İç Talebe Dayalı Büyüme

“İhracata dayalı büyüme”, 1980’li yıllardan beri Türkiye’de sihirli bir cümle gibi. Uzakdoğu ülkeleri ihracata dayalı olarak büyürken bizim ithal ikamesine dayalı büyüme politikamızın 1970’lerde tı...

1.02.2009 02:00:000
Paylaş Tweet Paylaş

“İhracata dayalı büyüme”, 1980’li yıllardan beri Türkiye’de sihirli bir cümle gibi. Uzakdoğu ülkeleri ihracata dayalı olarak büyürken bizim ithal ikamesine dayalı büyüme politikamızın 1970’lerde tıkanması, 24 Ocak 1980 Kararları ile birlikte ekonominin ray değiştirmesine neden olmuştu. Bu tarihten sonra ekonomimiz giderek dışa açılmış ve şirketlerimiz daha büyük pazarlara hitap etmenin avantajlarından yararlanmaya başlamıştı.

hedAradan geçen 30 yıla yakın sürede ihracata dayalı büyümeyi ne ölçüde gerçekleştirdiğimiz tartışılır. Ancak özellikle iç talebin tıkandığı dönemlerde ihracatın bir can simidi işlevi gördüğüne kuşku yok. Böyle dönemlerde şirketlerimiz ihracata daha fazla yükleniyor ve iç talepteki tıkanmanın üretimde yarattığı çöküşü bir ölçüde de olsa telafi edebiliyor.

Bundan önce yaşadığımız son resesyon olan 2001-02 resesyonunda da aynen böyle olmuştu. Şirketlerin dış pazarlara daha fazla yüklenmesi, önceki üç yılda neredeyse yerinde sayan ihracata 2001 krizinden sonra ivme kazandırmıştı. Bu da resesyonun yarattığı tahribatın daha dramatik boyutlara ulaşmasını engellemişti.

Bu Kez Durum Farklı
Türkiye ekonomisinde yine bir resesyon döneminin başladığı konusunda artık tam bir görüş birliği var. Fakat bu kez durum 2001 yılındakinden oldukça farklı. Bu kez sadece bizde değil, neredeyse küresel düzeyde bir resesyon söz konusu. En önemli ihracat pazarlarımızı oluşturan gelişmiş ülkeler çoktan resesyona girmiş durumda. Bu resesyon giderek gelişmekte olan ülkelere de yayılıyor. Bu nedenle ne mevcut pazarlara yüklenerek ne de yeni pazarlara yönelerek, durumu kurtarma imkanı görünmüyor. Yani bu kez “ihracata dayalı büyüme” kapısı, kapalı durumda bulunuyor.

hedBu nedenle bu kez kurtuluş iç talebin canlandırılmasında aranıyor. İş dünyası bu yüzden hükümetten bir önlem paketi talep edip duruyor. Merkez Bankası’nın son üç aydaki agresif faiz indirimlerinin altında da iç talebi canlandırma çabası yatıyor. Özel sektör kendisi de indirim kampanyalarıyla tüketiciyi yeniden piyasaya çekmeye çalışıyor.

Bu çabaların başarıya ulaşması, resesyonun mümkün olan en kısa sürede ve mümkün olan en az hasarla atlatılması açısından büyük önem taşıyor. Fakat bu yolda aşılması gereken önemli engeller bulunuyor.

Önce Güven Lazım
Bu engellerin en önemlisini ekonomideki güven sorununun hala aşılamamış olması oluşturuyor. İç talepteki çöküş, 2006 yılındaki meşhur finansal dalgalanmadan beri zaten tedirgin olan tüketici ve yatırımcının geleceğe olan güveninin, küresel finansal krizle birlikte iyice sıfırlanmasından kaynaklandı. Bu güven kaybı telafi edilmeden, tüketiciyi yeniden harcama yapmaya, yatırımcıyı da askıya aldığı projeleri yeniden devreye sokmaya ikna etmek mümkün gibi görünmüyor.

