Dünyayı beslemenin yolu

2050’de dünyada 9 milyardan fazla insan yaşayacak. Peki artan nüfusun talepleri nasıl karşılanacak?

19.02.2018 15:50:000
Paylaş Tweet Paylaş
Dünyayı beslemenin yolu

Bitki biyoteknolojisinin arkasında önemli bir yöntem yatıyor: Yoğurt, sirke ve şarap gibi ürünleri üretmek için bin yıllardır mikroorganizmaları kullanıyor ve yüzyıllardır bitkileri seçip yetiştiriyoruz. Ancak bitki biyoteknolojisinin bu tür geleneksel uygulamaları sorgusuz sualsiz kabul edilirken daha modern biçimlerinin ihtilaflara neden olduğu biliniyor. Şimdilerde bitki biyoteknolojisi, bitkilerin ve bakterilerin genetik materyallerini daha hızlı ve bilimsel açıdan daha kontrollü bir şekilde değiştirerek ıslah yöntemlerini bir adım ileriye götürmüş durumda. Bu sürecin destekçileri, bitki biyoteknolojisinin verimi artıracağını örneğin kuraklığa dayanıklı ürünler geliştirerek iklim değişikliğinin üretim üzerindeki etkisini hafifletmeye yardımcı olacağını savunuyor. Bununla birlikte süreci eleştirenler bitki biyoteknolojisinin olası katkısının en iyi ihtimalle abartıldığını, en kötü ihtimalleyse üretkenliğe ve doğaya zararlı olduğunu ileri sürüyor. Eleştirel yaklaşanlar verimi artırmanın başka, daha sürdürülebilir yolları olduğunu savunuyor. Peki kim haklı? Bitki biyoteknolojisi lehine ve aleyhine argümanlarını sunmaları için bu soruyu Nestlé’nin 2016 yılında emekli olan eski yönetim kurulu başkanı Peter Brabeck-Letmathe ve Kalkınmaya Yönelik Ziraat Bilgisi, Bilimi ve Teknolojisi Uluslararası Değerlendirmesi (IAASTD) Başkan Yardımcısı Dr. Rudolf Herren’e sorduk. 

2050’de dünyada 9 milyar civarında insan yaşıyor olacak. Oysa enerji, su ve gıda gibi kaynaklar bugün bile kıt. Bu durum ne gibi zorluklara neden olacak? 

Peter Brabeck-Letmathe: Dünya nüfusundaki artış, kaynakların kullanımıyla birlikte halihazırda yüzleşmek zorunda olduğumuz en önemli zorluklardan biri. Önümüzdeki yıllarda demografik gelişimimiz 9 ila 10 milyar arasına ulaşacak ve en nihayetinde dünyadaki kaynaklar sınırlı. Buna karşın mevcut kaynakların sürdürülebilir bir kullanımı olduğunu söylemek çok zor. Özellikle en önemli kaynağa, suya ilişkin yaklaşımımızı yeniden düşünmek zorundayız. Kullandığımızdan daha az suyu yerine geri koyabildiğimiz düşünüldüğünde 7 milyar insanla bile bu yeterince büyük bir sorun. Suyun “aşırı tüketimi” yılda yaklaşık 300 kilometreküpe ulaşıyor ve bunun bedelini doğa ödüyor. Artan su kıtlığı gıda arzında giderek büyüyen sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu, ürkütücü bir gelişme. Dünya nüfusu her saniye dört kişi artıyor; aynı sürede 0,3 hektar tarım alanı yok oluyor. Sürekli olmayan bir gerilemenin ardından dünyadaki açlıkla mücadele eden kişilerin sayısı bir kez daha artarak 2008’den bu yana 1 milyar kişiyi geçti. Bu kabul edilemez. 

Hem şimdi hem de gelecekte halihazırda sahip olduğumuz kaynakları kullanarak dünya nüfusunun ihtiyaçlarını nasıl karşılayabiliriz? 

Şu andaki en büyük sorunlardan bir tanesi gıda fiyatlarının yüksekliği. Bu nedenle açık bir şekilde “gıdanın yakıt olarak kullanımına hayır” diyen bir politikaya ihtiyacımız var. Siyasetin biyoyakıtlara yönelik bu anlamsız talebi üretmesi ve böylece gıda arzında ilave bir kıtlığa neden olması tam bir delilik. Gelişmekte olan dünyadaki muazzam fiyat artışlarının ve kargaşanın arkasındaki ana nedenlerden bir tanesi bu. İkinci olarak tarıma yapılan yatırımın güçlendirilmesi gerekiyor. Bu, genetik mühendisliğini de kapsıyor. Son 10 yılda tarım sektöründeki üretkenlik artışı, özellikle teknoloji korkusu nedeniyle dünya nüfusundaki artışın gerisinde kaldı. Üçüncü olarak gıda işleme, nakliyat ve depolama altyapısının geliştirilmesi ve günümüzde oluşan atık dağlarının da işaret ettiği kaynak israfının azaltılması gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerde 10 milyon metreküp civarında gıda, daha tedarik zincirinin içindeyken bozuluyor. Almanya’da bile 10 milyon metreküpten fazla yenilebilir gıda çöpe gidiyor. Dahası ülkelerin birden bire buğday ya da şeker ihracatına sınır koyması gibi rastgele siyasi kararlar yerine serbest piyasayı teminat altına almamız gerekiyor. 

Bitki biyoteknolojisinin artan dünya nüfusunun beslenmesine nasıl bir katkısı olabilir? 

Küresel düzeyde bakıldığında basitçe genetik mühendisliği olmadan yapamayız. Bir açıdan Alman halkının bazı kesimlerinin tavrını anlayabiliyorum. Orada gıda kıtlığı söz konusu değil ve çiftçiler tarlalarını ekmedikleri zaman bile ödeme alıyor. Ancak nüfus  patlaması nedeniyle dünyanın geri kalanında durum farklı. 2050’ye kadar tarımsal üretimi iki katına çıkarmak zorundayız. Oysa ki arazi büyüklüğünü istediğimiz gibi artıramayız. O halde verimi daha yüksek ve daha az su kullanan bitkiler geliştirmek zorundayız. Bunun içinse genetik mühendisliğine ihtiyacımız var. 

~

Avrupa nüfusunun büyük bir bölümü bitki biyoteknolojisini reddediyor ve genetiği değiştirilmiş bitki ve tohumlar üzerinde katı bir denetim uygulanıyor. Bu, başka ülkeler açısından ne gibi sonuçlara yol açıyor ve bu etkileri nasıl değerlendirirsiniz?

 Burada, yalnızca Almanya’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de romantizmin hayli büyük bir etkisi var. Genetiği değiştirilmiş ürünler henüz hiç kimseyi öldürmüş değil, ama Almanya’da son zamanlarda görülen bazı vakalarda olduğu gibi organik ürünler yüzünden ölenler oldu. Elbette artık risklerin olması ihtimalini göz ardı edemeyiz ancak penisilin keşfedildiğinde o da riskli bir girişimdi. Genetik mühendisliği Avrupa’da icat edildi. Bununla gurur duymak yerine onu hor görüyor ve meydanı Amerikalılara, Çinlilere ve Brezilyalılara bırakıyoruz. 

Bir ürünün genetiğinin değiştirilmiş olduğu konusunda tüketici nasıl bilgilendirilmeli? 

Bu her ülkenin kendisine, kurallarına ve düzenlemelerine bağlı. Ayrıca tüketicilerin genetiği değiştirilmiş ürünlere bakışı da önemli. Örneğin ABD’de genetik mühendisliği pek de önemli bir mesele sayılmıyor. California ve Florida’ya tatile giden insanlar otomatikman genetiği değiştirilmiş gıdalar tüketiyor. Almanya’da ise tüketicilerin çoğunluğu bu ürünleri reddediyor. Bu nedenle biz de onlara bu tür ürünleri sunmuyoruz. Durum böyle olduğunda ürünün genetiğinin değiştirilmiş olduğuna ilişkin bilginin tüketicinin görebileceği şekilde ürün etiketinin üzerinde olması gerektiği açık.

2050’de dünyada 9 milyardan fazla insan yaşıyor olacak ve daha bugünden enerji, su ve gıda gibi önemli kaynaklar yetersiz. Bunun temel nedenleri neler? 

Dr. Hans Rudolf Herren: İnsanoğlu sürdürülebilir bir yaşam sürmüyor. Dünyanın doğal kaynaklarının sağladığı faizle geçinmek yerine anaparayı harcıyoruz. Küresel ortalamaya bakıldığında bugün gezegenin her bir sakininin ekolojik ayak izi olması gerekenin 1,5 kat üzerinde; zengin sanayileşmiş ülkelerdeyse bu oran yaklaşık 3,5 kat. İnsanlar neden böyle davranıyor? Bunun nedenlerinden bir tanesi gerçek maliyetlerin şeffaf olmaması. Bugün kaynaklara erişimi olanlar açısından tüketim, sürdürülebilir kullanımdan daha ucuz. Yoksulluk da sürdürülebilir eyleme engel olan bir faktör: Günümüzde hayatta kalmak için mücadele eden bir insanın gelecek hakkında da düşünmesi beklenemez. Dahası tarım sektörü, kaynaklarını haddinden fazla kullanıyor. Sektör, küresel tatlı su tüketiminin yüzde 70’inden sorumlu. Uygunsuz toprak kullanımı, dünya çapında mevcut olan 5 milyar hektarlık tarım arazisinin 1,9 milyar hektarının yozlaşmasına neden oldu. Ayrıca son 50 yılda tarımsal biyoçeşitliliğin dörtte üçü yitirildi. Bu sorunlar tarım politikalarında yapılan yanlışların da sonucu. Çok uzun bir süre için, kısa vadede topraktan yüksek getiri elde etmek üzere çok miktarda gübre, su ve tarım ilacı kullanılmasını gerektiren birkaç çeşit yüksek verimli ürüne yoğunlaşan sanayileşmiş ve indirgemeci tarıma, bunun çevresel sonuçlarının ne olacağı düşünülmeksizin tek taraflı destek verildi. 

Mevcut kaynaklarımızı kullanarak artan dünya nüfusunun refahını nasıl güvence altına alabiliriz? 

Dünyanın, kaynak verimliliği konusunda ekolojik gerçeklikleri yansıtan bir devrime ihtiyacı var. Tarım sektörü esas itibarıyla dünyada 9 milyardan fazla insanı besleyebilir. Elde edilen ürünlerin yarısının israf edilmesine izin vermezsek mevcut hasatlar 2,5 milyar insanı daha beslemek için yeterli. En yüksek verimden ziyade sürdürülebilirlik açısından elverişli ürünleri elde etmeye gayret eden ekolojik, çok fonksiyonlu bir tarıma ihtiyacımız var. Bu, aynı zamanda kendi temellerini, yani toprağın doğal üretkenliğini ve biyo-çeşitliliğini korumalı ve beslemeli. Yozlaşmış toprakları ıslah etmemiz gerekiyor ve bu konuda kompost önemli bir rol oynayacak. Damla sulama gibi daha iyi sulama teknolojileri su tüketimini yüzde 40 ila yüzde 80 arasında azaltırken verimin artmasını sağlar. Eko verimlilik, unsurlardan yalnızca bir tanesi; diğer anahtar kelimeyse “yeterlik”. Artan hayat standartları, 3-4 milyar insanın daha bugün bizim Avrupa’da ve ABD’de tükettiğimiz kadar et tüketmesi anlamına gelirse kaynaklarımız yeterli olmayacaktır. 

~

Destekçileri açısından bitki biyoteknolojisi, artan dünya nüfusunu beslemenin en önemli araçlarından bir tanesi. Sizse organik tarımın bir alternatif olduğunu söylüyorsunuz. Ancak bunun için var olandan çok daha fazla ekili alana ihtiyaç olmaz mı? 

Bu doğru değil. Gerekli değişim, sanayileşmiş ülkelerde hafif bir düşüşe neden olabilir ancak bu, katlanılabilir bir azalma olacaktır. Aslında bu, gelişmekte olan ülkelerin tarım piyasalarında endüstriyel fazlalardan kaynaklanan fiyat düşüşünü azaltacaktır. Öte yandan, artışa ihtiyaç duyulan, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan küçük ölçekli tarımda, organik yöntemlerin kullanılmasıyla halen üretimde ciddi artış sağlama potansiyeli bulunuyor. Tropikal ve subtropikal bölgelerde yapılan pek çok proje, iyi organik tarım uygulamalarıyla verimin yüzde 50 ila yüzde 150 arasında artırılabildiğini gösterdi. Bu örneklerde üretimdeki uzun vadeli artış özellikle önemli, çünkü bu tür tarım yöntemlerinin kullanılmasıyla topraklar sürdürülebilir anlamda daha verimli hale geliyor. Bir başka önemli sonuç da sistemin, iklim değişikliğinin ve giderek artan olağanüstü hava koşullarının etkilerine daha dirençli hale gelmesi.

 Aynı etkileri bitki biyoteknolojisiyle de elde etmek mümkün olamaz mı? 

“Bitki biyo-teknolojisi” ifadesi birçok anlama gelebilir, ancak burada tartıştığımız şey genetik mühendisliğidir. Kanımca genetik mühendisliği küresel gıda sorununu çözmek için uygun bir araç değil. Bu konuyla ilgili çeşitli çalışmalar üzerine yapılan bir değerlendirmede genetik mühendisliğinin halihazırda açıkla mücadele eden kişilere hiçbir faydasının olmadığı ortaya koydu. Verimde zaman zaman, önemli ölçüde konuma, hava şartlarına ve bitki türüne bağlı artışlar sağlanabilse de, günümüzde var olan genetiği değiştirilmiş ürünlerin amacı gıda güvenliğinin geliştirilmesi değil. Odaklanılan ana konulardan bir tanesi çiftçilerin ürünlerine zarar vermeden genel etkiye sahip herbisitler kullanmalarını sağlamak üzere herbisit direncini artırmak oldu. Bir başka odak noktasıysa zararlı böceklerle mücadele için bir toksinin üretimini kodlayan genlerin eklenmesi. Ancak zararlı ot ve böcek sorunlarını sürdürülebilir bir şekilde, devam eden maliyet artışları olmaksızın çözmenin, örneğin organik zararlı kontrolü ya da tarımsal ekosistemlerin pratik ve önleyici bir şekilde tasarlanması gibi başka kanıtlanmış yöntemleri de var. Dahası genetiği değiştirilmiş tohumlar yalnızca bir kez kullanılabiliyor ve çoğu küçük ölçekli çiftçi açısından çok daha pahalı. ABD’deki büyük ölçekli çiftçiler daha şimdiden genetiği değiştirilmiş ürünlerin lisans bedellerinin yüksekliğinden şikayet ediyor. Genetik mühendisliği orta vadede bile dünyanın gıda güvenliğini geliştirmeye çok az katkıda bulunacak.

Siyasetçilerin enerji, su ve gıda kıtlıklarını ele almak üzere ne gibi önlemler almalarını isterdiniz? 

IAASTD’nin (Kalkınmaya Yönelik Ziraat Bilgisi, Bilimi ve Teknolojisi Uluslararası Değerlendirmesi) küresel tarım raporunda çağrısı yapılan stratejik politika değişiminin hemen uygulanması gerekiyor. Bu en başta küçük ölçekli çiftçilerin güçlendirilmesi anlamına gelecek. Dünyadaki 525 milyon küçük çiftlik küresel gıda üretiminin yüzde 70’inden sorumlu. Bu çiftlikler, toprağın aşırı kullanımına, ormanların kesilmesine ya da diğer değerli ekosistemlerin yok edilmesine gerek olmaksızın gelişmekte olan ülkeleri besleme kabiliyetine sahip. Ancak bunu başarmak için yardıma ve uygun bir politika çerçevesine ihtiyaçları var. Bu nedenle Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) Yeşil Ekonomi Raporu, düşük karbonlu, kaynak verimliliğine sahip küresel bir ekonomiye geçişi sağlamak için küresel iktisadi hasılanın yüzde 2’sine tekabül eden ölçekte yatırım yapılması çağrısında bulunuyor. 

Bitki biyoteknolojisinin risklerini ve barındırdığı fırsatları tarttığınızda sizce hangi taraf ağır basıyor? 

Risk tarafı. Kanımca esas itibarıyla riskler, tarımda genel olarak genetik mühendisliğinin kullanılmasının sürdürülemez tarım sistemlerini güçlendirmesiyle ilişkili, çünkü bu tür sistemler büyük ölçüde harici enerji kaynaklarına (yapay gübre ve pestisitler) ve monokültürlere dayanıyor. Zararlı böceklerle mücadele etmek üzere toksin üreten genetiği değiştirilmiş türlerin yetiştirilmesi de sıkıntılı çünkü bu her zaman zararlıların bu şaibeli biyolojik insektiside karşı direnç geliştirmesine neden oluyor. Zararlı otların kontrolü açısından da bu teknoloji direnç gelişimine neden oldu, ki bu nedenle artık birçok ülkede çiftçiler yasaklanmış daha güçlü “zehirleri” kullanmak zorunda kalıyor. Böylece bir kez daha pestisit kullanımıyla ilgili 20 yıl önce ortaya çıkan ikilemle karşı karşıya kaldık ve bana öyle geliyor ki hiçbir şey de öğrenmedik. Belirtilerle mücadele etmeye çalışıp duruyoruz. Bu teknolojinin tarımda sunduğu olanakların, yeterli ve güvenli gıda tedariği açısından son derece kısıtlı olduğuna inanıyorum. Dahası bütüncül çözümlere yönelik sistem düşüncesine de köstek oluyor. 

Tüketiciler bir ürünün genetiğinin değiştirilmiş olduğu konusunda nasıl bilgilendirilmeli? 

Her satın alma işlemi önemli bir karar olduğu için, bir gıdanın genetiği değiştirilmiş ürünler içerip içermediğinin belirtilmesinin mutlaka zorunlu olması gerektiğini düşünüyorum. Günümüzde genetiği değiştirilmiş bitkiler ve bunların çevre ve insan sağlığı üzerindeki etkileri hakkında yeterli sayıda uzun vadeli bilimsel araştırma yapılmadığı çok açık. Benim gibi tüketiciler, satın aldığımız ürünlerle ne gibi üretim yöntemlerini desteklediklerini bilmek istiyor. En iyi çözüm, tüm genetiği değiştirilmiş ürünler üzerinde kolaylıkla görülebilen bir etiketin bulunması olur. Üreticiler siyasi tartışmalarda iddia ettikleri kadar bu ürünlerin kalitesinden eminlerse bu katma değeri bir satış unsuru olarak kullanmalı ve ambalajlarına bununla ilgili bir damga koymalılar.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz