Gelişmiş ülkeler 2008-2009 resesyonundan ağır bir borç yükü ve durgun
bir ekonomiyle çıktı. Bu durumdan nasıl çıkılacağı konusunda iki görüş
var. Birinci görüş durgunluğun aşılması için maliye politikasının
gevşetilmesini önerirken, diğeri kemer sıkma politikalarıyla bütçe
açıkları ve kamu borcu azaltıldıktan sonra büyümenin önünün açılacağını
savunuyor. Harvard Üniversitesi’nden Kenneth S. Rogoff ile Carmen M.
Reinhart’ın bir çalışmalarında buldukları kamu borcu ile büyüme
arasındaki çarpıcı negatif korelasyon, ikinci görüşü savunanların temel
dayanaklarından biriydi. Fakat Massachusetts Üniversitesi’nden Thomas
Herndon, Michael Ash ve Robert Pollin bu bulgunun hatalı olduğunu
gösterince ortalık karıştı.
Tabloları görmek için görsellere tıklayın. Harvard
Üniversitesi'nin dünyaca ünlü iktisatçısı Kenneth S. Rogoff ile Carmen
M. Reinhart’rn 2010’da yayınladıkları bir makalede tespit edilen
hatalar, nisan sonu ve mayıs başında uluslararası iktisat camiasında
epey tartışma yarattı. “Growth in a Time of Debt” başlığını taşıyan bu
makale yine dünyaca ünlü bir bilimsel dergi olan American Economic
Review’da yayınlanmıştı. Konusu kamu borcu ile ekonomik büyüme
arasındaki ilişki üzerineydi. Temel tezi ise borcun Gayri Safi
Yurtiçi
Hasıla’ya (GSYİH) oranıyla hesaplanan kamu borç yükündeki artışın
büyümeye zarar verdiğiydi. Makalenin bir yerinde 20 gelişmiş ülkenin
1946-2009 dönemi verileriyle bir analiz yapılıyor ve borç yükü yüzde 90
eşiğini aştığında büyüme oranının yüzde -0,1’e düştüğü şeklinde çarpıcı
bir sonuca ulaşılıyordu.
BİLİM VE SİYASET
Bilindiği
gibi gelişmiş ülkelerin çoğu 20082009 resesyonundan iyice ağırlaşan borç
yükü ve durgun bir ekonomiyle çıktı. Bu açıdan özellikle Avrupa’da
durum çok kötü. Bu durumdan nasıl çıkılacağı konusunda iki görüş var.
Bunlardan biri durgunluğun aşılması için borç yüküne aldırmadan maliye
politikasının gevşetilmesini öneriyor. Diğeri ise buna karşı çıkıyor ve
ancak kemer sıkma politikasıyla (austerity policy) bütçe açıkları ve
kamu borcu azaltıldıktan sonra büyümenin önünün açılabileceğini
savunuyor. ABD’de iktidardaki demokratlar birinci görüşü uygulamaya
çalışırken, muhalefetteki cumhuriyetçiler ikincisinden yana tavır alıp
buna ellerinden geldiğince engel çıkarıyor. Avrupa’da ise Almanya’nın
baskısıyla ikinci görüş uygulamada. Fakat alınan sonuçlar iyi değil ve
ekonomi politikalarının birinci görüş doğrultusunda değiştirilmesini
isteyen geniş bir muhalefet var.~
Rogoff ile Reinhart’ın (RR)
makalesindeki sonuç, ikinci görüşü savunan ABD’deki cumhuriyetçilere ve
Avrupa’daki kemer sıkma politikalarını uygulayan yetkililere iyi bir
cephane vermişti. Avrupa Birliği’nin (AB) icra organı olan Avrupa
Komisyonu’nun ekonomik ve parasal ilişkilerden sorumlu üyesi Oli Rehn,
daha geçen şubat ayında Euro Bölgesi maliye bakanlarına yazdığı bir
mektupta, uygulanan politikaları savunurken, RR'nin makalesindeki bu
sonuca atıfta bulunmuştu. ABD’de Temsilciler Meclisi Bütçe Komisyonu
Başkanı olan cumhuriyetçi Paul Ryan da Haziran 2011’de bir toplantı
öncesinde yaptığı açıklamada RR'nin makalesindeki bu sonuca referans
vermişti.
