Bölgesel Eşitsizlik

Türkiye’nin son 3 yılda yaşadığı sıkıntılı dönemin gündemden düşürdüğü konulardan biri de bölgeler arasındaki gelir eşitsizliği olmuştu. Ülke ekonomisinin tamamı batma noktasına gelip de kurtarılma...

1.03.2004 02:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
Türkiye’nin son 3 yılda yaşadığı sıkıntılı dönemin gündemden düşürdüğü konulardan biri de bölgeler arasındaki gelir eşitsizliği olmuştu. Ülke ekonomisinin tamamı batma noktasına gelip de kurtarılma durumuna düşünce, sadece gelişmemiş yörelerin sorunlarına kulak veren pek fazla kimse de kalmamıştı tabii. Oysa özellikle Güneydoğu Anadolu’da yoğun terör olaylarının yaşandığı dönemde, bu konu sık sık gündeme gelirdi.  
Hükümet önceki ay sonunda kişi başına geliri bin 500 doların altında olan illerde yatırımı özendirmek için yeni bir teşvik yasası çıkarınca, bölgeler arasındaki gelir eşitsizliği konusu yeniden gündeme gelme fırsatını buldu. 36 ili kapsayan söz konusu yasa pek çok açıdan eksik ve yanlış bulunsa da konunun yeniden tartışılmaya başlamasını sağlaması açısından iyi oldu.    
    
Halkların boşanma nedeni  
 
Esasında bölgeler arasındaki gelir eşitsizliği sadece Türkiye’nin değil, pek çok ülkenin sorunu. Bu ülkeler arasında gelişmiş olanlar bile var. Refah düzeyi açısından üst sıralarda yer alan ülkelerde de gelir düzeyi açısından birbirinden çok farklı bölgeler bulunabiliyor.  
Bölgeler arasındaki gelir farklılıkları, ülkelere başlarını çok ağrıtan sorunlar çıkarabiliyor.  
Örneğin, ayrılıkçı hareketlerin uygun zemin bulmasında bölgeler arasındaki eşitsizlik çok önemli bir rol oynuyor. Meksika’da yaşanan Zapatista isyanı gibi, bazen merkezi yönetimden umudunu kesen yoksul yöre halkları, kendi başlarının çaresine bakmak için silaha sarılabiliyor. Bazen de İtalya’daki Kuzey Ligi hareketinde olduğu gibi, zengin bölgelerin halklarının fakir soydaşlarını sırtlarından atmak istedikleri görülüyor. Eski Yugoslavya’da dağılma sürecini başlatan olayın da en zengin eyalet olan Slovenya’nın bağımsızlık kararı alması olduğunu hatırlatalım.  
 
Göç problemi  
 
İşin ucu ayrılıkçı hareketlere kadar varmasa bile bölgeler arasındaki eşitsizlik ülke ekonomilerini zorlayan sonuçlar yaratabiliyor. Kendi yörelerinde iş ve aş bulmakta zorlanan insanların zengin bölgelere akın etmesi, genellikle eşitsizliğin mekan olarak mikro ölçülere inmesiyle sonuçlanıyor. Daha önce uzak yörelerde yaşayan yoksullar, bu kez kurdukları gecekondu mahalleleri ile büyük kentlerin çevresine yerleşiyor. Vasıf düzeyleri yetersiz olduğundan genellikle düşük ücretli ya da marjinal işlerde çalışan bu insanlar, geldikleri yörelere göre durumlarını biraz düzeltseler de, yaşadıkları kentin en yoksulları olmaktan kurtulamıyor. Yoğun göç dalgası büyük şehirleri hem çarpık kentleşme hem de asayiş sorunları ile baş başa bırakıyor.  
 
Türkiye bölgesel gelir eşitsizliğinin getirdiği bu sorunları uzun yıllardan beri yaşıyor. Bu sorunları ortadan kaldırmak için bölgesel eşitsizliği azaltacak politikalar da üretiliyor ama  ne yazık ki bir türlü başarıya ulaşılamıyor.  
 
KÖY politikası  
 
Türkiye’de bölgesel gelir farklılıklarını azaltmak için uygulanan temel politika Kalkınmada Öncelikli Yöreler (KÖY) politikası. KÖY kapsamına alınan illerdeki yatırımların teşvikine dayanan bu uygulamanın geçmişi 1960’lı yılların sonuna kadar gidiyor. Bu uygulama 1968 yılında 22 ilin KÖY kapsamına alınmasıyla başlamıştı. Bugün ise 50 ili kapsamına almış bir şekilde devam ediyor.  
 
