Amerikan Dolarının Türk Lirası karşısındaki değeri geçen ay 3 TL'yi aştı. Bira ara 3,05 TL'nin üzerine kadar çıkan dolar kuru, biz bu yazıyı yazdığımız sırada 3 TL dolayında seyrediyordu. Dolar kurunun bu psikolojik sınıra doğru yaklaştığı sıralarda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ekonomi danışmanı Dr. Cemil Ertem, 3 TL'lik seviyeyi "rekabetçi kur" olarak tanımlamıştı. Ancak bu seviyenin geçilmesi ihracatçılarda pek bir coşkuya neden olmazken, tam tersine iş dünyasından şikayetler gelmeye başladı. Örneğin İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı İbrahim Çağlar, devletin kısa vadeli dış borcu olan işadamlarına, 2,70 TL'den dolar satmasını istedi.
Bu durum döviz kurlarındaki artışın bilançolar üzerinde tahribat yaratmaya başlamasından kaynaklanıyor. İktisat literatüründe döviz kurlarındaki artış genelde dış ticaret üzerindeki etkisiyle ele alınır ama esasında bir de bilançolar üzerindeki etkisi var. Gelişmiş ülkelerde borçlar genelde yerel para cinsinden olduğu için böyle bir etki pek gözlenmiyor. İktisat literatüründeki modeller genelde gelişmiş ülkeler baz alınarak oluşturulduğu için de bu etki çoğunlukla gözden kaçıyor. Fakat özellikle dışa açık gelişmekte olan ülkelerde hem kamunun hem de özel sektörün döviz cinsinden veya dövize endeksli yüklü miktarda borçları olabiliyor. Bu ülkelerde tasarrufların yetersizliği şirketleri dış borçlanmaya itiyor. Ayrıca yüksek enflasyon nedeniyle yerel paraya duyulan güvensizlik de döviz cinsinden veya dövize endeksli sözleşmelerin yapılmasına neden oluyor. İşte döviz kuru yükseldiğinde bu döviz cinsinden yükümlülüklerin yerel para cinsinden karşılıkları artıyor. Döviz kurundaki artış aşırıya kaçtığında bu “bilanço etkisi” iyice güçleniyor. Bu da borçların ödenemez hale gelmesine neden olup iflaslara yol açabiliyor. Yani ekonomide önce bir finansal kriz ardından da reel sektörde çöküş ortaya çıkıyor. TARİHTEN İKİ ÖRNEK
Esasında Türkiye bu anlattıklarımıza çok yabancı değil. Yakın tarihte bu durumun gözlendiği iki örnek yaşadık. 1994 ve 2001 yıllarında döviz kurlarındaki sıçrama bilançoları tahrip ederek krize neden olmuş ve ekonomide derin bir küçülme yaşanmasına yol açmıştı. Konjonktür’ün ikinci sayfasında, 1994 ve 2001 yıllarındaki kur sıçramasının Türkiye’nin dış borç yükünü ne kadar artırdığına ilişkin verilerin yer aldığı bir tablo var. Bu tabloda görüldüğü gibi 1994 yılında dolar kurunda yüzde 165,7’lik bir sıçrama yaşanmıştı. Aynı yıl toplam dış borç ise yüzde 2,6 azalmıştı. Ancak kur sıçraması yüzünden dış borcun TL olarak karşılığı yüzde 158,9 artmıştı. 2001 yılında ise yüzde 114,3’lük bir kur sıçraması yaşandı. Bu kez dış borçta düşüş olmadı. 2001 yılı sonundaki dış borç 2000 yılı sonundaki düzeyinin yüzde 14,1 üzerindeydi. Ancak kur sıçraması yüzünden dış borcun TL karşılığında yaşanan artış çok daha fazla olmuş ve yüzde 144,5’i bulmuştu. AĞIR ÇEKİM TAHRİBAT
Biz bu yazıyı yazarken dolar kuru 3 TL dolayındaydı. Yıl sonuna kadar buralarda sabit kalacağını varsayarsak, bu yıl dolar kurunda yaşanan artış yüzde 29 olacak. Biz bu yazıyı yazarken elimizde olan son verilere göre, 2015’in ilk çeyreği itibariyle, Türkiye’nin dış borcu ise 393 milyar dolara yakındı. Bunun da yıl sonunda yine bu civarlarda olacağını varsayarsak, bu yıl dış borçta az bir miktar gerileme olacak. Fakat dış borcun TL olarak karşılığında yüzde 26 artış yaşanacak. Bu yılki tahribat 1994 ve 2001 krizleriyle kıyaslandığında düşük gibi görünüyor. Ancak döviz kurlarının yönünü yukarıya çevirdiği son üç yıllık dönem itibariyle duruma bakarsak, kriz dönemlerindekine yakın bir tahribat var. Dolar kurunda son üç yılda yaşanan artış yüzde 68’i buluyor. Bu dönemde dış borcun yaklaşık yüzde 16 arttığı görülüyor. Dış borcun TL karşılığında yaşanan artış ise yüzde 95’e yaklaşıyor. Yani bilançolar bu kez 1994 ve 2001 yıllarındaki gibi ani bir şekilde değil ama ağır çekimde tahribata uğruyor. BU SEFER DAHA AĞIR
Ayrıca bu kez dış borcun çok daha fazla yüksek olması da kur artışının bilançolar üzerindeki tahribatını artırıyor. Türkiye’nin dış borcu 1994 krizi öncesinde 70,5 milyar dolar, 2001 krizi öncesinde ise 113,6 milyar dolardı. Oysa günümüzdeki dış borç 1994 krizi öncesindeki düzeyini beş kattan, 2001 krizi öncesindeki düzeyini ise üç kattan fazla aşıyor. 2001 krizinden sonra dolar kurunun uzun yıllar 1,5 TL dolayında seyretmesi, özel sektörü yoğun bir şekilde dış kaynak kullanımına itti. Bu da Türkiye’nin dış borcunu hızla yüksetti. Kurlar yönünü yukarıya dönmeden önce yani 2012 yılı sonunda Türkiye’nin dış borcu 339 milyar dolardı. 2014 sonunda bu miktar 402,4 milyar dolara kadar çıktı. 2015’in ilk çeyrek dönemi itibariyle ise Türkiye’nin 392,8 milyar dolarlık dış borcu bulunuyor. Dış borcun bu kez daha yüksek olması, oransal olarak daha küçük kur artışlarında bile bilançolarda mutlak değer olarak daha büyük tahribat oluşmasına neden oluyor. Örneğin dolar kurunda yılbaşından bu yana yaşanan yüzde 29’luk yükselişin Türkiye’nin dış borç yükünde yol açtığı artış 244 milyar TL’ye yaklaşıyor. Bu tutar ise 2001 yılındaki yüzde 114,3’lük kur sıçramasının dış borç yükünde yol açtığı 110,3 milyar TL’lik artışı ikiye katlıyor. FİİLİ TAHRİBAT HESABI
Elbette buradaki hesap döviz kurlarının sıçrama gösterdiği düzeyde sabit kalacağı varsayımına dayanıyor. Eğer döviz kuru geriye dönüş yaparsa borç yükünde de geriye dönüş olabilir. Ancak bu dönemde geri ödemesi yapılan dış borçlar üzerinden fiili tahribatı da hesaplamak mümkün. Konjonktür’ün ikinci sayfasında bununla ilgili de bir tablo yer alıyor.
Söz konusu tablodaki verilere göre, Türkiye bu yılın ocak-temmuz döneminde 30 milyar dolarlık dış borç geri ödemesi yaptı. Aylık ortalama dolar kurlarını kullanarak yaptığımız hesaba göre, bu ödemeler için kasalardan 77,9 milyar TL çıktı. Oysa dolar kurundaki artış olmasaydı, bu ödemeler için 68,7 milyar TL yeterli olacaktı. Yani kurlardaki artış vadesi gelen dış borçların ödenmesi için kasalardan fazladan 9,2 milyar TL çıkmasına neden oldu. Döviz kurlarında ağustos ve eylül aylarında yaşanan sıçramayla, bu yıl şu ana kadar yaşanan fiili tahribatın ise 13 milyar TL’yi aşmış olabileceğini tahmin ediyoruz. HEPSİ BU KADAR DEĞİL
Döviz kurlarındaki sıçramanın ekonomide yol açt��ğı bilanço etkisi esasında yukarıda hesapladıklarımızdan ibaret değil. Çünkü dış borçlar ekonomik birimlerin döviz yükümlülüklerinin sadece bir bölümünü oluşturuyor. Elimizde yeterli veri olmadığından hesaplayamıyoruz ama yurtiçindeki döviz cinsinden veya dövize endeksli borçları, kira ödemelerini, girdi alımlarını vb. de dikkate alırsak, bilanço etkisinin çok daha büyük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu arada yukarıda yaptığımız hesaplarda Türkiye’nin toplam dış borçlarını ele aldığımızı ama günümüzde dış borcun daha çok özel sektörün sorunuymuş gibi algılandığını belirtmekte fayda var. Esasında kamunun da dış borçları var ve devlet de bilanço etkisine maruz kalıyor. Ancak 2001 krizi sonrasında özel sektörün kamudan daha yoğun bir şekilde dış borçlanmaya gittiği de bir gerçek. Bu nedenle özel sektörün günümüzde maruz kaldığı bilanço etkisi 1994 ve 2001 krizleri sırasında maruz kaldığından daha ağır. Bu konuda ayrıntıya girmeyeceğiz. Fakat merak edenlerin incelemesi için, Konjonktür’ün ikinci sayfasındaki tabloda döviz kurlarındaki sıçramanın özel sektörün dış borcuna etkisine ilişkin verilere de yer verdik. BİLANÇO ETKİSİNİN SONUÇLARI
Bilanço etkisine maruz kalan firmaların ilk işi cari harcamalarını kısmak ve yatırımlarını da ertelemek oluyor. Döviz kurlarının yukarıya doğru hareketlendiği son yıllarda yatırımların yerinde sayması tesadüf değil. Kurlardaki yükseliş durdurulamazsa bilanço etkisinin ekonomide çok daha fazla tahribata yol açması ihtimali de bulunuyor. Merkez Bankası, geçen yılın başlarındaki kur sıçramasına para politikası faizinde şok bir artış yaparak müdahale etmişti. Şu sıralarda TL’nin reel değeri o müdahale zamanındaki düzeyine geri döndüğü halde bu kez ise pek oralı görünmüyor. Ağır siyasi baskıdan kaynaklanıyormuş gibi görünen bu durum gelecek açısından kaygı yaratıyor. ABD’nin merkez bankası olan Federal Reserve’in (FED) faiz artışını geçen ay da ötelemesi, biz bu yazıyı yazdığımız sırada döviz kurlarındaki artışı frenlemişti. Ancak bu faiz artışı eninde sonunda gelecek ve yarattığı belirsizlik döviz piyasalarını olumsuz etkilemeye de devam edecek gibi görünüyor. Öte yandan Türkiye’deki siyasi belirsizlik de hala sürüyor. Bu şartlar altında döviz kurlarında bir geri dönüş yaşanması ve bilanço etkisinin hafiflemesi biraz zor görünüyor. Bu etkinin daha da ağırlaşmaması için 1 Kasım’da tekrarlanacak genel seçim sonrasında çok gecikmeden uzun soluklu ve yapısal reformlara el atabilecek bir hükümetin kurulması gerekiyor. KÜRESEL EKONOMİDE DURUM KÖTÜYE GİDİYOR
2008-2009 resesyonunu atlattıktan sonra bir türlü eski performansını yakalayamayan küresel ekonomide işler yeniden kötüye gitmeye başladı. Hollanda’da kurulu Netherlands Bureau for Economic Policy Analysis (CPB) isimli kuruluşun derlediği veriler, dünya ticaret hacminin bu yılın ikinci çeyreğinde önceki çeyrek döneme kıyasla ve mevsimsel düzeltilmiş olarak yüzde 0,5 küçüldüğünü gösteriyor. CPB’nin verilerine göre dünya ticaret hacmi ilk çeyrekte de yüzde 1,5 küçülmüştü. Böylece dünya ticaret hacmi 2008 2009 resesyonundan bu yana ilk kez iki çeyrek üst üste küçülmüş oldu. Yine CPB’nin derlediği verilere göre dünya sanayi üretiminde ise çok ciddi bir yavaşlama var. Bu verilere göre dünya sanayi üretimi ikinci çeyrekte mevsimsel düzeltilmiş olarak önceki çeyrek döneme kıyasla sadece yüzde 0,1 artış gösterdi. Dünya sanayi üretiminde ilk çeyrekteki artış da çok düşük ve yüzde 0,3 olarak gerçekleşmişti. Küresel ticarette 2008’in ikinci çeyreğinde başlayan düşüş eylül ayında Lehman Brothers’ın batmasının yol açtığı büyük panik yüzünden iyice derinleşmiş ve sonuçta beş çeyrek dönem boyunca sürmüştü. Küresel ticaretteki bu gerileme dünya ekonomisini de resesyona sokmuştu. Küresel ticaretteki ve sanayi üretimindeki son gelişmeler yeni bir resesyonun işareti gibi görünüyor. Küresel ekonomi son 5 yılda birkaç kez daha resesyonun eşiğine gelmiş ama bundan sıyrılmıştı. 2011’in ve 2012’nin ortalarında da küresel ticaret durma noktasına gelmiş ama sonradan toparlanmıştı. Ancak bu kez durum daha ciddiye benziyor. Dünya ekonomisinin lokomotifi olan ABD’de durum fena değil ama bir başka dev olan Çin giderek yavaşlıyor. Avrupa’da bir türlü canlanma olmaması da küresel ekonomiyi olumsuz etkiliyor. Küresel ekonomideki bu gelişmeler Türkiye ekonomisine olumsuz yansıyor. Küresel ticaretteki düşüş yüzünden Türkiye’nin de ihracatı sürekli geriliyor ve dış talepten büyümeye katkı gelmiyor. Finansal piyasalarda sinirlerin gergin olması yüzünden gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışı yaşanması Türkiye’de de kurları yükseltiyor. Küresel ekonomideki gelişmelerin tek faydası petrol ve emtia fiyatlarında düşüş yaşanması ama bu ortamda ondan da yeterince faydalanamıyoruz. Bunların üstüne bir de kendi yarattığımız siyasi belirsizliğin eklenmesi, işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. ENFLASYON SON DÖRT AYLDA YOKUŞ YUKARI ÇIKACAK
Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) enflasyonu ağustos ayında yüzde 0,4 oldu. Bu oran geçen yılın aynı ayındaki yüzde 0,09’luk enflasyonu epey aştığı için yıllık enflasyon yükseldi. Temmuz ayında yüzde 6,81’e olan yıllık enflasyon ağustos ayında yüzde 7,14’e çıktı. Ağustos ayında beklenen enflasyon yüzde 0,15 dolayındaydı. Dolayısıyla yıllık enflasyonda çok da fazla yükseliş beklenmiyordu. Enflasyonun beklentileri aşmasının bir nedeni, gıda fiyatlarındaki artışın üç ay aradan sonra yeniden “mevsim normalleri”ni (son 10 yılın ortalaması) epey aşması oldu. Ağustos aylarında gıda fiyatları genelde yüzde 0,5 artarken bu yılki artış yüzde 1,31 olarak gerçekleşti. Bu yıl tarımda işler iyi gittiği halde gıda fiyatlarındaki artışın yeniden hızlanması, döviz kurlarındaki artışın gıda fiyatlarına yansımaya başlamış olabileceğini düşündürüyor. Ağustos ayında haberleşme, eğlence ve kültür, eğitim, çeşitli mal ve hizmet gibi harcama gruplarındaki hızlanan fiyat artışları da döviz kurlarındaki yükselişle alakalı gibi görünüyor. Ağustos ayında enflasyonun daha fazla yükselmesini ise petrol fiyatlarının düşük seyretmesi sayesinde ulaştırma grubunda fiyatların düşmesi engellemiş bulunuyor. Enflasyon yılın ilk aylarında beklenenin üzerinde seyretmiş ama haziran ve temmuz aylarında ciddi ölçüde gerilemişti. Ağustos ayında yeniden başlayan yükseliş ise önümüzdeki aylarda da devam edeceğe benziyor. Merkez Bankası yıl sonunda enflasyonun yüzde 6,9 dolayında olacağını tahmin ediyor ama bizim yaptığımız hesaplar yıl sonu için yüzde 9-10 arasında bir enflasyona işaret ediyor. Ayrıntılarını yandaki tabloda görebileceğiniz bu hesapları “mevsim normalleri”ne yani son 10 yılın ortalama aylık enflasyon oranlarına dayanarak yaptık. Geçen yılın son dört ayında aylık enflasyon oranları mevsim normallerinin altında gerçekleşmişti. Özellikle eylül, kasım ve aralık aylarındaki enflasyon oranları mevsim normallerinin çok altındaydı. Bu durum bu yıl aynı aylarda çok güçlü bir olumsuz “baz etkisi”nin ortaya çıkmasına neden olacak. Bu yıl aynı aylarda enflasyon oranlarının mevsim normallerine yakın çıkması bile yıllık enflasyonda hızlı bir yükseliş yaşanmasına yol açacak. Buna göre yıllık enflasyonun eylül sonunda yüzde 8’e ve kasım sonunda yüzde 9’a yaklaşması, yıl sonunda ise yüzde 9,5 dolayına çıkması mümkün görünüyor. Bu olumsuz senaryonun hayata geçmemesi için son dört ayda enflasyon oranlarının mevsim normallerinin çok altında gerçekleşmesi gerekiyor. Esasında bunu sağlayabilecek faktörler de var. Petrol fiyatlarındaki düşük seyir ve iç talepte beklenen yavaşlama, son dört ayda enflasyonu sınırlayabilir. Ancak döviz kurlarının yeniden yükselişe geçmesi enflasyona gaz vereceğe benziyor. Dolayısıyla son dört ayda enflasyonun yokuş yukarı çıkması ihtimali daha yüksek gibi görünüyor. Merkez Bankası, temmuz ayında yayınladığı son Enflasyon Raporu’nda yıl sonu tahminine sadece 0,1 puanlık zam yapmış ve yüzde 6,8’den yüzde 6,9’a çıkarmıştı. Bu ayın sonunda 2015’in dördüncü Enflasyon Raporu yayınlanacak. Muhtemelen bu raporda yıl sonu enflasyon tahminine yüklü bir zam yapılacak. EKONOMİDE BÜYÜME BİR TÜRLÜ HIZLANMIYOR
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2015’in ikinci çeyrek dönemine ilişkin milli gelir verilerini geçen ay açıkladı. Bu verilere göre ekonomideki durumu şöyle özetlemek mümkün:
* Reel gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) ikinci çeyrekte geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3,8 büyüdü. İlk çeyrekteki büyüme yüzde 2,5’te kaldığı ve ikinci çeyrek döneme ilişkin beklentiler de genelde yüzde 3,3 dolayında bir büyümeye işaret ettiği için, bu gerçekleşme sanki çok olumluymuş gibi algılandı. Oysa ikinci çeyrekteki büyüme ilk çeyrekteki düzeyinin üzerinde olsa da hala yüzde 2-4 arasındaki yavaş büyüme bandının içinde kalıyor. Bu büyüme Türkiye’nin yüzde 5 dolayı olarak tahmin edilen potansiyelinin altında kalırken, işsizliği düşürmek için gerekli düzeye de ulaşamıyor. Nitekim ikinci çeyrekte işsizlik oranı geçen yılki düzeyini 0,6 puan aştı. Yani ikinci çeyrekteki büyüme olumlu bir duruma işaret etmiyor.
* İkinci çeyrekteki büyümenin kaynaklarına bakıldığında, tamamen iç talep kaynaklı olduğu görülüyor. Dış talepten büyümeye bu dönemde de katkı gelmedi. Tam tersine, ikinci çeyrekte mal ve hizmet ihracatındaki yüzde 2,1’lik düşüş büyümeden 0,6 puan, mal ve hizmet ithalatındaki yüzde 1,6’lık artış ise 0,5 puan götürdü.
* İkinci çeyrekte stok değişimleri de büyümeden 1,9 puan çaldı.
* İkinci çeyrekte ekonomiyi ayakta tutan özel tüketim ve yatırım oldu. Özel tüketimdeki yüzde 5,6’lık artış büyümeye 3,6 puan katkı yaptı. Özel yatırımlardaki yüzde 11,4’lük artıştan da 2,3 puanlık katkı geldi. Özel yatırımlardaki bu artış sürpriz oldu. Bu artış uzun zamandır ertelenen yenileme yatırımlarının kurlar ve faizler daha fazla yükselmeden yapılmasından kaynaklanmışa benziyor. Bu nedenle devamının gelmesi de kuşkulu görünüyor.
* İkinci çeyrekte kamu tüketimindeki yüzde 7,2’lik artıştan da büyümeye 0,8 puanlık katkı geldi. Kamu yatırımlarındaki yüzde 1’lik artışın katkısı ise sıfıra yakın gerçekleşti.
* TÜİK, milli gelir verilerini mevsim ve takvim etkilerinden arındırarak da veriyor. Ancak bu arındırma işleminin ne kadar doğru yapıldığından kuşku duyduğumuz için biz ham veriler üzerinden değerlendirme yapmayı tercih ediyoruz. Yine de bu arındırılmış verilere de kısaca değinelim. TÜİK’in hesaplarına göre ikinci çeyrekte takvim etkisinden arındırılmış reel GSYİH’deki yıllık büyüme de yüzde 3,8 oldu. Bu, ikinci çeyrekteki büyümede takvim etkisinin yani işgünü sayısındaki değişikliklerinin bir rolü olmadığını gösteriyor. TÜİK’in hesaplarına göre ikinci çeyrekte mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış reel GSYİH ise ilk çeyrek döneme göre yüzde 1,3 büyüdü. Bu, iyi sayılabilecek bir büyüme performansına işaret ediyor. Mevsimsel düzeltilmiş verilere göre ekonomi geçen yılın ortalarında bir resesyonun kıyısına kadar gelmişti. Son üç çeyrekte ise bu kıyıdan uzaklaşmış görünüyor. TÜİK’in milli gelir verileri bize ikinci çeyrekteki durumu gösteriyor ama siz bu yazıyı okuduğunuz sırada üçüncü çeyrek dönemi de bitirip dördüncü çeyrek döneme geçmiş olacağız. Maalesef üçüncü çeyreğe ilişkin öncü göstergeler ekonomideki büyümenin yönünü yeniden aşağı döndüğü sinyalini veriyor. İhracat verileri dış talepteki zayıflığın hala sürdüğünü gösteriyor. 7 Haziran’daki genel seçim sonrasında artan siyasi belirsizliğin iyice düşürdüğü tüketici güveni, iç talepte de yeniden zayıflamaya işaret ediyor. Temmuz ayında sanayi üretiminin yıllık bazda sadece yüzde 1,5 artış göstermesi ve ağustos ayında kapasite kullanım oranının geçen yılki düzeyini sadece 0,1 puan aşabilmesi, üretim cephesinde de işlerin iyi olmadığı izlenimini veriyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?