HESAP HATASI
Fakat Massachusetts
Üniversitesi’nden Thomas Herndon, Michael Ash ve Robert Pollin, 15
Nisan’da yayınladıkları bir araştırma raporunda, RR'nin makalesindeki bu
sonucun hatalı olduğunu ortaya koydu. Bu hatayı, genç bir doktora
öğrencisi olan Herndon, RR’nin veri seti üzerinde çalış��rken fark
etmişti. Herndon, Ash ve Pollin’in (HAP) hesapları, borç yükü yüzde 90’ı
aştığında büyümenin o kadar çarpıcı bir şekilde düşmediğini, ılımlı bir
şekilde yüzde 2,2’ye indiğini gösteriyor.
HAP, RR'nin
makalesinde üç hata bulunduğunu söylüyor. Bunlardan birincisini, excel
programında kamu borcunun GSYİH’ye oranının yüzde 90’ı aştığı dönemlerin
ortalama büyüme oranı hesaplanırken bazı satırların atlanması
oluşturuyor. İkinci hata, borç yükü eşikleri için ortalama büyüme
hesaplanırken, bu eşiklere düşen yıl sayısına dikkat edilmeyip her
ülkeye eşit ağırlık verilmesinden oluşuyor. Üçüncü hata ise hesaplama
yapılırken sonuç üzerinde etkili olan bazı gözlemlerin dikkate
alınmamasını içeriyor.
Bunlardan ilki olan excel hatasının sonuç
üzerinde çok fazla bir etkisi yok. Çünkü bu hata düzeltildiğinde yüzde
90 eşiğinin üzerindeki büyüme oranı sadece 0,3 puanlık artış gösteriyor
ve yüzde 0,2’ye çıkıyor. Esas fark ağırlıklandırma hatası ile hatadan
çok bir etik problemine işaret eden, bazı gözlemlerin hesaplamada
dikkate alınmamasından doğuyor.
TARTIŞMANIN BOYUTLARI
HAP’ın
çalışmasının yayınlanmasından sonra RR’nin makalesi oldukça sert
eleştirilere uğradı. Bu eleştirilerin iki boyutu var. Birinci boyut
akademik camiayı ilgilendiriyor ve daha çok RR’nin yaptığı türden
hataların nasıl önlenebileceğini içeriyor. Burada akademik dergilerdeki
hakemlik süreci ve araştırmacıların kullandığı veri setlerinin
incelenmesi gibi konular üzerinde duruluyor. Ayrıca kamu borcu ve büyüme
ilişkisinde nedenselliğin yönüne (borç yükündeki artış mı büyümeyi
düşürüyor yoksa büyümedeki düşüş mü borç yükünü artırıyor) ilişkin
tartışma da bu vesileyle yeniden alevlenmiş bulunuyor.~
Eleştirilerin
ikinci boyutu ise gelişmiş ülkelerde durgunluktan çıkmak için uygulanan
ekonomi politikaları üzerinde dönüyor. RR’nin çalışması daha önce nasıl
kemer sıkma politikalarını savunanlara cephane olduysa HAP’ın çalışması
da şimdi maliye politikasının gevşetilmesini isteyenlerin eline koz
verdi. Bunlar, ABD’nin göreceli olarak daha iyi durumda olmasına bakarak
zaten Avrupa’nın yanlış yolda olduğunu epeydir söyleyip duruyordu.
Şimdi
HAP’ın çalışmasının kemer sıkma politikalarının bilimsel dayanağının
çürük olduğunu göstermesinden sonra elleri daha da güçlendi. Avrupa’nın
üç yıldır boşuna kemer sıkmakta olduğu görüşü ekonomik kamuoyunda
yayılmaya başladı.
KEMER SIKMANIN SONU MU?
Esasında
Avrupa’da son dönemde kemer sıkma politikalarının gevşetilmesine yönelik
bir eğilim var. Geçen yıl Fransa’da yapılan seçimlerde Nicolas
Sarkozy’in iktidarı kaybetmesi ve yerine Sosyalist Parti adayı
Hollande’ın gelmesiyle kemer sıkma politikalarını ısrarla savunan
Almanya Başbakanı Angela Merkel en önemli müttefikini kaybetmişti. Bu
yıl da İtalya’da kemer sıkma politikalarını uygulayan teknokrat hükümeti
gitti ve bu politikalara karşı çıkan Enrico Letta tarafından güç de
olsa bir koalisyon hükümeti kuruldu. Yalnız kalan Almanya da ufak ufak
tavizler vermeye başladı. Bu gelişmeler, kemer sıkmanın sonuna
gelindiğine ilişkin yorumların yapılmasına yol açtı.
Fakat RR’nin
bulguları yanlış çıktı diye Avrupa’daki bu eğilimin güç kazanacağını ve
ekonomi politikalarının hemen tersyüz edileceğini düşünmek saflık olur.
Her şeyden önce HAP’ın bulguları da RR’nin bulguları kadar çarpıcı
olmasa da aşırı borç ile büyüme arasında negatif bir korelasyon olduğunu
gösteriyor. Ayrıca aşırı borcun iyi bir şey olmadığını mantıksal olarak
savunmak da mümkün. Bu mantığın hemen kırılması ve kemer sıkma
politikalarının yerine gevşek maliye politikalarının geçirilmesi pek
olası görünmüyor.
AVRUPA'NIN İŞİ ZOR
Üstelik böyle bir
politika değişikliği gerçekleşse bile bunun hemen sonuç vereceğini ve
Avrupa’yı durgunluktan çıkaracağını düşünmek de doğru değil. Avrupa’da
bazı ülkelerde borç yükü o kadar ağır ki bu ülkelerin ekonomiye güveni
geri getirmek için bir şekilde bu borçların önemli bölümünden kurtulması
gerekiyor. Bunu yapmadan maliye politikalarını gevşetmek sorunu daha da
ağırlaştırmaktan başka bir sonuç vermez gibi görünüyor.
Konjonktür’ün
ikinci sayfasındaki tabloda görebileceğiniz gibi gelişmiş ülkeler ile
yükselen piyasa ülkelerinden oluşturduğumuz 57 ülkelik gruptaki +90
Kulübü’nün 10 üyesinden 7’si Avrupa’da bulunuyor. Bu yedi ülkeden altısı
ise Euro Bölgesi içinde yer alıyor. Bunlardan bazılarının (Yunanistan,
İtalya, Portekiz ve İrlanda) borç yükü o kadar ağır ki bu kulüpten
çıkmaları biraz zor olacağa benziyor. Borç yükü yüzde 60’lık Maastricht
kriteri ile yüzde 90 arasında olan 12 ülkenin büyük kısmı da yine
Avrupa’da ve üstelik de Euro Bölgesi içinde. IMF, bunlardan İspanya’nın
bu yıl içinde +90 Kulübü’ne terfi etmesini bekliyor. Euro Bölgesi
ülkelerinden sadece beşi kamu borç yükü konusunda rahat görünüyor. Fakat
IMF bunlardan Slovenya’nın borç yükünün bu yıl içinde yüzde 60’ı
aşacağını tahmin ediyor.~
TÜRKİYE'NİN DURUMU
Türkiye,
kamu borç yükü konusunda rahat ülkelerden biri. Borç yükü yüzde 30-60
arasında olan gelişmiş ülkeler ile yükselen piyasa ülkeleri arasında alt
sıralara yakınız.
2001 krizi sırasında borç yükümüz yüzde 80’e
yaklaşmıştı ama sonradan durumu toparladık. 2004 yılında kamu borcunun
GSYİH’ye oranını yüzde 60’ın altına indirdik. Küresel kriz dönemini
hafif bir sıçramayla atlattık. IMF’nin tahminlerine göre önümüzdeki beş
yılda da bu konuda bir sorunumuz olmayacak.