Ek olarak 1998 yılında o zaman Olağanüstü Hal Bölgesi kapsamında ve çevresinde bulunan 11 ili kapsayan bir teşvik yasası da çıkarılmıştı. Çok geçmeden bu yasa kapsamına 11 il daha alınmıştı. Ocak ayında çıkarılan son teşvik yasası, yürürlüğü sona eren eski teşvik yasasının kapsamının genişletilmiş halinden oluşuyor.  
 
Ancak 36 yıllık bir geçmişi olan bölgesel gelir farklılıklarını azaltma politikalarının ne kadar başarılı olduğu incelendiğinde pek olumlu şeyler söylemek mümkün değil. Aradan geçen sürede atak yapan birkaç il var ama bir bütün olarak bakıldığında bölgeler arasındaki gelir eşitsizliğinin azalmak yerine arttığı görülüyor.  
 
Başarısızlığın nedenleri  
 
Bölgeler arasındaki gelir farklılıklarını azaltmaya yönelik politikaların başarısızlığa uğramasının nedenlerini şöyle sıralamak mümkün:  
 
* Başlangıçta objektif kriterlere göre belirlenen teşvik kapsamındaki illerin sayısı, zamanla siyasi kaygılarla artırıldı. 1968’de 22 olan KÖY kapsamındaki il sayısı, 1979’da 41’e kadar çıkmıştı. Askeri yönetim döneminde 1981’de 25’e indirilen KÖY kapsamındaki il sayısı, 1990’lı yıllardaki aşırı popülizm döneminde yeniden hızla yükseldi ve 1998 yılında 50’ye kadar çıktı.  
 
* KÖY kapsamındaki il sayısı bu kadar yüksek olunca yatırımların teşvik edildiği iller arasında da büyük gelir farklılıklarının olması kaçınılmaz oldu. Teşviklerden yararlanmak isteyen yatırımcılar bu durumda doğudaki en az gelişmiş iller yerine KÖY kapsamında olan batıdaki daha gelişmiş illere yöneldi. Böylece bu politika bölgeler arasındaki eşitsizliği azaltmak yerine artırıcı yönde etkide bulundu.  
 
* KÖY kapsamındaki il sayısının hesapsızca artırılması, eldeki kaynakların bu yörelere hizmet götürmek için yetersiz kalmasına da neden oldu.  
 
Yanlış üstüne yanlış  
 
* KÖY politikasının başarısızlığı üzerine çıkarılan ek teşvik yasalarında da aynı yanlışlar tekrarlandı. 1998’de Olağanüstü Hal Bölgesi dahilinde ve çevresinde bulunan 11 il için çıkarılan teşvik yasası kapsamına, kısa sürede 11 il daha ilave edildi. İkinci grupta daha gelişmiş iller yer alınca, ilk 11 ilin teşviklerden yararlanması da imkansız hale geldi tabii.  
 
* Geri kalmış yöreleri kalkındırmak için uygulanan politikaların daha çok sanayi yatırımlarını teşvik etmeyi amaçlaması da amaca ulaşılmasını engelledi. Daha tarımda yeterli gelişmeyi sağlayamamış ve geçimlik üretimden pazar için üretime geçememiş illerde, hammadde sağlama olanağı bulamayan sanayinin hamle yapması da mümkün olmadı.  
 
* Artan faiz ödemeleri nedeniyle geri kalmış yörelerde kamu hizmetlerinin geliştirilmesi yönündeki yatırımların aksaması da, bu yörelere özel sektörün yatırım yapmasını zorlaştıran faktörlerden biri oldu.  
 
Yeni dönemde ne yapmalı?  
 
Yararlanacak il sayısının 36 olarak belirlenmesi ve kişi başına geliri 600 doların altında kalan illerle bin 500 dolara yakın olan illerin aynı kefeye konulması nedeniyle son teşvik yasasının da bölgesel eşitsizliği azaltması zor görünüyor. Bu yasanın getirdiği teşviklerden yararlanmak isteyecek yatırımcıların doğudaki Muş, Hakkari, Şırnak gibi en az gelişmiş iller yerine batıdaki Afyon, Uşak ve Düzce gibi daha gelişmiş illeri tercih etme ihtimalleri çok yüksek.  
Bizce bölgeler arası gelir eşitsizliğinin azaltılması için ilk yapılacak iş teşvik uygulaması kapsamına alınacak il sayısının daha az tutulması. İl sayısı çok fazla olduğunda yatırımcılar en iyi durumdaki illere gidiyor ve böylece en az gelişmiş iller fiilen teşvik yasası kapsamı dışında kalmış oluyor.  
 
Seçilecek illerin çeşitli özelliklerine göre gruplandırılıp kademeli bir teşvik sistemi oluşturulması da şart. Örneğin gelir düzeyi daha düşük illere, diğerlerine göre daha fazla teşvik uygulanmalı. Ulaşım, pazar büyüklüğü, hammadde temini gibi faktörler açısından daha olumsuz noktada bulunan illerin de yatırım çekebilmeleri için daha ayrıcalıklı muamele görmeleri gerekiyor.  
 
Tarıma da yatırım yapılmalı  
 
Bu illerde sanayinin gelişebilmesi için öncelikle tarımda gelişmenin sağlanması için çaba harcanmalı. Kurulacak sanayi tesislerinin ihtiyaç duyacağı tarımsal hammaddelerin üretimi özendirilmeli. Örneğin tekstil sanayinin kurulabilmesi için öncelikle pamuk üretiminin gerçekleştirilmesinin yolları araştırılmalı.  
 
Az gelişmiş illere özel sektör yatırımlarının çekilebilmesi için bu illerdeki altyapı sorununun da halledilmesi gerekiyor. Bu illerin ulaşım sorunu çözülmeli. Elektrik enerjisi teminindeki sorunlar giderilmeli. Sanayi için çok önemli olan doğalgaz hatlarının oluşturulmasında da bu illere öncelik verilmesi düşünülebilir.  
 
Her şeye rağmen özel sektörün uğramadığı illerde ise kamu girişimciliğinin devreye girmesi şart görünüyor. Hükümetin elindeki kamu kuruluşlarını satmaya çalıştığı bir dönemde bu öneri garip gelebilir. Ancak tıpkı 1930’larda ülke genelinde yapıldığı gibi az gelişmiş yörelerde de ekonominin gelişmesi için öncelikle kamunun girişimciliğe soyunması şart. Bu illerde ekonomi gelişip de kurulan tesisler kendi kendilerine yaşayacak duruma geldiklerinde elbette özel sektöre devri gündeme gelebilir.  
 
Az gelişmiş yörelerin kalkındırılması için daha akılcı politikalar uygulanmadığı takdirde, bölgeler arasındaki eşitsizlik artarak sürecek. Gelir farklılıklarının giderek artması yaşanan sorunları iyice büyütecek. Bu yörelerden zengin yörelere göç devam edecek ve sorunlar büyük şehirlere taşınmayı sürdürecek. Bu yörelerde toplumsal huzursuzluklar da hiç bitmeyecek ve yeniden asayiş sorunları gündeme gelebilecek.  
 
DOĞU İLE BATI ARASINDAKİ FARK KAPANMIYOR  
 
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) iller ve bölgeler itibariyle GSYİH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) verileri, ülkemizin doğusu ile batısı arasındaki gelir farklılığının 14 yılda hiç azalmadığını gösteriyor. Hatta tam tersine Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde refah düzeyinin ülke geneline göre gerilediği gözleniyor.  
 
Eldeki son veriler 2001 yılına ait. Ülkemizin en fakir bölgesi olan Doğu Anadolu’da 2001 yılındaki kişi başına gelir, Türkiye ortalamasının yüzde 38.7’si olarak hesaplanıyor. 1987 yılında ise bu oran biraz daha yüksek ve yüzde 40.7 düzeyindeydi.  
Fakirlik sıralamasında ikinci sırada bulunan Güneydoğu Anadolu’da ise 2001 yılı itibariyle kişi başına gelir Türkiye ortalamasının yüzde 56.5’i düzeyinde. Bu oran da 1987 yılında daha yüksek ve yüzde 60.2 seviyesindeydi.  
 
1987 ile 2001 arasında Ege ve Karadeniz bölgelerinde kişi başına gelirin Türkiye ortalamasına oranı arttı. Doğu ve Güneydoğu ile beraber, Akdeniz, İç Anadolu ve Marmara’da ise kişi başına gelirin Türkiye ortalamasına oranında azalma görüldü.  
 
Yakınlaşma analizi  
 
İktisat biliminde, kişi başına geliri düşük olan ülke ya da bölgelerde büyümenin, kişi başına geliri yüksek olan ülke ya da bölgelerden yüksek olacağını ve zamanla bu iki grubun gelir düzeyinin birbirine yaklaşacağını öne süren bir görüş var. Yakınlaşma (convergence) hipotezi olarak bilinen bu görüşün test edilmesi için de geliştirilmiş birkaç yöntem mevcut. Bu yöntemlerden birini her yıl için söz konusu ülke ya da bölge gruplarının kişi başına gelirlerinin standart sapmasını hesaplamak oluşturuyor. Bir yayılım ölçüsü olan standart sapma yıldan yıla küçüldüğü takdirde bu, analiz konusu ülke ya da bölge gruplarının gelir düzeyinin birbirine yakınlaştığı anlamına geliyor. Standart sapmanın büyümesi ise gelir farklılığının arttığını yani yakınlaşmanın değil uzaklaşmanın (divergence) söz konusu olduğunu gösteriyor.  
 
Biz 1987-2001 dönemi itibariyle yakınlaşma hipotezini Türkiye’nin 7 bölgesi için test ettik. Bu testin sonucunda 14 yıllık dönemde 7 bölge arasındaki gelir farklılığının azalmadığı sonucuna vardık. 1990’ların ilk yarısında çok hafif bir yakınlaşma görülüyor ama daha sonraki yıllarda uzaklaşma yaşandığı anlaşılıyor. 2001 yılında ise gelir düzeyleri arasındaki farkın 1987 yılındaki düzeyine geri döndüğü dikkati çekiyor.  
 
Bu analizde ilginç bir gözlem, bölgeler arasındaki gelir farklılığının genelde kriz dönemlerinde azalması, hızlı büyüme dönemlerinde ise artması. Bu durum kriz dönemlerinde gelişmiş bölgelerde ekonominin diğer bölgelere göre daha fazla küçülmesinden, hızlı büyüme dönemlerinde ise diğer bölgelere göre daha yüksek büyüme hızları gerçekleştirmesinden kaynaklanıyor.  
 
2003’TE SANAYİ ÜRETİMİ YÜZDE 9.1 ARTTI  
 
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE), geçen ayın 8’inde aralık ayına ait sanayi üretimi verilerini açıklamasıyla birlikte, sanayinin 2003 yılı bilançosu da ortaya çıkmış oldu. Aylık endeksin verilerine göre, sanayinin 2003 yılı performansını şöyle özetlemek mümkün:  
 
* 2003’te sanayi üretiminde yaşanan artış oranı yüzde 9.1 oldu. Esasında yılın ilk yarısında sanayinin performansı çok iyi değildi ama ikinci yarıyılda genelde çift haneli üretim artışları yaşandı. Kasım ayındaki uzun bayram tatili nedeniyle üretimi aralık ayına sarkan siparişlerin ve önceki yılın aralık ayında yaşanan bayram tatilinin getirdiği düşük baz etkisinin sayesinde, aralık ayında sanayi üretimindeki artış yüzde 21.1’e kadar yükseldi.  
 
* 2003 yılındaki yüksek performans sayesinde, sanayi son 5 yıldır yaptığı patinajdan da kurtuldu. 1997=100 bazlı endeksin değeri, yaşanan 2 krizin etkisiyle 1997-2002 döneminde bir türlü 101’in üzerine çıkamamıştı. Geçen yılki yüksek üretim artışı sayesinde ise endeksin değeri 109.6’ya kadar yükseldi.  
 
* Sanayinin 2003 yılında gösterdiği yüksek performansa en büyük katkı yapan sektör otomotiv oldu. Bu sektörde 2003 yılında yaşanan üretim artışı yüzde 43.3’ü buldu. Otomotiv sektörünün sanayi üretimindeki yüzde 9.1’lik artışa katkısı ise 2.4 puan olarak gerçekleşti. Yani sanayi üretimindeki artışın yaklaşık dörtte birlik bölümünü tek başına otomotiv sektörü gerçekleştirdi. Otomotiv sektörünün bu başarısı ise 2 yıldır süren ihracat hamlesinden kaynaklandı.  
 
* Sanayi üretimindeki artışa ikinci en büyük katkıyı ise makine-teçhizat sektörü yaptı. Bu sektörde 2003 yılında yaşanan üretim artışı yüzde 31 düzeyinde gerçekleşti. Makine-teçhizat sektörünün sanayi üretimindeki artışa katkısı 1.6 puanı buldu. Bu sektörün performansının yükselmesinde ise işletmelerin krizle birlikte erteledikleri makine ve teçhizat alımlarını yeniden başlatmaları etkili oldu.  
 
* Gıda-içecek, ana metal sanayi, çimento-cam-seramik ve elektrik-gaz-su sektörleri de 2003’te sanayi üretimindeki artışa önemli katkıda bulunan sektörler arasında. Giyim, petrol ürünleri, kimya ve metal eşya sektörlerinin sanayi üretimindeki artışa katkısının ise düşük kaldığı görülüyor.  
 
* Endeksteki payı yüksek olan sektörler arasında üretimdeki artışa negatif etki edenlerin sayısı ise 2. Bunlardan birincisi madencilik sektörü. Bu sektör krizden bu yana toparlanabilmiş değil. Sanayi üretimindeki artışa negatif etki eden ikinci sektör ise tekstil. Bu sektör 2003 yılında ihracatta çok parlak bir performans çizemeyince, üretiminde de artış yaşanmadı.  
 
Büyüme ne olur?  
 
Türkiye’de sanayi üretimindeki değişim ile ekonominin genelindeki büyüme oranı arasında yakın bir ilişki söz konusu. Bu nedenle sanayi üretimindeki artışın yüksek olması 2003 yılı büyüme oranının da yüksek çıkacağını düşündürüyor.  
 
Üçüncü çeyrekte sanayi üretimindeki artış yüzde 10.2 olurken, ekonominin genelindeki büyüme oranı yüzde 4.9 olarak gerçekleşmişti. Dördüncü çeyrekte ise sanayi üretimindeki artış oranı yüzde 12.5’i buldu. Bu durum dördüncü çeyrekte ekonominin genelindeki büyüme oranının üçüncü çeyreğe göre biraz yükseleceğini düşündürüyor. Dördüncü çeyrekte büyüme oranı yüzde 6-7 arasında çıkabilir. Bu durumda ilk 9 ayda yüzde 5.2 olan büyüme oranı da 2003’ün tamamında yüzde 5.5 dolayında bir değer alabilir.  
 
Esasında üçüncü çeyrekte büyüme oranı sanayi üretimindeki artışın gerektirdiğinden daha düşük çıkmıştı. Bu nedenle yüzde 4.9’luk üçüncü çeyrek büyüme oranının revize edilip yükseltilmesi ihtimali de göz ardı edilmemeli. Yani 2003 yılı büyüme oranının yüzde 5.5’in üzerinde çıkması olasılığı da mevcut.  
 
TURİZM BU KEZ SAVAŞI TAKMADI  
 
1991 yılında yaşanan ilk Irak Savaşı, turizm sektörümüzü çok olumsuz etkilemişti. Turist girişindeki artış yavaşlamış, turizm gelirlerinde ise yüzde 18’lik bir düşüş yaşanmıştı.  
Bu nedenle 12 yıllık bir aradan sonra Irak’ta yeniden silahlar patlayınca, turizmciler haklı olarak korkuya kapıldı. O sıralarda turizm gelirlerinin yarı yarıya düşeceğini tahmin edenler bile vardı.  
 
Ancak Irak’taki savaş turizm sezonu açılmadan başlayıp bitince, bu korku senaryoları gerçekleşmedi. Savaş sırasında turist akımı yavaşladı ama yaz aylarında yeniden hızlandı. Bu sayede 2003 yılı da alışık olduğumuz üzere bir rekorla kapandı.  
 
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verilerine göre, 2003 yılında ülkemize gelen turist sayısı 13 milyon 956 bin 405 olarak gerçekleşti. Bu sayı 2002 yılına göre yüzde 5.3’lük bir artışa karşılık geliyor. 2002 yılında gelen turist sayısı 13 milyon 248 bin 176 olmuştu.  
Merkez Bankası tarafından yayınlanan turizm gelirlerinde ise aralık ayı verileri daha açıklanmadığı için henüz 2003 yılı bilançosu ortaya çıkmış değil. Ancak ilk 11 aya ait veriler de 2003 yılında turizm gelirlerinde de bir rekor yaşandığını gösteriyor. İlk 11 ayda elde edilen turizm geliri 9 milyar 353 milyon dolar. Biz 2003 yılının tamamında turizm gelirlerinin 9.7 milyar dolara ulaştığını tahmin ediyoruz. Bu ise 2002 yılına göre yüzde 14’ün üzerinde bir artışa tekabül ediyor.  
 
Turizm gelirlerinde yaşanan artışta euronun dolar karşısında değer kazanmasının da etkisi var tabii. Ülkemize daha çok Avrupalı turistler geldiğinden turizm gelirlerimiz içinde euronun payının yüksek olduğu tahmin ediliyor. Euro cinsinden elde edilen turizm gelirleri dolara çevrilerek istatistiklere yansıtıldığından, euronun dolar karşısında değer kazanması fiktif bir artışa da yol açıyor.  
 
GİRİŞİMCİ GELECEKTEN HALA KUŞKULU  
 
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verilerine göre, 2003 yılında toplam 32 bin 259 yeni şirket kuruldu. 2002’de kurulan şirket sayısı ise 30 bin 842 olarak gerçekleşmişti. Buna göre geçen yıl yeni kurulan şirket sayısında sadece yüzde 4.6’lık bir artış yaşandı.  
 
Yeni kurulan şirket sayısının düzeyi, girişimcilerin geleceğe bakış açılarını yansıtır. Ekonomide geleceğe bakış açısı olumluysa, şirket kurup iş hayatına atılmak isteyenlerin sayısı da artar. Geleceğin sis bulutu altında kaldığı dönemlerde ise çoğu kimse maceraya atılıp elindeki sermayeyi çarçur etmek istemez. Böyle dönemlerde ancak riski seven gözü kara girişimciler iş hayatına atılmaya cesaret eder.  
 
1996 yılı başında hayata geçirilen Gümrük Birliği’nin etkisiyle geleceğe bakış açısının çok olumlu olduğu 1995-98 döneminde, bir yılda kurulan şirket sayısı 50 binin üzerinde seyrediyordu. Ancak Asya ve Rusya krizlerinin kapıyı çalması ve büyük depremle gelen 1999 krizi girişimcilerimizin cesaretini törpüledi. 2000 yılındaki yalancı bahardan sonra gelen ağır 2001 krizi yüreklerdeki korkuları daha da artırdı. 1999 yılında dibe vuran yeni kurulan şirket sayısı, sonraki yıllarda da fazla yükselmedi.  
 
2003 yılında yaşanan artışın da düşük olması girişimcinin hala geleceğe kuşkuyla baktığını gösteriyor. Geleceğe ilişkin çok fazla belirsizliğin olması, kafasında şirket kurma planları yapanların fiilen harekete geçmesini engelliyor. Bu kişiler girişim kararlarını hayata geçirmek için belirsizliklerin biraz daha azalmasını bekliyor.  
 
Ekonomide 2 yıldır süren hızlı büyüme eğilimi bu yıla da sarkarsa, siyasette istikrar bozulmazsa ve Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda olumlu gelişmeler yaşanırsa, bu yıl şirket kuruluşlarında daha hareketli bir dönem yaşanabilir.  
 
İÇ BORÇ YÜKÜNDE DEĞİŞİKLİK OLMADI  
 
Devletin borçlarıyla ilgili analizler genelde mutlak değerlere göre değil, milli gelire oranına bakılarak yapılır. Borç stokunda mutlak değer olarak artış yaşansa bile GSMH’ye (Gayri Safi Milli Hasıla) oranında düşüş söz konusu ise Hazine’nin yükü azalıyor demektir. Borç stokunun GSMH’ye oranının artması ise borç yükünün arttığını gösteriyor. Bu durum faiz oranlarının yükselmesi, faiz ödemelerinin artması, asli kamu hizmetlerine ayrılacak kaynakların azalması ve ekonominin büyüme hızının frenlenmesi gibi bir dizi olumsuzluğu da beraberinde getirir.  
Hazine Müsteşarlığı’nın verilerine göre, Türkiye’nin iç borç stoku 2003 yılında 194.4 katrilyon liraya kadar ulaştı. İç borçlar 2003’te 2002’ye göre yüzde 29.7 oranında artış gösterdi.  
Ancak nominal milli gelirdeki artış da buna yakın olduğu için, 2003’te iç borç yükünde fazla bir değişiklik yaşanmadı. Esasında henüz 2003 yılı milli geliri belli değil. Ancak Hazine’nin tahmini milli gelir düzeyini dikkate alarak yaptığı hesap, iç borç stokunun GSMH’ye oranının yüzde 54.4 olduğunu gösteriyor. Bu oran 2002 yılında gerçekleşen orandan (yüzde 54.8) çok farklı değil.  
 
Türkiye’nin iç borç yükü 2000 yılına kadar yüzde 30’un altındaydı. Ancak 2001 krizi sırasında kamu bankalarının görev zararlarının tasfiyesi ve batan özel bankaların sermayelerinin güçlendirilmesi zorunluluğu nedeniyle çıkarılan borçlanma kağıtları yüzünden bu oran yüzde 69.2’ye fırlamıştı. 2002’de ise hem iç borç stokundaki artışın yavaşlaması hem de ekonominin hızlı büyümesi sayesinde iç borç yükü yüzde 54.8’e gerilemişti.  
 
Esasında İmar Bankası olayı yaşanmasa geçen yıl da iç borç yükünde ciddi bir gerileme yaşanabilecekti. Ancak bu bankanın getirdiği yük nedeniyle yılın son ayında iç borç stokunda 11.3 katrilyon liralık bir sıçrama yaşanınca bu gerçekleşmedi.  
      
İHRACAT 2004’E DE İYİ BAŞLADI  
 
2003 yılında ekonomide yaşanan büyümede ihracattaki artışın çok önemli katkısı oldu. İhracattaki yüzde 30’u aşan artış olmasa, geçen yıl büyüme vasatı aşamayacaktı.  
İhracatta 2003’te yaşanan olağanüstü artışın bu yıl devam edip etmeyeceği henüz belirsiz. Ancak ihracatın 2004 yılına da iyi bir giriş yapması bu açıdan ümitleri artırıyor.  
 
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) verilerine göre, ocak ayında yapılan ihracat 4 milyar 726 milyon dolar olarak gerçekleşti. Geçen yılın aynı ayında yapılan ihracat ise 3 milyar 453 milyon dolar düzeyindeydi. Buna göre ihracattaki artış oranı yüzde 36.9’u buluyor. Bu da ihracatın 2004’e vites değiştirmeden girdiğini gösteriyor.  
 
TİM verilerine göre ocak ayındaki ihracat artışının esas kaynağı yine sanayi. Sanayi sektörünün ihracatındaki artış yüzde 42.4’ü buluyor. Sanayi sektörünün dışarıya sattığı ürünlerde aslan payını alan sanayi mamüllerinin ihracatındaki artış oranının ise yüzde 44.2’yi bulduğu görülüyor.  
 
Dış dünyada yaşanan bazı gelişmeler, ihracatta ocak ayında görülen performansın sonraki aylara taşınmasının da imkan dahilinde olduğunu düşündürüyor.  
Bu gelişmelerin başında eurodaki değer kazanma sürecinin en azından sonbahardaki ABD başkanlık seçimlerine kadar devam edeceği beklentisi yer alıyor. Euronun dolar karşısında değer kazanması, girdi maliyetleri daha çok dolar, satışları ise euro üzerinden olan ihracatçımızın işine yarıyor.    
 
Ayrıca dünya ekonomisinde ve en önemli ihracat pazarımız olan Avrupa Birliği’nde (AB) büyümenin geçen yıla göre hızlanmasının beklenmesi de ihraç ürünlerimize olan talebin artacağı sinyalini veriyor.  
 
EN GELİŞMİŞ İL YİNE İSTANBUL  
 
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) zaman zaman illerin ve bölgelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyini belirleyen çalışmalar yapar. Bu çalışmalardan sonuncusu geçen ay yayınlandı. 58 gösterge dikkate alınarak yapılan ve “İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (2003)” başlığını taşıyan çalışmanın sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:  
 
* Türkiye’nin en gelişmiş ili sürpriz değil. İstanbul ilk sıradaki saltanatını sürdürüyor. 1996’da yapılan önceki çalışmada da zirvede İstanbul yer alıyordu. İlk 5’te yer alan diğer iller olan Ankara, İzmir, Kocaeli ve Bursa’nın yerlerinde de 1996’ya göre bir değişiklik yok.  
 
* Gelişmişlik sıralamasında son sıralarda ise tahmin edebileceğiniz gibi Doğu ve Güneydoğu’daki az gelişmiş illerimiz yer alıyor. Muş, 81 il içinde en dipte yer alırken, Ağrı, Bitlis, Şırnak ve Hakkari onu izliyor.  
 
* 1996 ile 2003 arasında gelişmişlik sıralamasında en çok yükseliş gerçekleştiren il Bolu oldu. 1996 yılında 28’inci sırada yer alan Bolu, 15 sıra birden atlayarak 2003 yılında 13’üncü sıraya yükseldi. Bolu’nun bu yükselişinde, gelişmişlik açısından orta sıralarda yer alan Düzce’nin ayrılıp il olması etkili oldu.  
 
* 2003 yılında 1996’ya göre en çok yükseliş gösteren ikinci il ise Tunceli. 1996 yılında 60’ıncı sırada yer alan Tunceli, 12 sıra atlayarak 2003 yılında 48’inci sırada yer buldu. Ancak  bu yükseliş Tunceli’nin söz konusu dönemde ekonomik ve sosyal açıdan ilerleme göstermesinden çok, yoğun göç nedeniyle nüfusunun azalması sonucunda göstergelerin kişi başına düşen değerlerinin artmasından kaynaklandı.  
 
Anadolu Kaplanları yükseldi  
 
* 1996 ile 2003 arasında gelişmişlik sıralamasında önemli ilerleme gösteren diğer iller ise genelde “Anadolu Kaplanları” olarak bilinen iller arasından çıktı. Örneğin Karaman 7, Gaziantep ve Kahramanmaraş 6, Denizli ise 5 sıra yukarıya tırmandı.  
 
* 1996 ile 2003 arasında gelişmişlik sıralamasında en çok gerileyen iller ise Ege’den çıktı. Aydın 9 sıra gerileyerek 12’ncilikten 21’inciliğe, Kütahya 7 sıra gerileyerek 31’incilikten 38’inciliğe indi. En çok gerileme gösteren diğer iller ise 6 sıra gerileyen Erzincan ve İçel oldu. Erzincan 47’inci sıradan 53’üncü sıraya, İçel 10’uncu sıradan 16’ıncı sıraya indi. Gerileyen illerin daha çok iç bölgelerde yer alan ve ekonomisi tarıma dayanan iller olduğu dikkat çekti.      
 
* İstanbul’un gelişmişlik sıralamasında zirvede yer alması daha çok sanayideki tartışılmaz üstünlüğünden kaynaklanıyor. Sanayideki gelişmişlik sıralamasında da zirvede yer alan İstanbul’un en yakın rakibine de epey fark attığı görülüyor. Buna karşılık sağlık alanında İstanbul 3’üncü, eğitim alanında ise 2’nci sırada yer bulabiliyor. Sağlık alanında İstanbul’un geriye düşmesinde özellikle 10 bin kişiye düşen doktor sayısının (21) Ankara’ya göre (32) çok geride kalması rol oynuyor. İstanbul’u eğitim alanında Ankara’nın gerisine iten neden ise 22 yaş üstü nüfustaki üniversite mezunu sayısının ve liselerdeki okullaşma oranının daha düşük olması.  
 
* Ekonomisi daha çok ticarete dayanan Ankara, sanayideki gelişmişlik açısında ilk 5’e giremiyor ve 6’ncı sırada yer alıyor. Sağlık ve eğitim alanında ise Ankara zirvede. Bu alanlarda Ankara’nın ilk sıraya kurulmasında başkent olmasının çok büyük etkisi var. Sağlık alanında 10 bin kişiye düşen doktor sayısının yüksek olması Ankara’yı zirveye taşıyor. Eğitim alanında ilk sırada yer almasında ise 22 yaş üstü nüfustaki üniversite mezunlarının oranının yüksek olması etkili oluyor. Üst düzey memur ve bürokratların ikamet yeri olduğu için Ankara’da üniversite mezunlarının sayısı yüksek tabii.  
 
* Genel gelişmişlik sıralamasında 3’üncü durumda bulunan İzmir, sanayi ve sağlıkta 2’nci, eğitimde ise 5’inci sırada. İzmir’in sağlık göstergeleri İstanbul’dan daha iyi durumda.  Ancak okur-yazarlık ve okullaşma oranları açısından üst sıralarda yer bulamaması eğitim alanında İzmir’i biraz aşağı çekiyor.  

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz