Eczacıbaşı Holding CEO’su Erdal Karamercan, lise öğrencisi olduğu 1960’lı yılların ortasında “Asiller” adını taşıyan müzik grubunun hem gitaristi hem solistiydi. Dönemin en popüler şarkılarını söyl...
Eczacıbaşı Holding CEO’su Erdal Karamercan, lise öğrencisi olduğu 1960’lı yılların ortasında “Asiller” adını taşıyan müzik grubunun hem gitaristi hem solistiydi. Dönemin en popüler şarkılarını söylüyor, kitleleri coşturuyordu. Hatta efsane rock grubu Moğollar’la turneye bile çıktı. Parlak geçen birkaç yıllık bu müzik serüveni Karamercan’ın üniversiteye girmesiyle bitti. Üniversite yıllarında müzikle hobi düzeyinde ilgilenen Karamercan, her ne kadar tercihini kimya mühendisliğinden yana kullandıysa da müziğin hayatında hep çok önemli olduğunu söylüyor. “Müzik aletlerimle bir arada olabilmeyi özlüyorum. Bir zaman yakalasam yapacağım ilk iş o olacak. Müziksiz bir hayatı düşünemiyorum” diyor.
Eczacıbaşı Holding CEO’su Erdal Karamercan, müzikle ilkokul yıllarında tanıştı. Lisede ise artık bir grubu vardı. Hem gitar çalıyor hem dönemin efsane grubu The Animals’dan şarkılar söylüyordu. Grubu ile öylesine başarılıydı ki, dönemin birçok müzisyenine şöhretin kapılarını açan, jürisinde Ajda Pekkan ve Durul Gence gibi isimlerin yer aldığı Milliyet Liselerarası Şarkı Yarışması’nda İstanbul birincisi oldu. Türkiye elemelerinde ise birinciliği kıl payı kaçırarak ikincilik aldı.
Bu yarışma sonrasında Asiller adını taşıyan grubuyla müzikte yoluna devam etti. Hatta dönemin en önemli rock grubu Moğollar ile turneye bile çıktı, plak çıkardı.
Birkaç yıl süren bu müzik serüveni Karamercan’ın Boğaziçi Üniversitesi’ne girişiyle noktalandı. Her ne kadar müziğe tutkuyla bağlansa da hayata gerçekçi bakışı onun kimya mühendisi olmasını sağladı. Bugün Karamercan geçmişi biraz gurur biraz da hüzünle anıyor. Bir zamanlar profesyonel olarak ilgilendiği, bugün ise artık bir hobiye dönüşen müziğin hayatındaki yerini ve anlamını ifade etmeye çalışırken, “Müziksiz bir hayat düşünemiyorum” diyor. Mandolinden gitara, uddan cümbüşe birçok enstrümanı ustalıkla çalan Karamercan, eskisi gibi enstrümanlarına zaman ayıramıyor. Ancak bir dinleyici olarak müziğin hayatından hiç çıkmadığını söylüyor. Her zaman fonda bir müzik olmasını istediğini, aksi takdirde bir şeylerin eksikliğini hissettiğini ifade ediyor. Her ne kadar kariyer seçimini müzisyenlikten yana kullanmadıysa da bu yöndeki isteğinin aslında hiç geçmediğini de şu sözleri ortaya koyuyor: “Bir orkestrayı dinlerken müzisyenleri inceliyorum, nasıl çaldıklarına bakıyorum. Parça ne olursa olsun tek tek müzisyenlere takılıyorum. Biraz da kıskançlıkla seyrediyorum, içimden ‘Niye ben orda değilim’ diyorum…”
Eczacıbaşı Holding CEO’su Erdal Karamercan, ilk gençlik yıllarından bugüne müziğin hayatındaki yerini Capital’e anlattı.
- Müziğe olan ilginiz ne zaman başladı?
