun nedeninin ise ekonomideki resesyon nedeniyle halkın bozdurduğu altınların yurtdışında pazar bulması olduğunu söylüyordu. İşte geçen yıl ihracattaki düşüşü bir ölçüde de olsa frenleyen altın ihracatı, resesyon sonrasında tekrar eski seviyelerine döndüğü için, şimdi de ihracattaki yükselişi frenlemeye başlamış bulunuyor. Altın ihracatı dışarıda bırakılırsa, ocak ayında ihracatta düşüş değil yüzde 11,4’lük bir artış çıkıyor.
Altın ihracatı toplam ihracatı frenlemeye şubat ve mart aylarında da devam etti gibi. TİM’in verileri şubat ayında ihracatta yüzde 20,3’lük bir artışa işaret ediyor ama TÜİK’in verilerinde yine düşüş görebiliriz. Çünkü geçen yıl şubat ayında altın ihracatı 1,6 milyar doları bulmuştu ve bu yıl aynı düzeye yaklaşmış olması biraz zor görünüyor. Mart ayında ise bu fren sürmesine rağmen yine de ihracatta artış göreceğimizi tahmin ediyoruz. Çünkü TİM’in verileri mart ayının ilk 22 gününde ihracatta yüzde 32,2 gibi çok güçlü bir artış olduğunu gösteriyordu. Bu da altın ihracatındaki düşüşe rağmen mart ayında toplam ihracatta yüzde 10 dolayında artış olabileceğini düşündürüyor.
Altın ihracatı geçen yıl nisan ayından itibaren normal seviyelerine indiği için bu yıl aynı aydan itibaren altın freni ortadan kalkacak.
Bu arada ithalatın ise 2010 yılına sürpriz yapmadan girdiğini belirtelim. Kasım ayında yeniden yükselişe geçen ithalat ocak ayında da yüzde 23,9 oranında artış gösterdi. İthalattaki bu artış da ekonomideki toparlanmanın devam ettiği sinyalini verdi.
Sanayide Toparlanma Çok Yavaş
Ham verilere göre ocak ayında sanayi üretimi yıllık bazda yüzde 12,1 oranında artış gösterdi. Takvim etkisine göre düzeltme yapıldığında ise ocak ayında sanayi üretiminde yaşanan yıllık artışın yüzde 16,1 olduğu görülüyor. Bu yıl ocak ayında işgünü sayısının geçen yılın aynı ayındakinden 1 gün daha düşük olması, sanayi üretimindeki artışın olması gerekenden 4 puan daha düşük gerçekleşmesine yol açmış bulunuyor. Fakat buna rağmen ocak ayında sanayi üretiminde yaşanan artış yine de yüksek ve bu ekonomideki toparlanmanın sürdüğünü gösteriyor.
Geçen yılın ilk ayları ekonomideki resesyon nedeniyle sanayi üretiminin çok düşük düzeylere demir attığı aylardı. Resesyonun atlatılmasıyla geçen yılın sonlarına doğru sanayi üretimi normal seviyelerine doğru yollandığı için şimdi bu yüksek üretim artışları ortaya çıkıyor. Sanayi üretiminin şubat ayında da çift haneli artış gösterdiğini tahmin ediyoruz. Mart ayında da yine çift haneli artış görme ihtimalimiz yüksek.
Fakat sanayi üretimindeki toparlanma bir yıldır sürmesine rağmen hala resesyon öncesindeki zirve noktasının çok uzağındayız. Bunu da Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) mevsim ve takvim etkilerine göre düzelttiği sanayi üretim endeksi verilerinden anlıyoruz. Mevsim ve takvim etkilerine göre düzeltilmiş sanayi üretim endeksi Mart 2008’de zirve noktasında ulaştıktan sonra 10 ayda tam 25,1 puanlık gerileme göstermiş ve Ocak 2009’da dip noktaya inmişti. O zamandan beri geçen 12 ayda ise mevsimsel düzeltilmiş sanayi üretim endeksi 13,8 puanlık artış gösterebilmiş durumda. Yani hala zirve noktasından 11,3 puan gerideyiz. Bu hızla zirve noktasına geri dönmemiz ise 9 ay daha sürecek ve sonbahar aylarını bulacak gibi görünüyor.
İşsizlik Oranı 2009’da 3 Puan Sıçradı
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2009 yılının tamamına ilişkin işgücü piyasası verilerini geçen ay yayınladı. Bu verilere göre 2009 yılında işsizlik oranı yüzde 14 olarak gerçekleşmiş durumda. İşsizlik oranında önceki yıla göre 3 puanlık sıçrama var. 2008 yılında işsizlik oranı yüzde 11 düzeyindeydi.
2009’da işsizlik oranında yaşanan bu 3 puanlık artış, tahmin edebileceğiniz üzere, ekonomideki resesyonun eseri. Esasında resesyonun işsizlik oranında yarattığı yükseliş bu kadar da değil. Hatırlanırsa ekonomideki resesyon 2008 yılında başlamıştı. Dolayısıyla işsizlik oranında 2008’de yaşanan yükseliş de resesyonun eseriydi. Bu durumda yıllık veriler üzerinden gidersek, ekonomideki resesyonun işsizlikte yaklaşık 4 puanlık bir yükseliş yarattığını söyleyebiliriz.
Oransal değil de sayısal verilere baktığımızda ise 2008-2009 resesyonunun yaklaşık 1,1 milyon kişiyi işsiz bıraktığını görüyoruz. Resesyon öncesindeki son yıl olan 2007’de 2,4 milyon olan işsiz sayısı, 2008 yılında 2,6 milyona çıkmıştı. Bu sayı 2009 yılında ise 3,5 milyona çıkmış durumda.
2001 krizinden önce işsizlik oranı yüzde 6,5, işsiz sayısı ise yaklaşık 1,5 milyondu. Kriz sonrasında işsizlik oranı yüzde 10 dolayına işsiz sayısı ise 2,5 milyon civarına çıkmış ve orada kalmıştı. 2002-2006 döneminde ekonomi hızlı büyüdüğü halde işsizlikte bir gerileme sağlanamamıştı. Çünkü bir demografik geçiş sürecinde olan Türkiye’de işgücü piyasasına yıllık girişler 500 bin kişiyi aşıyor ve yüzde 5-6’lık büyümeyle ancak bu yeni girişleri karşılayacak kadar istihdam yaratılabiliyor. Bu demografik geçiş süreci halen devam ettiği için de şimdi işsizlik oranının ve de işsiz sayısının geldiği bu yeni seviyelerde kalıcı olmasından korkuluyor.
Bu arada 2008-2009 resesyonunun tarım dışı işsizlik oranında daha fazla ve yaklaşık 5 puanlık sıçrama yarattığını belirtelim. 2007 yılında yüzde 12,6 olan tarım dışı işsizlik oranı 2008 yılında yüzde 13,6’ya, 2009 yılında ise yüzde 17,4’e çıkmış durumda. Genel işsizlik oranındaki artışın tarım dışı işsizlik oranındaki artıştan daha düşük gerçekleşmesinin nedeni, tarım dışı sektörlerde işsiz kalanların bir kısmının tarım sektöründe istihdam olanağı bulabilmesi. Ya da belki de daha doğru bir ifadeyle tarım sektöründe istihdam ediliyormuş gibi görünmesi. Çünkü tarım sektöründe gizli işsizlik oldukça yaygın. Resesyon sırasında tarım dışı sektörlerde istihdam olanağı bulamayanların bir kısmı tarım sektöründe ücretsiz aile işçisi olarak çalışmak durumunda kaldı. Bu da onları resmi olarak işsiz tanımının dışına çıkardı ama gerçek anlamda bir iş sahibi de yapamadı.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?