Türkiye’nin kamu
borcunun düşük olması, diğer ülkelerden olumlu anlamda ayrışmasını
sağlıyor. Ancak bu da bir sakınca yaratıyor. Gelişmiş ülkelerdeki gevşek
para politikası uygulamasıyla piyasaya saçılan paraların en çok
yöneldiği adreslerden biri de bu olumlu ayrışma nedeniyle Türkiye
oluyor. Merkez Bankası, bu giren paranın aniden geri çıkma olasılığından
ürktüğü için elinden geldiğince önüne set çekmeye çalışıyor. Öte yandan
Avrupa’nın yaşadığı sıkıntılar da en önemli ihracat pazarımız olduğu
için bizi çok fazla etkiliyor. Bu nedenle kamu borç yükü açısından pek
sorunumuz olmaması, her şeyin güllük gülistanlık olmasına yetmiyor.
CARİ AÇIK İLK ÜÇ AYDA | YATAY SEYRETTİ
Yılın
ilk üç ayında dış ticaret ve ödemeler dengesi verilerinde dalgalı bir
seyir yaşandı. Bu verilerde ihracatın giderek I zayıfladığını görüyorduk
ama ocak ve şubat aylarında sanki ithalat yeniden yükselişe geçmiş
gibiydi. Buna bağlı olarak cari açık da düşmeyi durdurmuş ve yeniden
yükselmeye başlamış gibi görünüyordu. Fakat mart ayında durum değişti.
Bu ayda ithalat beklenmedik bir şekilde düşünce cari açık da yeniden
geriledi.
Mart ayında ihracat geçen yılki düzeyinin yüzde 0,3
altında kalırken ithalat da yıllık bazda yüzde 0,6 düşüş gösterdi.
Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin (TİM) öncü gösterge niteliğindeki
verileri dolayısıyla ihracatta durumun pek iyi olmadığı önceden
biliniyordu. Fakat iç talepten gelen toparlanma sinyalleri nedeniyle
ithalatın yine bir miktar yükseleceği tahmin ediliyordu. Bu nedenle
ithalattaki düşüş sürpriz oldu.
Mart ayında ithalatta düşüş
yaşanması ekonomide sanıldığı kadar bir toparlanma olmadığı anlamına
geliyor. Altın hariç ithalattaki düşüşün daha fazla olması bu yorumu
güçlendiriyor. Zaten daha sonra açıklanan sanayi üretimi verileri de
bunu teyit etmiş bulunuyor. Ekonomideki büyüme açısından olumsuz olan bu
gelişme cari açık açısından elbette olumlu. Cari açık 15 aylık düşüşten
sonra şubat ayında yükseliş göstermişti. İthalatta yaşanan gerilemeyle
birlikte ise mart ayında yeniden düştü.
İlk üç aya bir bütün
olarak baktığımızda cari açığın yatay seyrettiğini söyleyebiliriz.
Yıllık bazdaki cari açık 2012 yılını 47,5 milyar dolar düzeyinde
kapatmıştı. Ocak ayında bir miktar düşüş, şubat ayında yükseliş ve mart
ayında tekrar düşüşle, ilk çeyreği de buna yakın ve 47,1 milyar dolar
düzeyinde kapattı. Ekonomideki toparlanmanın zayıflığına bakarsak,
önümüzdeki aylarda da yatay seyir görme olasılığımız yüksek gibi
görünüyor.
Yalnız cari açık yatay seyrederken finansman tarafında
biraz olumsuz gelişmeler yaşandığını belirtmemiz gerekiyor. Esasında
cari açığı finanse edebilecek düzeyin de üzerinde yabancı sermaye
geliyor. Fakat altı aydır bunun yüzde 60 dolayındaki bir bölümünü "sıcak
para" adı verilen kısa vadeli sermaye oluşturuyor. Merkez Bankası, bu
girişleri önlemeye çalışıyor ama pek de başarılı olamıyor. Bizim
hesaplarımıza göre, yıllık bazdaki sıcak para girişi mart ayında 50,9
milyar dolara ulaşıp yeni bir rekor kırmış bulunuyor. Cari açığın
finansmanında en sağlam kaynak olan doğrudan yatırımlar ise giderek
düşüyor.~
SANAYİ, BÜYÜME İÇİN KÖTÜ SİNYAL VERDİ
Türkiye
İstatistik Kurumu'nun (TUİK) geçen ay mart ayı verilerini
yayınlamasıyla sanayi üretiminde ilk çeyrek döneme ait veriler belli
olmuş oldu. Ham verilere göre sanayi üretimi mart ayında yıllık bazda
sadece yüzde 0,2 artış gösterirken, ilk çeyrekteki yıllık artış da yüzde
1,3'te kaldı. Takvim etkisinden arındırılmış verilere göre mart
ayındaki yıllık artış yüzde 1,4 ve ilk çeyrekteki yıllık artış yüzde 2,5
olarak gerçekleşti. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış verilere
göre ise sanayi üretimi mart ayında önceki aya kıyasla yüzde 0,9
düşerken, ilk çeyrekte önceki çeyrek döneme kıyasla yüzde 1 arttı.
Uç
aylık döneme ilişkin veriler, bizi, ekonominin genelindeki büyüme
konusunda yol gösterici olduğu için ilgilendiriyor. Ham verilerdeki
yıllık artışın ilk çeyrekte yüzde 1,3'te kalması, ekonominin genelindeki
büyümenin bu dönemde yine çok yavaş çıkacağını düşündürüyor. Çünkü
sanayi üretimindeki değişim ile Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'daki (GSYİH)
reel değişim arasında önemli bir paralellik var. Nitekim geçen yılın
dört çeyrek döneminde sanayi üretimindeki değişim, sırasıyla yüzde 3,9,
yüzde 3,6, yüzde 1,9 ve yüzde 0,9 olurken, ekonominin genelindeki büyüme
ise aynı sırayla yüzde 3,3, yüzde 2,9, yüzde 1,6 ve yüzde 1,4 olmuştu.
Bu yılın ilk çeyreğindeki sanayi üretimi artışı, ekonominin genelinde
yine yüzde 1-2 arasında bir büyüme çıkabileceği sinyalini veriyor.
Yalnız takvim etkisine göre düzeltilmiş verilere bakarsak, bunda bu
yılın ilk çeyreğinde işgünü sayısının geçen yılın aynı döneminden düşük
olmasının etkisinin olduğunu anlıyoruz.
Takvim etkisine göre
düzeltilmiş sanayi üretimindeki yıllık artış geçen yılın son
çeyreğindekinden daha yüksek. Bu, sanayide bir miktar toparlanma
yaşandığı anlamına geliyor. Dolayısıyla takvim etkisine göre düzeltilmiş
büyüme de daha yüksek çıkabilir. Fakat takvim etkisine göre düzeltilmiş
büyüme de öyle çok yüksek olacağa benzemiyor. Mevsim ve takvim
etkisinden arındırılmış verilere baktığımızda da ilk çeyrekte geçen
yılın son çeyreğine göre bir miktar toparlanma olduğu sonucuna
varıyoruz. Ancak bu verilerden de söz konusu toparlanmanın çok güçlü
olmadığı sinyali geliyor.
Geçen yıl ekonomi iç talepteki düşüş
nedeniyle yavaşlarken ihracattaki yüksek performans bu yavaşlamanın bir
resesyona dönüşmesini engellemişti. Bu yılın ilk çeyreğinde ise iç
talepte biraz toparlanma yaşandı ama bu kez de ihracattaki performans
düştü. Geçen yıl çift hanede gezinen reel ihracattaki artış, en önemli
pazarımız olan Avrupa'daki resesyonun uzaması nedeniyle bu yılın ilk
çeyreğinde yüzde 3,8'e kadar indi. Bu dönemde ekonomideki büyümenin yine
düşük kalması işte bundan kaynaklandı gibi görünüyor. İç talepteki
toparlanma sürerken ihracatın hala zayıf seyretmesi, yılın kalan
döneminde de ekonomideki büyümeyi sınırlayacağa benziyor.~
IMF'YE BORCUMUZ ASLINDA SIFIRLANMADI
Mayıs
2005 ile Mayıs 2008 arasında uygulanan son stand-by anlaşmasında alınan
borcun 421 milyon dolarlık son taksitinin IMF'ye geri ödenmesi, geçen
ayın önemli olaylarından biriydi. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan
ödemeyi kameralar önünde yapıp olayı şova dönüştürürken, gazeteler
IMF'ye borcumuzun 52 yıldır ilk kez sıfırlandığını yazdı, vatandaş ise
IMFnin arkasından cenaze namazı bile kıldı. Esasında IMF'ye 52 yıldır
sürekli borçlu değildik. IMF'ye borcumuzu daha önce iki kez
sıfırlamıştık. Bunlardan ilki 1972, ikincisi ise 1990 yılında
gerçeklemişti. İlk borçsuz dönem üç, ikinci borçsuz dönem ise dört yıl
sürmüştü.
İşin ilginç tarafı, kağıt üzerinde de olsa bu kez
IMF'ye borcumuz gerçekte sıfırlanmadı da. Çünkü IMFden 2009 yılında SDR
(Special Drawing Rights: Özel Çekme Hakları) tahsisatı almıştık. IMF o
yıl, biri küresel finansal krizin etkilerini azaltmaya yardımcı olmak
için diğeri de 1997 yılında alınan eski bir karar uyarınca, üye ülkelere
iki parti halinde SDR tahsisatı yapmıştı. Bu tahsisattan Türkiye'ye 959
milyon SDR düşmüştü. Değeri ABD Doları, Euro, İngiliz Sterlini ve Japon
Yeni'nden oluşan bir sepete göre belirlenen SDR kurundaki oynamalara
bağlı olarak, bu SDR tahsisatının tutarı 1,5 milyar dolar civarında
dalgalanıyor. İşte bu SDR tahsisatı, karşılığında bir faiz ödenmemekle
birlikte, istatistiklerde borç olarak gözüküyor. Dolayısıyla bu SDR'ler
bir şekilde elden çıkarılmadığı müddetçe, kağıt üstünde de olsa, IMF'ye
borçlu olmaya devam edeceğiz.
Türkiye, 1945 yılında kurulan
IMF'ye 11 Eylül 1947'den beri üye. Üyeliğimizin ilk dönemlerinde "altın
tranşları" denilen bir mekanizmayla IMF'nin mali kaynaklarından
yararlanıyorduk. IMF üyeleri 1978'e kadar fondaki mevduatlarının yüzde
25'lik bölümünü altın olarak tutuyordu ve bu bölüme altın tranşı adı
veriliyordu. 1978'den beri konvertibl dövizlerle de tutulabilen bu
bölümü, üye ülkeler başları sıkıntıya düştüğünde herhangi bir sınırlama
olmaksızın kullanabiliyor.
Türkiye, 1948, 1953, 1954, 1957 ve
1958'de bu imkandan yararlanmıştı. 1961 yılından itibaren ise IMF ile
stand-by anlaşmaları yapmaya başladık. Bunların sayısı şimdiye kadar
19'u buldu. 1961-1969 döneminde her yıl peşpeşe yapılan ilk dokuz
stand-by, olası dış açıklara karşı bir önlem niteliğini taşıyordu.
1970
yılından itibaren ise stand-by'ları ya yeni başlayan ya da devam eden
istikrar programlarına mali destek sağlamak için yapmaya başladık. Bu
istikrar programların çoğu başarısız oldu, bir bölümü kısmi başarı
sağladı, ama kesin başarıyı ancak son iki stand-by'da yakaladık.
19
stand-by anlaşmasıyla 45,5 milyar SDR tutarında IMF kredisine imza
attık, bunların 38,6 milyar SDR'sini kullandık. En yüklü stand-by, 20,8
milyar SDR kredi içeren ve bunun 17,5 milyar SDR'sini kullandığımız,
Aralık 1999'da imzalanan 17'nci stand-by olmuştu. IMF'ye borcumuz ise en
yüksek düzeyine 2003 yılı sonunda 24 milyar dolar ile çıkmıştı.~
KREDİ NOTUNDA BİRİNCİ LİGE GERİ DÖNDÜK
Geçen
ayın önemli olaylarından biri de kredi derecelendirme kuruluşu
Moody's'in Türkiye'nin notunu yatırım yapılabilir seviyeye çıkarması
oldu. Kasım ayında Fitch'in Türkiye'nin notunu yatırım yapılabilir
seviyeye çıkarmasından sonra, bu seviyeye işaret eden ikinci notun ne
zaman geleceği merakla beklenip duruyordu. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın ABD ziyareti öncesinde bu beklenti iyice doruğa çıkmıştı.
İlginç bir şekilde, tam da beklendiği gibi bu ziyaret sırasında beklenen
not artışı geliverdi.
Moody's Türkiye'nin kredi notunu 1994
krizinin patladığı Ocak 1994'te yatırım yapılabilir seviyenin altına
çekmişti. O zamanda bu yana da neredeyse 20 yıldır notumuzu bu seviyenin
altında tutuyordu. Yaklaşık 20 yıl sonra iki kuruluştan birden yatırım
yapılabilir notu almakla, kredi notunda birinci lige geri dönmüş olduk.
Ancak bu alanda süper lige çıkmak için daha epeyce yolumuz var.
Türkiye'nin
ikinci bir kuruluştan da yatırım yapılabilir notu almasının önemi
şuradan geliyor. Bazı kurumsal yatırımcılar, bir ülkeye yatırım yapmak
için bu ülkenin en az iki kuruluştan yatırım yapılabilir notu almasını
şart koşuyor. Şimdi bu şart gerçekleştiği için bu kuruluşların
Türkiye'yi yatırım portföylerine almalarının önünde bir engel kalmamış
bulunuyor. Bunun da önümüzdeki dönemde yabancı sermaye girişlerini
artırması bekleniyor.
Kuşkusuz bu gelişme uzun vade açısından
olumlu. Fakat bu yabancı sermaye girişlerinin çoğunun portföy
yatırımlarından oluşacak olması kısa vadede sıkıntı yaratacağa benziyor.
Türkiye'nin zaten şu sıralarda kısa vadeli sermaye girişleri açısından
eksiği değil fazlası var. Merkez Bankası, "sıcak para" adı verilen bu
kısa vadeli sermaye girişlerinin finansal istikrar açısından yarattığı
riskleri bertaraf etmek için uğraşıp duruyor. Şimdi bunun için çok daha
fazla çaba harcamak zorunda kalacak.
Para Politikası Kurulu'nun
(PPK) mayıs ayı toplantısı da tam bu kredi notunun açıklandığı güne denk
geldi. PPK toplantısından para politikası faizinde ve gecelik faizlerde
50 baz puanlık indirim kararı çıktı. Yabancı yükümlülüklere uygulanan
zorunlu karşılık oranları ile TL yükümlülüklere uygulanan zorunlu
karşılıkların döviz cinsinden tutulmasına imkan veren Rezerv Opsiyonu
Mekanizması (ROM) çerçevesindeki katsayılar ise yükseltildi. Bu kararlar
TL'nin değer kazanmasını önlemeye yönelik gibi görünüyor. Bu kararların
alınmasında Moody's'in not artışının önceden biliniyor olmasının da
rolü olabilir. PPK'nın toplantısı Moody's'in açıklamasının öncesindeydi
ama bildiğimiz kadarıyla kredi derecelendirme kuruluşları bu tür
açıklamaları yapmadan 24 saat önce ilgili ülkenin ekonomi yönetimine
durumu bildiriyor.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?