Ben müziğe hep çok yakın oldum. 7 yaşında mandolinle enstrüman çalmaya başladım. 50’li yılların ortalarında ilkokulda mandolin dersleri vardı. Haftanın 4-5 günü mandolin çalıyorduk. Sonra grupla çaldım. Mandolin şimdi unutuldu ama çok güzel bir enstrüman. Çok romantik İtalyan parçaları çalınır. Ama belirli bir yaşa gelince çocuksu kalıyor. 12 yaşında gitara geçtim. Klasik batı müziği eğitimi aldım. Sonra birkaç kişi bir araya gelip rock müzik yapmaya başladık. Derken 15 yaşında babama elektro gitar aldırttım. O dönem pek Türkiye’de bulunmazdı. Babam yurtdışı seyahatine gitmişti. Dönüşte havaalanında onu karşılamaya gittiğimizde hiçbir şey umurumda değildi. Elinde gitar kılıfına benzer bir şey arıyordum. Uzaktan gördüğümde yaşadığım sevinci hala yaşıyorum. O sırada İstanbul Erkek Lisesi’ndeydim. Okul orkestrasına girdim. Dönemin pop şarkılarını çalıyorduk. Lise son sınıfta yani 1968’de Milliyet gazetesinin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldık. İstanbul birinciliğini kazandık. Ama Türkiye ikincisi olduk. İkinci olmamızın nedeni Ankara jürisiydi, müthiş hakkımızı yedi. İnanılmaz bir partizanlık yaparak oylarını Ankara Fen’e verdiler. Halbuki herkesin favorisi bizdik. O kadar iyiydik ki salon yıkılıyordu. Haksız bir şekilde birinciliği kaybettik. Bu yaşadığım hayatımdaki en büyük hayal kırıklıklarından bir tanesidir.
- Yarışma sonrasında ne oldu?
Yarışma sonrası Asiller diye bir grup kurduk. Plak çıkardık. The Animals, Beatles, Rolling Stones çalardık. Eric Burdon&The Animals en çok sevdiğimiz gruplardan bir tanesiydi.
5 kişilik bir gruptuk, iki tane solist vardı. Ben solistlerden biriydim, gitar da çalardım. Asiller çok iyi bir orkestraydı, o dönem Moğollar ile turneye gittik. Sonra üniversiteye girdik. Ben Robert Kolej’e girmiştim. Ama üniversite hayatıyla müziğin bir arada gitmesi mümkün değildi. Çünkü üniversitede sıkı bir tempo vardı, gece git çal, sabah bilmem kaçta kalk, ders kaçır olmuyordu. Bir tercih yapmam gerekiyordu. Müziği bıraktım. Benim arkamdan birkaç kişi daha bıraktı. Onlardan biri grupta bas gitaristimiz olan Sedat Alaoğlu’ydu.
- Kariyerinizi o yönde devam ettirmeyi hiç düşünmediniz mi?
Realist bir insan olduğum için kariyerimi müzisyen olarak sürdürmeyi düşünmedim. Derslerim iyiydi. İstanbul Erkek Lisesi’nden ilk 5-6 içinde mezun oldum. Robert Kolej’i kazandım Bir idealim vardı, kimya mühendisi olmak istiyordum. Onun profesyonel müzikle yürümesi mümkün değildi. Ama müzikle ilgilendiğim sürece çok keyif aldım. Para da kazandık. Hatta kazandığımız paralarla ben Almanya’ya gittim, herkese gitar getirdim ve enstrümanlarımızı yeniledik.
- Üniversiteyle birlikte müziğin hayatınızdaki konumu nasıl değişti?
Tamamen amatör olarak devam ettim. Hatta yıllar boyu elime hiç enstrüman almadım.
Üniversite sonrası Amerika’da bulunduğum sürece de hiç çalmadım. Orada daha çok spor yaptım. Döndükten sonra iş hayatı, şu bu derken hiç ilgilenemedim. Bir ara “Niye ben bu işi bırakıyorum bir geçmişim, altyapım var. En azından hobi olarak geliştireyim” dedim.
Ama bugün de çok seyrek olarak elime alıyorum.
- Müziğe ilginiz şimdi ne düzeyde?
Ben müzik türlerini birbirinden hiç ayırmam. Caz da severim, pop ve klasik müzik de… Özellikle Klasik Türk Müziği’ni çok seviyorum, çok güzel, değerli, yumuşak, insanı rahatlatan bir müzik. Kulağımda annem- babam zamanından kalma tınılar vardır. Bu türe ilgimi bilen eşim bana bir ud hediye etti. Onunla başladım. Bir kere gitar, mandolin gibi enstrümanları çaldıktan sonra udu kendi kendimi öğrendim. Bana bugün bir saz verin, bir saat zaman tanıyın size o sazla bir-iki parça çalarım. Ama ud bana sessiz geldi. Coşmak istediğin zaman udla coşamıyorsun. Bunun üzerine cümbüşe merak sardım. Cümbüş çok ilginç bir enstrüman. Geçmişi çok eskiye dayanmaz. 1929 yılında Zeynel Abidin Cümbüş buldu. Onun bir müzik mağazası vardı. Biz de epey bir süre ben ilkokuldayken onun mağazasının üzerinde yaşadık. Orada enstrümanları görüp hayran olurdum. Bu kez bunu gerçekleştireceğim diyerek cümbüş aldım. En son öğrendiğim enstrüman da o oldu.
- Öğrenmek istediğiniz başka enstrümanlar var mı?
Müzik merakı bitmez. Şu anda keşke vakit ayırabilsem de elimdekileri adam gibi çalabilsem. O özlemim var. Müzik aletlerimle bir arada olabilmeyi özlüyorum. Bazen aylarca elime almadığım oluyor. Tabii ritmini kaybediyorsun. Onu geri kazanmayı çok isterim. Bir boş zaman yakalasam, yapacağım ilk iş o olacak. Müziksiz bir hayatı düşünemiyorum. İnsanın kendisini rahatlatabilmesi ve psikolojisi için müzik çok güzel, çok önemli bir şey.
- Peki bugün yine bir grubunuz olsun ister misiniz?
Realist olmam gerekirse yapamıyorum. Böyle teklifler geldi. Müzik yapan arkadaşlarım da var. Bir kere gidiyorum ikincisinde programım uymuyor. Bir tempoyu yakalamadıkça yapılması çok zor bir iş. Bir de gruba haksızlık ediyorsun. Senin için bekliyorlar, sensiz sahneye çıkmak durumunda kalıyorlar. Onun için bir grubun içinde olmam mümkün değil.
- Çok sık çalamadığınızı söylediniz ama genelde ne zamanlar çalıyorsunuz?
Öyle şov yapmam, kimseye kalkıp müzik çalmam. En fazla eşime çalarım. Zamanında eşimle çok meraklıydık. Eşim de iyi şarkı söyler. Ben çalıyordum o söylüyordu. Hatta gır gır geçiyorduk, “Bir gün işsiz kalırsak ben çalarım sen söylersin” diye…
“Müzik Robert Kolej’e Girmeme Yardımcı Oldu”
En Popüler Öğrencilerden
Müzik hayatımın her döneminde bana farklı katkılar yaptı. Örneğin İstanbul Lisesi’nde kendi dönemimde en tanınan öğrencilerinden biri oldum. Okul grubunda çalıyor, konserlere çıkıyordum. Herkes seyrediyor, tanıyor, kızlar bağırıyor çağırıyor, orda bir popülerlik oluyor. Onun getirdiği bir sosyal avantaj da vardı.
Seçkin Okulun Önemli Kriteri
İkincisi o dönemde Robert Kolej yani şimdiki Boğaziçi Üniversitesi çok seçici bir üniversiteydi, öğrenci sayısı çok azdı ve öğrencilerini seçerek alırdı. O sırada seçme yerleştirme sınavı vardı. Ancak gerekli puanı aldıktan sonra üniversite yetkilileri öğrenciyle ilgili okul yönetiminden referans alırdı. İstanbul Lisesi’ne de ‘En popüler öğrenci kim’ diye sormuşlar.
“Müdür Benim İsmimi Vermiş”
Müdür birkaç öğrenci içinde benim ismimi de vermiş. Müzik yaptığımı öğrenince beni hemen aldılar. Ben böyle bir şey hiç beklemiyordum, hatta Robert Koleji beni niye aldı diye şaşırmıştım. Müziği eğitim hayatıyla birlikte götürüyor olmak, sosyal aktivite içinde olmak bir Amerikan Üniversitesi için son derece önemliydi. Müziğin bana o anlamda çok yararı olduğunu düşünüyorum.
“Elton John Dinlerken Bazen Gözlerim Dolar”
Fonda Hep Müzik Olsun
Bugün çok fazla çalamıyor olsam da müzik dinlerim. İş yerinde bilgisayarımdan bir müzik sesi gelsin isterim. Bulunduğum ortamlarda hep fonda bir müziğin olmasını tercih ederim, olmazsa rahatsız oluyorum, bir şeyler eksikmiş gibi geliyor.
Elton John Hayranıyım
Rahatlamak istediğim zaman klasik müzik ya da soft müzik dinliyorum. Hayran olduğum şarkıcı Elton John’dur. Onu dinlemek çok keyif verir, duygulandırır, bazen gözlerim dolar.
Dısc Jokey Havasına Girerim
Bazen değişik ülkelerin folklorik müziklerini dinliyorum. Arabamda da müzik hep açıktır. Kendim CD yapmayı da seviyorum. Disc Jokey havasına girip kafamda parçaları arka arkaya getirip misklerim.
Orkestrayı Kıskançlıkla İzlerim
Bir orkestrayı dinlerken, belki bu bir hastalık ama, müzisyenleri inceliyorum, nasıl çaldıklarına bakıyorum. Parça ne olursa olsun tek tek müzisyenlere takılıyorum. Biraz da kıskançlıkla seyrediyorum, içimden ‘Niye ben orada değilim’ diyorum...
Sosyal Tenisçiyim!
Eskiden Olanak Yoktu
Tenis ilgim aslında geç başladı. Çünkü gençliğimizde şimdiki gibi tenis olanakları yoktu. Bir-iki kulüpte tenis oynanıyordu. Oraya üye olmak için de varlıklı bir aileden geliyor olmak gerekiyordu. Ailem orta halli bir aileydi.
Amerika’da İlk Kez Tanıştım
Tenisle Amerika’da master yaparken tanıştım. Türkiye’ye döndüğümde yine olanaklar yüzünden epey bir süre oynamadım. 30’lu yaşların sonuna doğru bir heveslendim. Bugün veteran tenisçiyim. Çok fazla turnuvalara katılmıyorum.
Birçok Kez Sakatlandım
Daha çok sosyal tenisçiyim. Double’dan çok keyif alıyorum, single’ı bıraktım. Çünkü o kadar çok sakatlığım var ki, biraz daha single yaparsam tenis beni bırakacak. Double da çok keyifli oluyor, oynarken birbirimizle gır gır geçiyoruz, kızdırıyoruz. Tenisin bu sosyal tarafını çok seviyorum.
Haftada 2 Kez Oynuyorum
En iyi performansım haftada 3 kez oynayabilmek. Normalde haftada 2 kez oynuyorum. Tenis kafamı boşaltıyor. Top nereden gelecek, nasıl vuracağım derken sadece tenisi düşünüyorum.
Stres ve Toksin Atıyor
Oynarken işin stresinden iki saat için kurtuluyorsun. Terliyorsun, toksinlerini atıyorsun, adrenalin salgılıyor kendini iyi hissediyorsun. Yapmayınca da çok kötü hissediyorum. Kendime ve vücuduma karşı bir suç işlemiş gibi oluyorum. Bir de tabii en güzel yanı iyi insanlar tanıyorsun.
Nilüfer Gözütok
[email protected]
Fotoğraf: Gökhan Çelebi
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?