TÜİK’in
aralık ayında milli gelirin hesaplanma yönteminde yaptığı değişiklikten sonra, daha
önce ekonominin yavaşladığını sandığımız son yıllarda esasında hızlı büyümenin
devam ettiğini öğrendik. Ancak bu durumda son yıllardaki büyümede bir “kalite
sorunu” olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü bu dönemde işsizlikte yükseliş yaşanırken
gelir dağılımındaki düzelme ve yoksulluktaki düşüş durmuş durumda. Büyümedeki
bu kalite sorunu ise son yıllardaki hızlı büyümenin daha çok inşaat
yatırımlarına dayanmasından kaynaklanıyor gibi görünüyor. İnşaat yatırımları
yapıldıkları sırada istihdamda bir miktar artış sağlasalar da tamamlandıkları
zaman istihdama pek bir etkileri olmuyor. Yapılan konutlar sermaye stokunu
şişiriyor ama üretime ev sahipliği yapmıyor. Oysa sanayi yatırımları esas
olarak tamamlandıktan sonra istihdama katkıda bulunuyor. Önümüzdeki dönemde ekonomik
büyümenin kalitesini yükseltmek için yatırımların inşaattan çok üretken
alanlara yöneltilmesi gerekiyor.
Türkiye
İstatistik Kurumu (TÜİK), aralık ayında milli gelirin hesaplanma yönteminde
revizyona gitmişti. Bu revizyon ekonomik kamuoyunda ciddi tartışmalara yol
açmıştı. Geçen ay “Konjonktür” bölümünün ana yazısını buna ayırmıştık. Kısaca
özetlersek, yeni milli gelir serisinin en çok dikkat çeken yönü son yıllardaki
büyümeyi eski seriye göre daha yüksek göstermesiydi. Ancak yeni büyüme başta
işsizlik olmak üzere bazı ekonomik göstergelerle uyumlu görünmüyordu. Bu da yeni
hesap yöntemi konusunda kuşkulara yol açıyordu.
Bu
yazıyı yazdıktan sonra, dergimiz baskıdayken, TÜİK’in yeni hesap yöntemini
tanıtmak amacıyla iktisatçılar ile düzenlediği bilgilendirme toplantılarından
birine katıldım. Bu toplantıda edindiğim bilgiler TÜİK’in hesap yönteminde
yaptığı son revizyonun öncekilere pek benzemediğini ve adeta devrim niteliğinde
olduğunu gösteriyor. Milli gelir daha önce sanayi üretim endeksi gibi kısa
dönemli iş istatistiklerine dayanılarak hesaplanıyor ve önceki revizyonlar da
bu istatistiklerin geliştirilmesini içeriyordu. Son revizyonla birlikte ise
milli gelir artık Gelir İdaresi ve Sosyal Güvenlik Kurumu gibi kuruluşların
idari kayıtlarına dayanılarak hesaplanıyor. Gelişmiş ülkelerin uzun yıllar önce
benimsediği bu yönteme Türkiye daha yeni geçebilmiş durumda. Kısa dönemli iş
istatistikleri birkaç bin işletmenin verileriyle oluşturulurken, idari kayıtlar
ise Türkiye’deki 3 milyon işletmenin tamamının verilerini içeriyor. Elbette bu
kez de idari kayıtların ne kadar sağlıklı olduğu tartışması yapılabilir ve
muhtemelen gelecekte tartışmalar bu yöne kayacak. Ancak bu konudaki itiraz
hakkımız saklı kalmak üzere şu an için yeni milli gelir serisinin ekonomideki
durumu eski seriye göre daha doğru yansıttığını kabul edebiliriz.
BÜYÜMENİN KALİTESİ
Fakat
eğer durum böyleyse yani son yıllarda ekonomi daha önce bildiğimizden daha
hızlı büyüdüyse, o zaman bu büyümede bir “kalite sorunu” olduğu ortaya çıkıyor.
Bildiğimiz kadarıyla ekonomi literatüründe böyle bir terim yok ama son
yıllardaki durum bizde böyle bir çağrışım yapıyor. Çünkü normalde ekonomi hızlı
büyüdüğünde olması gereken bazı gelişmelerin bu dönemde yaşanmadığını, hatta
bunun tam tersinin ortaya çıktığını görüyoruz. Bunun en önemli göstergesini bu
dönemde işsizlikte düşüş yerine yükseliş yaşanması oluşturuyor. Bu dönemde
gelir dağılımındaki iyileşmenin ve yoksul sayısındaki düşüşün durması da
büyümenin kalitesinin düşük olduğuna işaret ediyor.
Son
yıllardaki ekonomik büyümenin kalitesinin neden düşük olduğuna ilişkin bir
fikrimiz var. Buna bu dönemdeki büyümenin daha çok inşaata dayanmasının yol
açtığını tahmin ediyoruz. Ancak bunun ayrıntılarına geçmeden önce isterseniz son
yıllardaki büyümedeki kalite sorununa işaret eden göstergeleri biraz
inceleyelim.
BÜYÜME VE İŞSİZLİK
Türkiye’de
işsizlik oranı 2013 yılından beri yükseliyor. 2012’de yüzde 8,4 olan işsizlik
oranı 2013’te yüzde 9’a, 2014’te yüzde 9,9’a ve 2015’te yüzde 10,3’e yükseldi.
2016’da ise muhtemelen yüzde 11’e yakın çıkacak. 2016’daki yükselişi büyümedeki
düşüş açıklıyor ama 2013-2015 dönemindeki yükseliş ekonomideki büyümeyle uyumlu
değil. Çünkü yeni milli gelir serisi 2013’teki büyümeyi yüzde 8,5, 2014’teki
büyümeyi yüzde 5,2 ve 2015’teki büyümeyi de yüzde 6,1 olarak gösteriyor.
Ekonominin böyle hızlı büyüdüğü bir dönemde işsizliğin yükselmesi değil en
azından yerinde sayması beklenirdi. Gerçekleşmenin bunun tam tersi olması, son
yıllardaki büyümenin kalitesinin çok düşük olduğuna işaret ediyor.
Esasında
benzer bir sorun 2008-2009 resesyonu öncesinde de vardı. Ancak o zaman durum bu
kadar vahim değildi. 2002-2007 döneminde yaşanan şey ekonomi hızlı büyüdüğü
halde işsizlik oranında düşüş olmamasıydı. O sırada hızlı büyüme ancak iş gücü
piyasasına yeni girişleri karşılayabilecek kadar istihdam yaratabiliyor, bu
nedenle de işsizlik oranı yerinde sayıyordu. 2013-2015 döneminde ise ekonomideki
büyüme iş gücü piyasasına yeni girişleri karşılayacak kadar bile istihdam
yaratamadı. Dolayısıyla bu anlamda son yıllardaki ekonomik büyüme 2008-2009
resesyonu öncesindekinden daha kalitesiz görünüyor.
GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK
Türkiye’de
son yıllarda gelir dağılımında bir iyileşme gözlenmiyor. Hatta 2015 yılında
gelir dağılımında hafif bir bozulma oldu. Gelir dağılımındaki değişim genelde hanehalkı
kullanılabilir geliri üzerinden hesaplanan “gini katsayısı” ile ölçülür. Sıfır
ile 1 arasında değerler alan bu katsayının sıfır yönüne doğru hareket etmesi
gelir dağılımında iyileşmeye, 1 yönüne doğru hareket etmesi ise gelir
dağılımında bozulmaya işaret eder. Türkiye’de bu katsayının değeri 2010
yılından 2014 yılına kadar 0,38 düzeyinde sabit kaldı. 2015 yılında ise 0,39’a
çıktı. Oysa ekonominin hızlı büyüdüğü 2013-2015 döneminde gelir dağılımında
düzelme yaşanması beklenirdi. Çünkü ekonomi hızlı büyüdüğünde daha fazla
istihdam yaratılması alt gelir gruplarının gelirinin artmasına yol açar ve
dolayısıyla gelir dağılımı düzelir. Ancak son yıllardaki büyüme iş gücü
piyasasına yeni girişleri karşılayacak kadar istihdam yaratamadığı için doğal
olarak alt gelir gruplarının durumunda ve gelir dağılımında da iyileşme
yaratmadı. Oysa 2008-2009 resesyonu öncesindeki büyüme bu açıdan daha
kaliteliydi. 2002 yılında 0,44 olan gini katsayısı 2007 yılında 0,39’a
gerilemişti.
2008-2009
resesyonu öncesindeki hızlı büyüme gelir dağılımında düzeltme getirirken
yoksullukta da ciddi bir gerileme sağlamıştı. Son yıllarda ise yoksulluktaki
gerileme durdu. Ancak TÜİK’in hesapladığı o kadar çok yoksulluk ölçüsü var ki
bunların hangisini ele almak gerektiğini doğrusu bilemiyoruz. En iyisi bir
örnek olarak eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert medyan gelirinin yüzde 50’si
dikkate alınarak belirlenen yoksulluk sınırını verelim. Bu ölçüye göre 2006’da
12,5 milyon kişi olan yoksul sayısı 2007’de 11,2 milyona inmişti. 2008-2009
resesyonu sırasında tekrar 12 milyonun üzerine yükselen yoksul sayısı daha
sonra yeniden 11,2 milyon dolayına düştü. Ancak 2013-2015 döneminde daha fazla
düşüş gerçekleşmedi ve bu civarda takılıp kaldı.
İNŞAATA DAYALI BÜYÜME
Son
yıllardaki ekonomik büyümenin kalitesinin düşük olmasının, bu büyümenin daha
çok inşaat yatırımlarına dayanmasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Zaten yeni
milli gelir serisindeki büyümenin eski seridekinden daha yüksek olması da büyük
ölçüde yeni seride inşaat yatırımlarının çok daha fazla olmasından
kaynaklanıyor.
Yeni
serideki büyümeyi inşaat yatırımları hariç olarak hesapladığımızda, 2010, 2011
ve özellikle de 2013 yılında inşaat yatırımlarının büyümeyi çok fazla
etkilediğini görüyoruz. Yeni seride 2013 yılındaki büyüme yüzde 8,5 çıkarken,
inşaat yatırımları hariç tutulduğunda bu oran 2,1 puan daha düşük ve yüzde 6,4
olarak hesaplanıyor. Üstelik yaptığımız bu hesap sadece inşaat yatırımlarının
büyümeye direkt etkisini ortaya çıkarıyor. Muhtemelen bunun dolaylı etkileri de
var. Yani inşaat yatırımlarının son yıllardaki büyümeye etkisinin burada
hesapladığımızdan da yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
NE YAPMALI?
Ekonomik
büyüme kendi başına bir amaç değil, toplumdaki işsizliği azaltmanın, yoksulluğu
geriletmenin ve gelir dağılımını düzeltmenin bir aracıdır. Eğer ekonomideki
büyüme bunları sağlayamıyorsa, o zaman ne kadar yüksek olduğunun pek bir önemi
yoktur. Anlaşılıyor ki Türkiye’de son yıllarda gördüğümüz inşaat furyası
ekonomideki büyümeye hız katmış ama bu büyümeyle ulaşılması istenen nihai
amaçlara pek fayda etmemiş durumda. Çünkü inşaat yatırımları yapıldıkları sırada
istihdamda bir miktar artış sağlasalar da tamamlandıkları zaman istihdama pek
bir etkileri olmuyor. Yapılan konutlar sermaye stokunu şişiriyor ama üretime ev
sahipliği yapmıyor. Alışveriş merkezlerinin yarattığı kalıcı istihdam da herhalde
çok fazla değil. Oysa sanayi yatırımları esas olarak tamamlandıktan sonra
istihdama katkıda bulunuyor. Bu durumda önümüzdeki dönemde ekonomik büyümenin
kalitesini yükseltmek için yatırımların inşaattan çok üretken alanlara
yöneltilmesi gerektiği ortaya çıkıyor.
Tabii
bunu yapmanın çok kolay olmadığının farkındayız. Bir kere girişimciler için
inşaata yatırım yapmak çok daha kolay ve kazançlı durumda. Sanayiye yatırım
yapıp para kazanır hale gelmek oldukça uzun bir zaman alıyor. Oysa inşaata
yapılan yatırımlar kentsel rantlar sayesinde çok daha çabuk kazanca dönüşüyor.
Maalesef hükümetler de ekonomide her sıkışma belirtisi görüldüğünde büyümeyi
kolay yoldan hızlandırmak için inşaat yatırımlarının önünü açıyor. Nitekim şu
sıralarda da bu yönde adımlar atıyor. Konut kredisi faizlerinin her yol kullanılarak
düşük tutulmaya çalışılması, Türkiye’den konut alan yabancılara vatandaşlık
verilmesi gibi adımlar bunlar arasında sayılabilir. Oysa son yıllardaki tecrübemize
bakarsak bunlar büyümeyi hızlandırsa bile işsizlikte düşüş, yoksullukta
gerileme, gelir dağılımında düzelme gibi nihai amaçlara ulaşmak için yetersiz
kalacak. Yapılması gereken şey bu bakış açısını değiştirip inşaat yerine sanayi
yatırımlarının önünü açmaya çalışmak ama bunun için çok daha fazla çaba
harcamak gerektiği için şimdilik bu konuda bir umut ışığı görünmüyor.
EKONOMİYE DESTEK BÜTÇE AÇIĞINI YÜKSELTTİ
Merkezi
yönetim bütçesi 2016’da 29,3 milyar TL açık verdi. 2016’da bütçe açığı önceki
yıla göre yüzde 24,4 artış gösterdi. Merkezi yönetim bütçesinin 2015’te verdiği
açık 23,5 milyar TL düzeyindeydi. 2016 yılındaki açık hedefin ise çok az bir
miktar altında kaldı. 2016 yılı bütçesinde açık hedefi 29,7 milyar TL düzeyinde
bulunuyordu.
2016’da
bütçe açığı hedefe yakın çıktı ama harcamalar ve gelirler için aynı şey söz
konusu değil. Genelde olduğu gibi 2016 yılında da harcamalar hedefin epey
üzerine çıktı ve bu artış vergi dışı gelirlerin de hedefi aşmasıyla karşılandı.
2016’da bütçe harcamaları hedeflenenden 13,2 milyar TL daha fazla oldu. Hükümet
ekonomideki durgunluğu hafifletmek için kesenin ağzını iyice açınca, faiz dışı
harcamalarda hedefi aşan tutar 18,9 milyar TL’yi buldu. Buna karşılık ekonomideki
durgunluk yüzünden vergi gelirleri hedefin az bir miktar altında kaldı. Ancak
vergi dışı gelirlerin hedefi 14,1 milyar TL aşması sayesinde toplam bütçe
gelirleri de hedefin 13,6 milyar TL üzerine çıktı.
2015
yılındaki bütçe açığının gayri safi yurt içi hasılaya (GSYH) oranı, eski milli
gelir serisine göre yüzde 1,2, yeni milli gelir serisine göre ise yüzde 1’di.
2016 yılının milli geliri henüz belli değil ama muhtemelen bu yılda da bütçe
açığının GSYH’ye oranı bu civarda çıkacak. Bu ise uluslararası bir ölçüt olan
yüzde 3’lük Maastriht kriterinin epey altında bulunuyor. Yani uluslararası
ölçülere göre bütçede bir sorun görünmüyor.
Eğer
hedefler tutarsa bu yıl bütçe açığında çok daha fazla artış olacak. Çünkü
2017’nin bütçe açığı hedefi 46,9 milyar TL ve bu da 2016 gerçekleşmesine göre
yüzde 60’lık artışa tekabül ediyor. Dolayısıyla hükümetin bu yıl da ekonomiyi
desteklemek için bütçede yeterli manevra alanı var gibi görünüyor.
ENFLASYONDA HEDEFE YİNE YAKLAŞAMADIK
Enflasyonda
2016 yılını yüzde 8,5’lik enflasyonla kapattık. Bu oran 2016’nın başlarındaki
beklentilere uygun ama en son beklentilerin epey üzerinde. En son beklentiler
2016’nın yüzde 7,5 dolayında bir enflasyonla kapanacağı yönündeydi. Çünkü kasım
ayında yıllık Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) enflasyonu yüzde 7 idi. Döviz
kurlarında eylül sonlarında başlayan yükselişin ve bazı ürünlerdeki vergi ayarlamalarının
aralık ayında yükseliş getireceği tahmin ediliyordu ama bu ölçüde bir sıçrama da
beklenmiyordu. Fakat aralık ayı enflasyonu geçen yılın aynı ayındaki seviyesini
neredeyse sekiz kat aşıp yüzde 0,21’den yüzde 1,64’e çıkınca, 2016’yı da son
beklentilerin çok üzerinde bir enflasyonla kapatmak zorunda kaldık.
2016
yılı sadece ekonomik kamuoyunun değil Merkez Bankası’nın tahmininin de ötesinde
bir enflasyonla kapandı. Merkez Bankası’nın 2016 yıl sonu enflasyon tahmini de
yüzde 7,5’ti. Öte yandan 2016 yılı yüzde 5’lik hedefi ise 3,5 puan aştı.
Böylece 2016 yılı enflasyonu hedefin etrafındaki 2’şer puanlık belirsizlik
aralığının bile dışına taştı.
Maalesef
bu yeni bir durum da değil. Enflasyon tam altı yıldır üst üste hedefin epey üzerinde
gerçekleşiyor. Daha da geriye gidersek, 2006 yılında başlayan “açık enflasyon
hedeflemesi” döneminde sadece iki kez, 2009 ve 2010 yıllarında hedefi
tutturabildik. Bunda da 2008-2009 küresel resesyonunun emtia fiyatlarını aşağı
çekmesinin ve 2008’de hedeflerin yükseltilmesinin etkisi vardı. 2002-2005
arasındaki “örtük hedefleme dönemi”ndeki başarıyı maalesef “açık hedefleme
dönemi”ne taşıyamadık.
Fakat
bunun suçunun enflasyon hedeflemesi uygulamasında değil, Merkez Bankası’nın
özellikle 2011’den bu yana bu uygulamanın gereklerini çok da yerine
getirmemesinde olduğunu düşünüyoruz. Merkez Bankası, eski başkan Erdem Başçı
döneminde, fiyat istikrarı dışında finansal istikrar ekonomik ve büyümenin
desteklenmesi gibi amaçların da peşinde koştu. Sonuçta enflasyon hedeflerini
bunlar için feda ettiği gibi o hedeflere de tam olarak ulaşamadı. Gördüğümüz
kadarıyla geçen yıl göreve gelen Murat Çetinkaya da Başçı’nın izinden gidiyor.
Merkez Bankası geçen yıl daha ocak ayında yıl sonunda enflasyonun yüzde 7,5
olacağını tahmin ettiği halde bunu engellemek için hiçbir şey yapmadı. Bunu
engellemek için para politikasını sıkması gerekirken, tam tersine yılın büyük
bölümünde gevşemeye gitti. Ancak döviz kurlarında yükseliş başlayınca kasım ayında
faizlerde bir artış yaptı ama bu da 2016 için artık çok geç ve yetersizdi. Biz
bu yazıyı yazdığımız sırada ise faiz artışı yapmamak için para politikasında
garip deneylere girişmişti.
Merkez
Bankası’nın böyle davranması ve hedefleri de hiç tutturamaması enflasyonist
beklentilerin kırılmasını engelliyor. Nitekim ekonomik kamuoyu 2017’de de yüzde
5’lik hedefin tutturulabileceğine inanmıyor. Şu sıralarda ekonomik kamuoyunun
yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 8,5’e yakın. Merkez Bankası’nın en son
tahmini ise biz bu yazıyı yazarken yüzde 6,5’ti. Ancak dergimiz baskıdayken
açıklanacak olan 2017’nin ilk Enflasyon Raporu’nda bu tahmin değişmiş olabilir.
DIŞ TİCARET 2016’DA DA GERİLEDİ
Gümrük
ve Ticaret Bakanlığı’nın (GTB) verilerine göre, Türkiye 2016 yılında 142,6
milyar dolarlık ihracat ve 198,6 milyar dolarlık da ithalat yaptı. Böylece
ortaya 56 milyar dolarlık dış ticaret açığı çıktı. 2016’da hem ihracat hem
ithalat hem de dış ticaret açığı önceki yıla göre gerileme gösterdi. 2015
yılında ihracat 143,8 milyar dolar, ithalat 207,2 milyar dolar ve dış ticaret
açığı ise 63,4 milyar dolar olmuştu. Buna göre 2016’da ihracatta yüzde 0,9,
ithalatta yüzde 4,2 ve dış ticaret açığında yüzde 11,7 düşüş yaşandı.
Türkiye’nin
dış ticaretinde 2015 yılında da gerileme vardı. 2014’te ise ihracatta bir
miktar artış yaşanırken ithalatta yine gerileme olmuştu. Yani ithalatta üst
üste üç yıldır, ihracatta ise üst üste iki yıldır gerileme yaşanıyor. Fakat
daha geriye doğru gittiğimizde de dış ticaretin 5-6 yıldan beri çok fazla
ileriye doğru hareket edemediğini görüyoruz. 2016 yılındaki ihracat sadece
geçmiş iki yıldaki değil 2012 yılındaki düzeyinin de altında. 2016 yılındaki
ithalat da sadece geçmiş üç yıldaki değil 2011 yılındaki düzeyinin de altında
bulunuyor.
Dış
ticaretin yıllardır böyle yerinde saymasının bir nedenini “fiyat etkisi”
oluşturuyor. Bu, hem ithalat hem de ihracat için geçerli. Dünya emtia
fiyatlarındaki gerileme daha ucuza ithalat yapmamızı sağlayarak nominal
ithalatı düşürüyor. Fakat bu arada ihraç ettiğimiz ürünlerin fiyatları da
geriliyor ve bu da nominal ihracata düşüş yönünde yansıyor.
Dış
ticaretin yıllardır böyle yerinde saymasının bir nedenini de “talep etkisi”
oluşturuyor. Bu etki ihracatta çok daha açık şekilde görünüyor. En önemli
pazarımız olan Avrupa’da ekonomiler bir türlü 2008-2009 resesyonu öncesindeki
canlılıklarına dönemedikleri için, bu bölgeye olan ihracatımız yeterince artmıyor.
Bir başka önemli pazarımız olan Rusya’daki resesyon ve komşu ülkelerle
yaşadığımız sorunlar da ihracatta işimizi zorlaştırıyor. İthalattaki talep
etkisi konusu ise milli gelirin hesaplanma yönteminde yapılan revizyondan sonra
biraz karıştı. Eski seri 2012-2015 döneminde ekonominin yavaş büyüdüğünü gösteriyordu
ve ithalattaki gerilemeyi de buna bağlıyorduk. Yeni seri ise bu dönemde
ekonominin hızlı büyümeye devam ettiğini gösteriyor. Ancak bu büyüme daha çok
inşaat yatırımlarından kaynaklanıyor. İnşaatta da ithal girdi kullanımı çok
düşük. Dolayısıyla söz konusu dönemde ithalatta yaşanan düşüşü inşaata dayalı
olmayan büyümenin düşük kalmasına bağlamak mümkün. 2016’da ise yeni seri de
ekonomide büyümenin iyice yavaşladığını gösterdiği için, bu kadar ayrıntıya
girmeden bunun ithalatı düşürdüğünü söyleyebiliriz.
ŞİRKET KURULUŞLARINDA DÜŞÜŞ VAR
Türkiye
Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) verilerine göre, 2016 yılında ülkemizde 64
bin 480 şirket kuruldu. 2015 yılında kurulan şirket sayısı 67 bin 622 olmuştu.
Buna göre 2016’da kurulan şirket sayısında yüzde 4,6 düşüş yaşandı.
2016
yılında kapanan şirket sayısı ise 12 bin 328 olarak gerçekleşti. 2015 yılında
13 bin 701 şirket kapanmıştı. Buna göre 2016’da kapanan şirket sayısı da yüzde
10 düştü.
Kurulan
şirket sayısından kapanan şirket sayısını düştüğümüzde şirket sayısındaki net
artışı buluyoruz. 2016 yılında şirket sayısında 52 bin 152 net artış gerçekleşti.
Geçen yıl şirket sayısındaki net artışta da yüzde 3,3 düşüş yaşandı. Şirket
sayısındaki net artış 2015 yılında 53 bin 921 olmuştu.
Şirket
kuruluşları geçen yıl biraz dalgalı bir seyir izledi. 2016’nın ilk üç ayındaki
şirket kuruluşları önceki yılki seviyesinin üzerindeydi. Ancak 1 Kasım 2015’te
yapılan “tekrar seçim”den yeniden tek parti iktidarı çıkmasına rağmen siyasette
işler düzelmeyince geleceğe güvenin giderek zayıflaması, şirket kuruluşlarının nisan
ayından itibaren düşüşe geçmesine yol açtı. Bu düşüş askeri darbe girişiminin
yaşandığı temmuz ayında yüzde 34,1’e kadar çıktı. Ekim ve kasım aylarında ise şirket
kuruluşlarındaki düşüş durdu ve az da olsa artış yaşandı. Ancak yılın son
ayında düşüş eğilimi geri döndü. Aralık ayında şirket kuruluşları önceki yılki
düzeyinin yüzde 21,4 altında kaldı. Bu ise iki aylık kısmi toparlanma
sonrasında girişimcilerin geleceğe güveninde yine büyük bir erozyonun başladığı
sinyalini veriyor. Bu olumsuz gelişmenin devam edip etmeyeceğini artık 2017’de
göreceğiz.
Şirket
kuruluşlarında rekor 67 bin 898 ile 1997 yılına ait. 2015 yılındaki şirket
kuruluşları bu rekora çok yaklaşmış ama kıramamıştı. 2016’da şirket
kuruluşlarında gerileme yaşanınca bu rekoru kırmak yine nasip olmadı. Böyle
giderse 2017’de de rekorun kırılması zor görünüyor. Girişimcilerin geleceğe
güvenindeki erozyon önlenemezse, bu yılki şirket kuruluşları geçen yılki
seviyesinin de altında kalabilir.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?