Ekonominin dipten dönüş yaptığının iyice belirginleşmesinden sonra tüm dünyada iktisatçılar, resesyondan sonra yola nasıl devam edileceği konusunu tartışmaya başladı. İzlediğimiz kadarıyla bu tartışma küresel bağlamda daha çok finans piyasalarında yapılması gereken düzenlemeler üzerinde dönüyor. Türkiye’deki tartışmanın ise daha önceleri de kafamızı epeyce ağrıtan, cari açık tartışmasının yeni bir versiyonu olarak şekillendiği dikkati çekiyor. Kendilerini cari açık konusundaki aşırı endişeli tutumlarıyla tanıdığımız bazı iktisatçılar, Türkiye’nin resesyon sonrası için iki büyüme modelinden birini seçmek zorunda olduğunu iddia ediyor. Bu modellerden birincisini dış tasarruflara dayanan büyüme modeli, ikincisini ise iç tasarruflara dayalı büyüme modeli oluşturuyor. Tabii bu iktisatçıların, cari açığa yol açan dış tasarruflara dayalı büyüme modeli yerine iç tasarruflara dayalı büyüme modelinin tercih edilmesini önerdiklerini söylemeye gerek bile yok.
Ortada gerçekten böyle tercih edilmesi mümkün iki model olsa, hiç kuşkunuz olmasın biz de ikincisini tercih ederdik. Fakat bizce büyüme sürecinde dış tasarrufları kullanmaya çalışmak, en azından kısa vadede, Türkiye için bir tercih değil bir zorunluluk. Türkiye’nin bugünkü ekonomik yapısıyla mevcut iç tasarruflarını kullanarak ihtiyacı olan büyüme oranlarına ulaşabilmesi pek mümkün görünmüyor. Ekonominin yapısını değiştirmek zaman istiyor. Daha çok sosyolojik faktörlere dayalı olan tasarruf oranlarını artırmak ise olağanüstü zor. Öte yandan mevcut tasarruf oranlarına karşılık gelen büyüme oranlarına razı olmak da yaratacağı işsizlik problemi nedeniyle tercih edilebilecek bir seçenek değil. Bu tür bir “kendi yağıyla kavrulma” politikasının gelişmiş ülkelere yakınsama açısından yolu epeyce uzatma potansiyeli taşıması da cabası. NE KADAR BÜYÜMELİYİZ?
Şimdi yukarıda bir paragrafta özetlediğimiz görüşümüzü rakamlarla açmaya çalışalım. Bunun için öncelikle Türkiye’nin ihtiyacı olan büyüme oranının ne kadar olduğunu ortaya koymamız gerek. Burada kullanılabilecek iki kriter var: Birinci kritere istihdam kriteri, ikinci kritere ise yakınsama kriteri diyelim.
İstihdam kriteri, işsizlik sorununun daha da ağırlaşmaması için her yıl yaratılması gereken minimum istihdamın ne kadarlık bir büyüme oranıyla sağlanabileceği üzerinde duruyor. Yapılan araştırmalar, bu oranın yüzde 5 civarında olduğunu gösteriyor. Buna, son resesyonla birlikte yüzde 14-15 arasına oturacak gibi görünen işsizlik oranını, makul bir sürede yeniden tek haneye indirmek için 1 puan daha ekleyebiliriz. Bu durumda istihdam kriterine göre ihtiyaç duyulan büyüme oranının yüzde 6 dolayında olduğunu söyleyebiliriz.
Yakınsama kriteri ise gelişmiş ülkelerin refah seviyesine makul bir sürede (30-40 yıl) ulaşmak için gerekli olan büyüme oranı üzerinde duruyor. Yapılan araştırmalar, bunun için gerekli yıllık ortalama büyüme oranının ise yüzde 7-8 civarında olduğunu gösteriyor. SERMAYE HASILA KATSAYISI
Şimdi de Türkiye’nin mevcut iç tasarruflarıyla ne kadar büyüyebileceğine bakalım. Bunun için öncelikle sermaye hasıla katsayısı denilen bir ölçüden bahsetmemiz gerekiyor. Sermaye hasıla katsayısı, ekenomide bir birim çıktı elde edebilmek için ne kadar yatırım yapılması gerektiğini gösteren bir ölçü.
Konjonktür’ün ikinci sayfasında Türkiye’deki sermaye hasıla katsayısına ilişkin hesaplar var. Bu hesaplara dayanarak ülkemizdeki sermaye hasıla katsayısının halen 4,5 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Bu sermaye hasıla katsayısıyla yüzde 6’lık büyüme oranına ulaşmak için milli gelirin yüzde 27’si (4,5 X 6 = 27) kadar bir yatırım yapmak gerektiği ortaya çıkıyor.
Türkiye’nin tasarruf oranı ise son üç yılda yüzde 16 civarına düşmüş durumda. Daha önceki dönemde de tasarruf oranının yüzde 20 civarında dalgalandığı gözleniyor. Yüzde 16 civarındaki tasarruf oranı, önümüzdeki yıllarda da kalıcı olursa, yatırımlarımızı iç tasarruflarla sınırlandırmamız halinde ulaşabileceğimiz büyüme oranı yüzde 3,5 (16 / 4,5 = 3,5) dolayında kalıyor. ~
Tasarruf oranının önümüzdeki yıllarda yeniden yüzde 20 civarına çıkması halinde ise yatırımlarımızı iç tasarruflarımızla sınırlayarak ulaşabileceğimiz büyüme oranı ancak yüzde 4,5 civarına yükselebiliyor. DIŞ KAYNAK ŞART
Görüldüğü gibi iç tasarruflarla sağlanabilecek büyüme oranı ihtiyacımız olan büyüme oranının altında kalıyor. Bu nedenle aradaki farkı dış kaynakla kapatmak şart oluyor.
Dış kaynaklara başvurmak dışında iç tasarruflarla ihtiyacımız olan büyüme oranına ulaşmak için kullanılabilecek iki yol daha var. Ancak bu iki yol da hem çok zaman ve çaba istiyor hem de başarıya ulaşılabileceği kuşkulu.
Birinci yol, sermaye hasıla katsayısını düşürmeye çalışmak. Yani daha az yatırımla daha fazla büyüme elde etmek için çabalamak. Bunun için daha az yatırımla daha fazla çıktı elde edilebilecek sektörler tespit edilip yatırımlar bu sektörlere kanalize edilmeye çalışılabilir. Ancak burada, bu sektörlerin ekonominin istihdam yaratma kapasitesini düşürecek sektörler olmamasına da dikkat etmek gerekiyor.
İkinci yol ise iç tasarrufları artırmaya çalışmak. Fakat burada iç tasarrufların daha çok sosyolojik faktörlere (hanehalkı geliri, konut sahipliği, çocuk sayısı, sosyal güvenlik sistemi vb) bağlı olması gibi bir sorun karşımıza çıkıyor. Bu sosyolojik faktörlerdeki değişiklikler ise ancak zaman içinde ve çok yavaş olarak gerçekleşiyor. Üstelik bu değişikliklerin tasarrufları artırıcı değil azaltıcı yönde gerçekleşmesi de olası. Mesela sosyal güvenlik sisteminin güçlenmesinin hanelerin kötü günler için para biriktirme eğilimini zayıflatması mümkün. OSMANLI DENEYİMİ
Kısacası biz uzun vadede ekonominin yapısında değişiklik yapılmaya çalışılarak dış kaynak bağımlılığın azaltılabileceğini ama kısa vadede hızlı büyümek için bu kaynaklara ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca dış kaynak kullanımına ve bunun sonucu olan cari açığı da öcü gibi bakmıyoruz. Bir ülkenin daha hızlı kalkınmak için dış kaynaklara başvurmasının, bir şirketin daha hızlı büyümek için banka kredisi kullanmasından bir farkı yok. Her iki halde de kaynakların basiretli bir şekilde kullanılması halinde hem amaç hasıl olur hem de günü geldiğinde geri ödeme sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilebilir.
Yatırım yapmak amacıyla alınan kredilerin tüketime yönlendirilmesi veya yanlış yatırım alanları seçilerek çarçur edilmesi halinde ise işin sonunun mahkemede bitmesi gayet tabiidir.
Türkiye’de şirketlerin yurtiçi bankalardan kredi kullanarak yatırım yapmasında bir sakınca görülmezken dış kaynak kullanımının endişeyle izlenmesi galiba Osmanlı Devleti’nin son demlerinde yaşadığı acı tecrübelerden kaynaklanıyor. Osmanlı, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında almaya başladığı dış borçları tüketimde kullanmış ve sonunda da geri ödemeleri yapamaz duruma düşmüştü. Bunun sonucunda devletin önemli bazı vergi gelirleri alacaklılar tarafından kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi tarafından toplanmaya başlamıştı. Bu dönemde hızlanan toprak kayıpları da dış borçlanma macerası sonucunda Osmanlı’nın mali durumunun iyice bozulmasına bağlanıyor.
Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularını çok etkilemiş ve yeni devletin uzun süre dış kaynak kullanımından kaçınmasına yol açmıştı. Ekonominin gerekleri sonunda bizi yeniden dış kaynak kullanmaya mecbur etti ama toplumsal hafızamıza iyice yerleşen Osmanlı deneyimi, bunu hep korka korka yapmamıza yol açıyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?