Ekonomideki güven kaybının hala sürdüğünü, buna ilişkin olarak yayınlanan endekslerden anlıyoruz. Merkez Bankası tarafından yayınlanan Reel Kesim Güven Endeksi’nde (RKGE), geçen yılın nisan ayından beri süren bir düşüş var. 100’ün üstündeki değerlerin iyimser duruma, 100’ün altındaki değerlerin ise kötümser duruma işaret ettiği bu endeksin değeri aralık ayında 52,3’e kadar inmiş durumda. Merkez Bankası’nın Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ile beraber hazırladığı Tüketici Güven Endeksi’nin (TGE) değeri de halen iyimserlik- kötümserlik sınırı olan 100’ün çok altında ve 69,9 seviyesinde bulunuyor.

hedİç talepte bir canlanma yaratılabilmesi için öncelikle ekonomideki bu güven kaybının telafi edilmesi gerekiyor. Fakat hükümet aylardır bu konuda ciddi bir adım atmış değil. Sanırız mart ayında yapılacak yerel seçimlere kadar top çevirme gayreti nedeniyle, ekonomiye güveni artırabilecek yeni bir ekonomi programının açıklanması geciktiriliyor. IMF ile yapılması düşünülen yeni anlaşma konusu da bu nedenle yılan hikayesine dönmüş bulunuyor.

Para Politikası
Merkez Bankası, ekonomiden resesyona girildiğine dair sinyallerin alınmasından bu yana para politikasını hızla gevşetiyor. Para politikası faizi yani Merkez Bankası’nın bankalararası para piyasasında uyguladığı borçlanma faiz oranı, son üç ayda tam 375 baz puan aşağıya çekilmiş durumda. İkinci el piyasada işlem gören gösterge tahvilin faizi ile Hazine’nin iç borçlanma ihalelerinde ortaya çıkan faizlere bakıldığında, Merkez Bankası’nın bu faiz indirimleri piyasaya da yansımış gibi görünüyor.

Fakat esasında bu durum yanıltıcı. Kamu kağıtlarının faizlerindeki düşüşte, bankaların tüketiciyi ve yatırımcıyı fonlamak yerine “güvenli liman” olarak gördükleri bu kağıtlara yönelmelerinin de etkisi var. Tüketici ve işletme kredilerinin faizlerinde ise ciddi bir düşüş söz konusu değil. Böylece Merkez Bankası’nın gevşek para politikası şimdilik sadece Hazine’ye daha düşük faizle borçlanma imkanını vermiş oluyor. Para politikasındaki gevşemenin iç talebin canlandırılması konusunda ise henüz bir etkisi görünmüyor.

Buradan yine ilk soruna geliyoruz. Para politikasındaki gevşemenin iç talep üzerinde bir etkisinin olması için de öncelikle güven sorununun aşılması gerekiyor. Bu sorun aşılmadan bankaların asli işlevleri olan özel sektörü fonlamaya dönmesi biraz zor görünüyor.

Bütçenin Esneklik Sorunu
Ekonomik kamuoyu, iç talebin canlandırılması için, para politikası yanında maliye politikasının da gevşetilmesini istiyor. Gelişmiş ülkelerde açıklanan destekleme paketleri herkese bu yönde ilham veriyor. Hükümetten beklenen yeni ekonomi programının özel sektöre teşvikler içeren bir paket olması isteniyor.

Fakat hükümetin bütçesi buna imkan verecek bir esnekliğe sahip gibi görünmüyor. 2008 yılı bütçesinin gelir kalemleri yüzde 4 gibi çok iyimser bir büyüme tahminine göre oluşturuldu. Büyümenin bu düzeye ulaşması imkansız göründüğünden, 10,3 milyar TL olarak hedeflenen bütçe açığının çok daha yüksek çıkacağına şimdiden kesin gözüyle bakılıyor. Hal böyleyken harcama kalemlerini daha da şişirip bütçe açığını iyice patlatmak biraz zor. Tam tersine, IMF ile yürütülen görüşmelerde, harcamaların gelirlerdeki olası sapmayı telafi edecek bir düzeye çekilmesine çalışıldığı yönünde haberler geliyor. Bu da maliye politikasında gevşeme beklentisinin boş olduğunu düşündürüyor.

hedEsasında Türkiye’de son yıllarda gerçekleşen bütçe açığı milli gelire oran olarak birçok gelişmiş ülkenin gerisinde. Mesela 2008 yılındaki bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 2’nin altında kaldı gibi görünüyor. Bu durum maliye politikasını gevşetme konusunda elimizde imkan olduğu şeklinde yorumlanabilir. Fakat Türkiye bütçe açığı konusunda sicilini daha yeni yeni düzelttiğinden, böyle bir adım oldukça riskli olabilir. Türkiye’de faizlerin hala yüksek olması, bütçe açığındaki artışın kamunun borç stokuna gelişmiş ülkelere göre daha fazla yansımasına yol açabilir. Bütçe açığında ve kamu borç stokunda yaşanacak bir artış da ülkemizin yeniden bir sermaye kaçışına sahne olmasına neden olabilir.

Gelir Düşüşü
İç talebin canlandırılmasını zorlaştıran bir başka faktör de şirketlerin tasarruf amacıyla aldıkları önlemlerden kaynaklanıyor. Birçok şirket son birkaç ayda çalışanlarının bir kısmının işine son verdi, kalanların ücretlerine de yılbaşında “sıfır zam” uygulaması yaptı. Bu durum tüketicinin gelirinde ciddi bir düşüş yarattı. Geliri azalan tüketici de iyice kabuğuna çekildi. Bir şirketin tasarruf amacıyla aldığı önlemlerin bu şekilde diğer şirketlere talep düşüşü olarak yansıması, resesyon dönemlerinin karakteristik özelliklerinden birini oluşturuyor.

İşte iç talebin canlandırılması ve ekonomide iç talebe dayalı bir büyüme döneminin başlatılması, bütün bu sorunların aşılmasını gerektiriyor. Bu sorunların aşılması zor ama imkansız da değil. Herşey öncelikle hükümetin güven sorununa el atmasına bakıyor. Güven sorunu bir kez halledildikten sonra tüketici ve yatırımcı yeniden piyasaya dönüş yapabilir. Böylece küresel ekonomideki resesyon devam etse bile Türkiye ekonomisinde çarklar yavaş yavaş dönmeye başlayabilir.   

Bu Kez Dış Talepten de Fayda Yok
2001 yılında yaşadığımız son resesyonda iç talep çökerken dış talepte durumun iyi olması can simidi görevi görmüştü. Bu kez ise hem iç talepte hem de dış talepte çöküş var. 2008 yılının son çeyrek dönemine ilişkin öncü göstergeler bunu açıkça ifade ediyor.

hedBüyüme açısından esas olarak reel veriler önem taşıdığından, biz dış ticaret verilerini fiyat hareketlerinden arındırarak izliyoruz. Nominal ihracat verilerindeki artışın yüzde 30’un altına inmediği 2008’in önceki aylarında reel ihracattaki artışın çok daha düşük olduğuna dikkat çekmiştik. Yılın son çeyreğinde ise ihracatın hem reel hem de nominal olarak gerilediğini görüyoruz. Henüz aralık ayı verileri belli değil ama ekim ve kasım aylarına ilişkin veriler bu konuda şüphe bırakmıyor. Reel ihracat önceki yıla göre ekim ayında yüzde 5,2 ve kasım ayında yüzde 10,7 gerilemiş durumda. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) öncü gösterge niteliğindeki verilerine bakarsak, ihracattaki düşüşün aralık ayında biraz daha hızlanarak sürdüğünü de söyleyebiliriz.

İhracattaki düşüşün en önemli nedeni, en büyük ihracat pazarımız olan Avrupa Birliği’nin (AB) resesyonda olması. Yani ihracatımız esas olarak dış talebin zayıf olması nedeniyle düşüyor. Yalnız bunun yanında küresel finansal krizin getirdiği finansman problemleri de ihracatçının işini zorlaştırmış gibi görünüyor.

hedBu arada 2008’in son çeyreğinde iç talepteki çöküşün de iyice belirginleştiğini söyleyelim. Bu çöküş iç talebin iki parçası (tüketim ve yatırım) için de geçerli. CNBC-e Tüketim Endeksi ile otomobil satışları gibi öncü göstergeler, son çeyrekte tüketicinin piyasaları iyice terkettiğini düşündürüyor. Reel sermaye malı ithalatı ve ticari araç satışları gibi öncü göstergelere bakılırsa, son çeyrekte yatırımcı da iyice kabuğuna çekilmiş durumda.

Merkez, Faiz İndiriminde Agresif Davranıyor
Ekonomiden resesyon sinyallerinin gelmeye başlaması üzerine üç ay önce yeni bir faiz indirim süreci başlatan Merkez Bankası, bu indirimlerde oldukça agresif davranıyor. Bu dönemdeki üç Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısından da piyasaların beklediğinin çok üzerinde faiz indirim kararları çıktı. Kasım ayında yapılan toplantıdan 25 baz puanlık indirim beklenirken, gerçekleşen indirim 50 baz puan olmuştu. Aralık ayında 50 baz puanlık indirim beklenirken, gerçekleşme 125 baz puan oldu. 75 baz puanlık indirimin beklendiği son toplantıdan ise tam 200 baz puanlık bir indirim çıktı. Böylece üç aylık dönemde politika faizinde yapılan toplam indirim 375 baz puanı buldu.

hedYapılan son indirimle, Merkez Bankası’nın bankalararası para piyasasında uyguladığı borçlanma faiz oranı, 2006 yılındaki finansal dalğalanma öncesindeki düzeyinin de altına indi. O dönemde borçlanma faiz oranı yüzde 13,25 seviyesine kadar inmişti. Son indirimle ise politika faizi yüzde 13’e kadar geri çekildi.

Politika faizine reel olarak bakıldığında, 2006 yılındaki finansal dalgalanma öncesindeki seviyeye göre çok daha fazla geriye çekildiği de görülüyor. Merkez Bankası’nın ayda iki kez düzenlediği Beklenti Anketi’nden çıkan 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentisi dikkate alınırsa, 2006 yılındaki dalgalanma öncesinde reel faiz yüzde 7-8 dolayına kadar inmiş idi. Benzer hesap şu anda ise beklenen reel faizin yüzde 6’nın altına inmiş olduğunu gösteriyor.

Merkez Bankası, bu agresif faiz indirimlerini iç talebi yeniden canlandırma umuduyla yapıyor. Fakat para politikasının bu şekilde gevşetilmesine enflasyonda yaşanan düşüş de destek veriyor. Özellikle petrol ve emtia fiyatlarındaki düşüş sayesinde, enflasyon 2008’in son iki ayında 2 puana yakın düşüş gösterdi. Bu düşüşün 2009 yılında da devam edeceği tahmin ediliyor. Bu nedenle Merkez Bankası da gönül rahatlığıyla faizleri indiriyor. Fakat enflasyonda işlerin beklendiği gibi gitmemesi halinde bu indirimler Merkez Bankası’nın başını ağrıtabilir.

Sanayi Üretiminde Çöküş Var
2008’in son çeyreğinde hem iç talebin hem de dış talebin çökmesi, ekonominin üretim cephesine de çok olumsuz yansımış durumda. Ekonominin üretim cephesine ilişkin en güncel bilgileri aldığımız sanayiden gelen son haberler çok kötü.

Sanayi üretiminde ağustos ayında başlayan düşüş kasım ayında çift haneye kadar ulaştı. Kasım ayında sanayi üretimi önceki yılın aynı ayındaki düzeyinin yüzde 13,9 altında kaldı. Sanayi üretiminde bu derinlikte bir düşüş en son tam yedi yıl önce ve 2001-02 resesyonu sırasında gözlenmişti. Söz konusu resesyon döneminin sonuna doğru gittiğimiz sırada, Kasım 2001’de sanayi üretiminde yüzde 14,1 düşüş yaşanmıştı.

Sanayi üretiminde aralık ayı verileri 9 Şubat’ta yayınlanacak. 2008’in bu son ayına ilişkin imalat sanayi kapasite kullanım oranı verileri, sanayi üretimindeki düşüşün daha da derinleşmiş olabileceğini gösteriyor. Aralık ayında kapasite kullanım oranı yüzde 64,7 olarak gerçekleşti. Bu oran önceki yılın aynı ayına göre 16,4 puanlık düşüşe denk geliyor. Kapasite kullanım oranındaki düşüşün aralık ayında iyice hızlandığı da gözleniyor. Bu da aynı ayda sanayi üretimindeki düşüşün yüzde 15’in üzerine çıkmış olabileceğini düşündürüyor.

Bu arada aralık ayındaki kapasite kullanım oranının, Şubat 1991’den beri var olan serinin tarihindeki en düşük oran olduğunu da belirtelim. Bu serinin tarihinde bundan önce görülen en düşük oran, 1994-95 resesyonu sırasında, Haziran 1994’te görülen yüzde 65,4 seviyesiydi.

Bu verilere dayanarak yaptığımız hesaplar, 2008’in son çeyreğinde sanayi üretiminde yüzde 12-13 civarında bir düşüş yaşanmış olabileceğini gösteriyor. Bu da bizi söz konusu dönemde ekonominin genelinde göreceğimiz büyüme (daha doğrusu küçülme) açısından oldukça endişelendiriyor. Çünkü, daha önce bu sayfalarda birçok kez anlattığımız gibi, Türkiye’de sanayi üretimindeki değişim oranı ile Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki (GSYİH) büyüme oranı arasında oldukça yakın bir ilişki var. Mesela 1999: I-2006: III dönemine ilişkin üçer aylık verilerle hesap yaptığımızda, iki değişken arasında yüzde 92’lik bir korelasyon oranı karşımıza çıkıyor. Sanayi üretimindeki düşüş gerçekten yüzde 12-13 civarında çıkarsa, 2008’in son çeyreğinde ekonominin genelinde de yüzde 5’in üzerinde bir küçülme ile karşılaşmamız söz konusu olabilir.

Enflasyon Tek Haneyi Teğet Geçti
Enflasyonda 2008 yılını yüzde 10,1 düzeyinde kapattık. Böylece enflasyon dört yıl aradan sonra bir yılı yeniden çift hanede kapatmış oldu. Enflasyon ilk kez 2004 yılında tek haneye düşmüştü. 2006 ve 2007 yıllarında ise yıl içinde çift haneye yükselmiş ama yıl sonunda yeniden tek haneye inmişti. Son iki ayda yaşanan 1,9 puanlık düşüş sayesinde tek hanenin kıyısına gelmemize rağmen, bu kez aynı şansı yakalayamadık.

hed2008’de enflasyon tek haneyi teğet geçerken, hedefi ise iki kattan fazla aştı. 2008’in enflasyon hedefi yüzde 4 düzeyindeydi. Gerçekleşme bu düzeyin 2,5 katını buldu. Böylece para politikasında açık enflasyon hedeflemesi sistemine geçilmesinden bu yana geçen üçüncü yılda da Merkez Bankası karavana atmış oldu. Enflasyon hedeflemesi sisteminin örtük olarak uygulandığında 2002-2005 döneminde ise gerçekleşmeler hep hedeflerin altında olmuştu.

Enflasyon hedeflemesi sisteminin temeli beklentileri yönetmeye dayanıyor. Ekonomik kamuoyundaki enflasyon beklentileri hedeflere ne kadar yaklaştırılabilirse, hedefe ulaşmanın da o kadar kolay olacağı düşünülüyor. Bu düşünce ekonomik birimlerin fiyatlama davranışlarını enflasyona ilişkin beklentilerinin yönlendirdiği varsayımına dayanıyor.

Enflasyon hedeflemesi sistemi ilk başladığında, uzun yılların biriktirdiği güvensizlik nedeniyle, beklentiler hedefin oldukça uzağındaydı. Sonraki yıllarda ise gerçekleşmelerin hedeflerin altında çıkması beklentilerin kırılmasını sağlamıştı. Böylece “güven açığı” olarak ifade edilen enflasyon hedefi ile beklentiler arasındaki fark giderek azalmıştı. Fakat enflasyonun hedeften büyük sapma göstermeye başladığı 2006 yılından sonra güven açığının yeniden büyüdüğüne şahit olmuştuk.

2009 yılı bu açıdan oldukça farklı bir şekilde başladı. Geçen yıl enflasyon yine hedefin çok üzerinde gerçekleşmesine rağmen, bu yıl güven açığının 2005 yılındaki seviyesinin bile altına indiği dikkati çekiyor.

Bunun bir nedeni, geçen yıl enflasyon hedefinin revize edilmiş olması. Yüzde 4’lük hedef gerçekçi olmaktan iyice çıkınca, geçen yaz enflasyon hedeflerinde revizyona gidilmişti. Bu çerçevede 2009 yılı hedefi yüzde 7,5’e çıkarılmıştı. Eğer eski hedef muhafaza edilmiş olsaydı, güven açığı bu yıl da yüksek kalmayı sürdürecekti.

Güven açığının azalmasına etki eden ikinci faktörü ise küresel resesyon oluşturuyor. Küresel resesyon nedeniyle petrol ve emtia fiyatlarında yaşanan çözülme, şu sıralarda birçok ülkede enflasyonu geriletiyor. Türkiye’de son aylarda enflasyonda yaşanan gerilemede de petrol ve emtia fiyatlarındaki düşüşün önemli etkisi var. Bu etkinin önümüzdeki aylarda da süreceğinin tahmin edilmesi, enflasyon beklentilerini giderek düşürüyor.

Bu gelişmeler enflasyonda bu yıl hedefe ulaşmanın mümkün olabileceğini gösteriyor.

Bütçede İşimiz Bu Yıl Daha Zor
Yılın son ayında verilen büyük açığa rağmen, hükümet 2008’de bütçe açığını hedefin altında tutmayı başardı. 2008 yılının bütçe açığı hedefi 18 milyar TL iken, gerçekleşme 17,1 milyar TL oldu.

2008’de bütçe harcamaları ödeneklerin içine sığmadı. Bu özellikle faiz dışı harcamalar için geçerli. Faiz ödemeleri hedeflenen düzeyin altında kalmasına rağmen, faiz dışı harcamaların hedefi çok aşması nedeniyle, toplam harcamalar da hedefin üzerine çıktı.

Harcamaların hedefi aşmasına rağmen bütçe açığının hedefin altında kalmasını ise gelirlerdeki artış sağladı. Esasında vergi gelirleri de hedeflenen düzeyin altında kaldı. Fakat özellikle özelleştirme gelirleri sayesinde, vergi dışı gelirler hedefi aştı. Böylece toplam gelir harcamalardaki artışı telafi edecek düzeye ulaştı.

2008’de bütçeyi en çok ekonomideki durgunluk zorladı. Ekonomideki durgunluk nedeniyle vergi tahsilatında hedefe ulaşılamadı.

Bu açıdan 2009 yılı çok daha zorlu geçmeye aday. Geçen yılın son çeyreğinde başlayan resesyonun en azından bu yılın ilk yarısında da sürmesi bekleniyor. Bu durum yüzde 4’lük büyüme hedefine göre belirlenen vergi tahsilatı artışına ulaşılmasını engelleyecek gibi görünüyor.

İç Borç 275 Milyar TL’ye Çıktı
Hükümetin iç borç stoku 2008 yılı sonunda 274,8 milyar TL olarak gerçekleşti. Bu tutar 2007’ye göre yüzde 7,6’lık artışa tekabül ediyor. 2007 yılı sonunda iç borç stoku 255,3 milyar TL düzeyindeydi.

Geçen yıl hükümetin dış borcunda ise yüzde 2,5’lik artış yaşandığı görülüyor. 2007 yılı sonunda 67,1 milyar dolar olan dış borç, 2008 yılında 69,6 milyar dolara çıkmış durumda.

Hükümetin borç cetveline bakmanın en iyi yolu, iç ve dış borcu böyle ayrı ayrı ele almak gibi görünüyor. Çünkü iç ve dış borcu toplam olarak ifade etmeye kalktığımızda işin içine kur etkisi giriyor. Kur etkisi ise borç stokunun döviz ya da TL olarak ifade edilmesine göre farklı bir tablonun ortaya çıkmasına neden oluyor.

Mesela dış borcu TL’ye çevirerek toplam borcu da TL cinsinden ifade ettiğimizde, 2008 yılında borç stokunda yüzde 14’lük artış varmış gibi görüyoruz. İç borcu dolara çevirerek toplam borcu dolar olarak ifade ettiğimizde ise bu kez karşımıza yüzde 12,2’lik düşüş çıkıyor. Tabii bu oranların her ikisi de kur etkisi nedeniyle gerçeği yansıtmıyor.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz