Yatırıma Davet

Geçen yıl yüzde 7.8 oranında büyüyen Türkiye ekonomisi, bu yıl da yüksek bir büyüme oranı tutturacak gibi. Gerçi ekonomi ikinci çeyrekte yavaşladı ama üçüncü çeyrekte büyümenin yeniden hızlandığına...

1.10.2003 03:00:000
Paylaş Tweet Paylaş
Geçen yıl yüzde 7.8 oranında büyüyen Türkiye ekonomisi, bu yıl da yüksek bir büyüme oranı tutturacak gibi. Gerçi ekonomi ikinci çeyrekte yavaşladı ama üçüncü çeyrekte büyümenin yeniden hızlandığına dair belirtiler var. Bizce yıl sonunda hükümetin yüzde 5’lik hedefinin üzerinde ve yüzde 6-7 arasında bir büyüme yaşanması mümkün.  
 
Ancak, ekonomideki hızlı büyüme ivmesinin gelecek yıla sarkması konusunda endişelerimiz var. Çünkü, geçen yılki ve bu yılki hızlı büyüme, 2001 krizi sırasında atıl hale gelen kapasitelerin yeniden kullanılmaya başlamasıyla sağlandı. Henüz bu atıl kapasitelerin tamamı kullanılır hale gelmedi ama bunun gerçekleşmesi yakın.  
 
Son 2 yılda ekonominin üretim kapasitesini artıracak boyutta bir yatırım ise yapılmadı. 2001 yılında yüzde 32 düşen yatırım harcamaları, geçen yıl yerinde saydı. Bu yılın ilk 6 ayına ilişkin veriler de (sadece yüzde 7 artış var) yatırımlarda yeterli bir artışa işaret etmiyor. Bu durumda atıl kapasitelerin tamamının kullanıma gireceği 2004 yılında ekonominin üretim düzeyinin 2003’e göre çok fazla artırılması zor görünüyor.  
 
Hızlı büyümeye mecburuz  
 
Oysa Türkiye, ekonomisini hızlı büyütmeye mecbur. Bugün yaşadığımız pek çok sorunun çözümü hızlı büyümede yatıyor. Giderek ağırlaşan işsizlik sorununun çözümü ekonominin her yıl yüzde 7-8 büyümesine bağlı. Zaten halihazırda 2.4 milyon işsizimiz var. Bunlara ek olarak her yıl 250 bine yakın gencimiz işgücü piyasasına giriyor. İçinde bulunduğumuz demografik geçiş süreci nedeniyle bu sayı önümüzdeki yıllarda daha da artacak. Yüzde 4-5’lik bir büyüme hızı işgücü piyasasına yeni gireceklere iş imkanı sağlamaya bile yeterli gelmiyor. İşgücü arzındaki artışın emilmesi ve işsiz sayısının azaltılması daha yüksek büyüme oranlarını gerektiriyor. Tabii hızlı büyüme de yeni yatırımlara bağlı.  
 
İhracatta istikrarlı bir artış yaşanması da yeni yatırımlarla mümkün. Halen ihracatta olağanüstü bir artış var ama yatırımlar canlanmadığı takdirde bunun sürdürülmesi çok zor. Çünkü, bir süre sonra üretim iç piyasanın ihtiyaçlarına bile yetmez olacak ve sanayici ihracata yönelmekten vazgeçecek. Her şeye rağmen ihracata devam kararı alınması halinde ise iç piyasada mal kıtlıkları başlayacak ve fiyatlar yükselecek.  
 
Enflasyonu aşmak için  
 
Enflasyondaki düşüş sürecinin devam etmesi için de hızlı büyüme ve dolayısıyla yeni yatırımlar gerekli. Çünkü, mal ve hizmet arzı ancak yeni yatırımlarla artırılabiliyor. Geçen yıl ve bu yıl talepte yaşanan artış, atıl kapasitelerin kullanılmasıyla üretim kolayca artırılabildiği için fiyatlara yansımadı. Ancak, kapasite fazlası ortadan kalkınca işletmeler talepteki artışa üretimi artırarak değil fiyatları yükselterek cevap verebilecek. Bu durum ise enflasyonu tek haneye indirmeyi hayal haline getirebilecek.  
 
Kamu maliyesinde yaşanan sıkıntılı durumun düzelmesi de ekonominin hızlı büyümesine bağlı. Çünkü, devletin vergi gelirlerinin artması ekonominin büyümesiyle mümkün oluyor. Yavaş büyüyen bir ekonomide vergi gelirlerini çok fazla artırma imkanı da bulunmuyor. Ayrıca, hızlı büyüme, borç/milli gelir hesabında paydayı büyüttüğü için iç ve dış borçların ağırlığını da azaltıyor. Kısacası yatırımların artması ekonominin geleceği açısından büyük önem taşıyor.  
 
Eğilim güçlü, fiili yatırım az  
 
Aslında eldeki veriler, bu yıl yatırım eğiliminde büyük bir artış olduğunu gösteriyor. Hazine Müsteşarlığı’nın verdiği yatırım teşvik belgelerindeki toplam yatırım tutarı, yılın ilk 7 ayında yüzde 162 artış gösterdi. Aynı dönemde yaşanan enflasyon dikkate alınıp reel artış hesaplandığında da yüzde 108 gibi yüksek bir oran çıkıyor.  
 
Bu durum işletmelerin 2001 krizi sırasında rafa kaldırdıkları yatırım projelerine yeniden el attıklarını ve hatta yeni projeler geliştirmeye başladıklarını gösteriyor. Teşvik belgelerine bakıldığında, Anadolu ve Rumeli’yi yeni bir yatırım heyecanının sardığı anlaşılıyor.  
 
Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, fiiliyata geçirilen yatırım kararları henüz çok düşük. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verileri, yılın ilk yarısında yatırım harcamalarının sadece yüzde 7 arttığını gösteriyor.  
 
Çekingenliğin nedeni  
 
İşadamlarının aldıkları yatırım kararlarını hayata geçirmekte çekingen davranmaları, geleceği görüş mesafesinin hala çok kısa olmasından kaynaklanıyor. Aslında son 1 yılda yaşanan olumlu gelişmelerden sonra bu mesafenin uzaması gerekirdi ama medyada boy gösteren iktisatçılar ve işadamları maşallah buna engel olmak için ellerinden geleni yapıyor.  
 
Bu kişiler geleceği sürekli birtakım gelişmelerin ipoteği altındaymış gibi gösteriyor. Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nin alacağı bir karar, yeni bir krizin tohumlarını ekebilecek bir olay gibi sunuluyor. TBMM’nin Irak’a asker gönderip göndermeme konusunda alacağı karara da aynı muamele yapılıyor. İlk tezkerenin reddi öncesinde yapılan doların 2.5 milyon liraya çıkacağı kehanetinin gerçekleşmemiş olması, bu kişileri durdurmaya yetmiyor.  
 
Kriz kehanetleri de hiç bitmiyor. Kriz için randevu verilen tarih gelip de ortada kriz görülmeyince utanıp susmak yerine hemen yeni bir tarih veriliyor. Örneğin, kısa bir süre öncesine kadar eylülde krizin kapıyı çalacağını iddia edenler vardı. Eylül gelip de kriz falan görülmeyince, bu kez randevu tarihi şubata ertelendi.  
 
Böyle bir ortamda milyonlarca doların harcanmasını gerektiren bir yatırıma başlama kararını vermek elbette çok zor.  
 
1996 ruhuna ihtiyaç var  
 
Türkiye’nin şu anda yaşadıkları 1996 yılında yaşadıklarına benziyor. 1996 yılında da ekonomi derin bir kriz sonrasındaki ikinci büyüme yılını yaşıyordu. O zaman da atıl kapasitelerin kullanımında sona yaklaşılmıştı ve büyümenin devam etmesi için yeni yatırımlara ihtiyaç duyuluyordu.  
 
1996’da ihtiyaç duyulan yatırımlar gerçekleşmişti. Bunun nedeni ise 1996 yılı başında Avrupa Birliği (AB) ile Gümrük Birliği’nin (GB) hayata geçirilmesi olmuştu. GB’nin ihracatta patlamaya yol açacağı beklentisi, büyük bir yatırım hamlesine yol açmıştı. Araya Asya Krizi’nin girmesi ihracatta beklenen patlamanın gerçekleşmesini 5 yıl geciktirdi ama o zaman yapılan yatırımlar meyvesini verdi. Ekonomi 1950’li yıllardan beri ilk kez 3 yıl üst üste hızlı büyümeyi başardı. Belki de Asya ve Rusya krizleri kapıyı çalmasa daha uzun bir hızlı büyüme dönemi de gerçekleşebilecekti.  
 
Fatih Terim’in Galatasaray’da ortaya çıkarmaya çalıştığı “96 ruhu”na ekonomide de büyük ihtiyaç var. 1996’dakine benzer bir yatırım hamlesine girişilmesi, iki yıldır süren hızlı büyümenin önümüzdeki yıllara da sarkmasını sağlayacak. Yatırımlarla birlikte enflasyonda ve kamu maliyesinde yaşanan iyileşmeler, 7-8 yıl sürecek bir hızlı büyüme döneminin başlamasına yol açabilecek.  
 
Ortam daha uygun  
 
Esasında şu andaki durum yatırım için 1996 yılındakinden çok daha uygun. 1996 yılında siyasi istikrarsızlık had safhadaydı. Bir yılda üç hükümet görev yapmıştı. Enflasyonda bir düşüş belirtisi yoktu. Faizler yüzde 100’ün üzerindeydi. İç borç sürekli yükseliyor, kamu maliyesinde duvara toslanmak üzere olduğu kanaati yerleşiyordu. Bütün bu olumsuz faktörler, yatırımlarda patlama yaşanmasına engel olamamıştı.  
 
Bugün ise uzun yıllardan sonra bir tek parti iktidarını yaşıyoruz. Siyasi istikrar sorunu yok. Enflasyon çeyrek yüzyıl önceki düzeyine inmiş durumda ve düşüş eğilimi de sürüyor. Faizler günbegün düşüyor. İç borcun milli gelire oranı da giderek azalıyor.  
 
Bütün bu olumlu gelişmelere karşın geleceğe kuşkuyla bakanlar hala var tabii. Bizce yatırımcının bu kötümser beklentilere artık kulak tıkaması gerek. Çünkü Türkiye gibi uzun yıllardır istikrarsızlığın hakim olduğu bir ülkede geleceğe yönelik kuşkuların tamamen ortadan kalkmasını beklemek çok doğru değil. Sürekli kriz kehanetinde bulunanlar hep olacak. Ancak bugün aşırı ciddiye alınan bu kişiler, ekonomi uzun soluklu bir hızlı büyüme dönemi geçirdiği takdirde popülaritelerini kaybedecekler.    
 
Cesaret mutlak şart  
 
Girişimcinin ortalığın tamamen güllük gülistanlık olmasını bekleyecek lüksü yok. Girişimciyi girişimci yapan yeteneklerin başında cesaret ve risk alma yeteneği geliyor. Bu yeteneklerini sergileyip bugünden yatırıma girişenler, ekonomi tamamen canlandığında bunun faydasını görecek. Bu kişiler artan talebi karşılayacak üretimi gerçekleştirebilecek.  
 
Gerekli cesareti gösteremeyip yeni yatırımlara girişmeyenler ise ekonomi tamamen canlandığı zaman tüketicinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanacaklar. İç piyasaya yetişmeye çalıştıklarında ihraç pazarlarında kan kaybedecekler. İhracata devam kararı aldıklarında ise iç piyasadaki müşterilerini rakiplerine kaptıracaklar.  
 
EKONOMİ İKİNCİ ÇEYREKTE HIZ KESTİ  
 
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) verilerine göre, Türkiye ekonomisi yılın ikinci çeyreğinde yüzde 3.7 oranında büyüdü. İlk çeyrekte büyüme oranı yüzde 7.4 düzeyindeydi. İkinci çeyrekte büyüme oranının ilk çeyrektekinin yarısı kadar çıkması, ekonomide önemli bir yavaşlamaya işaret ediyor.  
 
Aslında nisan ve mayıs aylarında sanayi üretimindeki artışın düşük kalması, ilk başta ikinci çeyrekte ekonominin yavaşladığı sinyalini vermişti. Ancak, haziran ayında sanayide çift haneli üretim artışı yaşanınca, ikinci çeyrektekine yakın bir büyüme oranının gerçekleşebileceğini düşünmüştük. Fakat sonuçta ilk tahminimizde olduğu gibi ekonominin ikinci çeyrekte yavaşladığı ortaya çıktı.  
 
DİE’nin verileri ikinci çeyrekteki yavaşlamanın gerisinde sanayi ve ticaret sektörlerinde yaşanan gelişmelerin etkili olduğunu gösteriyor. Sanayide ilk çeyrekte yüzde 7.8 olan büyüme oranının ikinci çeyrekte yüzde 4.4’e düştüğü görülüyor. Ticarette ise ilk çeyrekte yüzde 10.8 olan büyüme oranının ikinci çeyrekte yüzde 6’ya gerilediği dikkati çekiyor.  
 
İlk çeyrekte yüzde 7 artan tarımsal üretimin ikinci çeyrekte yüzde 2.8 azalması da büyümenin hız kesmesinde etkili olan faktörlerden biri. Elbette inşaat ve finans sektörlerinde küçülmenin devam etmesi de ekonomiyi olumsuz etkiledi.  
 
Ancak, ikinci çeyrekte ekonomide görülen yavaşlama nedeniyle bir endişeye kapılmaya gerek yok. Eldeki veriler ekonominin yılın ikinci yarısına iyi bir başlangıç yaptığını gösteriyor. İmalat sanayi kapasite kullanım oranı, temmuz ayında yüzde 80, ağustos ayında yüzde 79.1 olarak gerçekleşti. Temmuz ayında sanayi üretimi yüzde 11.9 arttı. Talep göstergelerinde de iyiye doğru bir gidiş var. Bu gelişmeler ekonominin üçüncü çeyrekte yeniden hızlandığını düşündürüyor. Bu yıl ekonominin hükümetin yüzde 5’lik hedefinden daha hızlı büyüme ihtimali hala sürüyor.  
 
IMF 2004 YILINDAN UMUTLU  
 
IMF (Uluslararası Para Fonu) yılda iki kez “World Economic Outlook” (Dünya Ekonomisinin Görünümü) adlı bir rapor yayınlar. Bu raporun sonuncusu geçen ay yayınlandı. Söz konusu raporda dünya ekonomisinin bugününe ve 2004 yılına ilişkin ayrıntılı değerlendirmeler var. Tabii giderek dünya ekonomisiyle daha entegre hale gelen Türkiye ekonomisine ilişkin yorumlar da raporda mevcut. Önce Türkiye’ye ilişkin tahminlerden başlayalım:  
 
* IMF uzmanlarına göre, Türkiye’nin GSYİH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) bazındaki büyüme oranı bu yıl yüzde 5.3 olacak. Hükümetin bu büyüklükle ilgili büyüme hedefi yüzde 5.1 düzeyinde. IMF’nin nisan ayında yayınlanan önceki raporunda, hükümetin hedefine uygun olarak, GSYİH için yüzde 5.1’lik büyüme tahmini yapılmıştı. Ekonominin bu yıl izlediği olumlu gidişat nedeniyle IMF’nin büyüme tahminini biraz yükselttiği anlaşılıyor. IMF uzmanları Türkiye ekonomisindeki olumlu gidişatın 2004 yılında da sürmesini ve yüzde 5 oranında büyümesini bekliyor.      
 
* IMF’nin 2003 yılı ortalama TÜFE (Tüketici Fiyatları Endeksi) enflasyonu tahmini yüzde 26. Bu oran hükümetin yüzde 24.7’lik hedefine yakın. Yüzde 20’lik yıl sonu enflasyon hedefiyle de uyumlu. IMF uzmanları 2004 yılında ise ortalama TÜFE enflasyonunun yüzde 13.4 olmasını bekliyor. Uygulanan istikrar programına göre gelecek yıl sonunda enflasyonun yüzde 12’ye düşürülmesi hedefleniyor. IMF’nin bu hedefin tutacağına inandığı görülüyor.  
 
* IMF uzmanlarına göre bu yıl cari açığın GSYİH’ye oranı ise yüzde 3.2 olacak. Nisan ayında yayınlanan önceki raporda cari açığın milli gelirin yüzde 1.8’i kadar olması bekleniyordu. Yılın ilk yarısında cari açık beklenenden hızlı bir artış gösterince, IMF’nin de tahminini yeniden gözden geçirdiği anlaşılıyor. Ancak IMF uzmanları gelecek yıl cari açığın kontrol altına alınmasını bekliyor. 2004 yılında cari açığın milli gelire oranının yüzde 1.9 olması bekleniyor.  
 
2004 yılında dış dünya  
 
IMF’nin dünya ekonomisine ilişkin tahminleri ise şöyle:  
 
* Dünya ekonomisinden durum gelecek yıl bu yıldan daha iyi olacak. Bu yıl yüzde 3.2 olan büyüme oranının 2004 yılında yüzde 4.1’e yükselmesi bekleniyor.  
 
* 2004 yılında dünya ekonomisinin hızlanması daha çok ABD’den kaynaklanacak. Son 3 yılı pek iyi geçirmeyen ABD ekonomisinin 2004 yılında daha iyi bir performans göstereceği ve yüzde 3.9 büyüyeceği tahmin ediliyor. Euro bölgesinin durgunluktan çıkması öngörülüyor. İngiltere’de de büyümenin yükselmesi beklenirken Japonya’ya ilişkin büyüme tahmini bu yılkinin altında kalıyor.  
 
* Dünya ekonomisindeki canlanmanın dış ticaret hacmini de artırması bekleniyor, ki bu bizim için iyi haber. Dünya ekonomisinde işler pek iyi olmamasına rağmen iki yıldır ihracatta iyi bir performans yakaladık. Gelecek yıl dünya ticaretinin canlanması ihracattaki artışı sürdürme imkanını verecek.  
 
* IMF uzmanları, bu yıl dünya ham petrol fiyatlarının geçen yılın üzerinde olacağını tahmin ediyor. 2004 yılında ise petrol fiyatlarında gerileme bekleniyor. Petrol ithalatçısı bir ülke olduğumuz için bu da bizim için olumlu bir haber tabii.  
 
* Dünya ekonomisindeki canlanmanın, bu yıl iyice yerlerde sürünen faizleri ise yükseltmesi bekleniyor. Dış borçlanmada faizi yükseltecek bu gelişme iyi değil. Ancak, ekonomideki olumlu gidişat sürdüğü takdirde risk primi düşeceği için uluslararası faiz oranlarındaki bu yükselişten yakayı sıyırmamız mümkün.  
 
MB’NİN KASASI TIKA BASA DÖVİZ DOLDU  
 
Türkiye’nin döviz rezervleri şu sıralarda tarihinin en yüksek seviyesinde bulunuyor. Döviz rezervleri 2 aydan bu yana rekor üstüne rekor kırıyor.  
 
Merkez Bankası’nın döviz rezervleri ağustos başında 29 milyar doların üzerine çıkmıştı. Eylül ayında ise ilk kez 30 milyar dolarlık düzey aşıldı. 12 Eylül’de önceki haftaya göre 1.6 milyar dolarlık bir sıçrama yaşandı ve döviz miktarı 31.4 milyar dolara kadar çıktı.    
 
Döviz rezervlerinde yaşanan bu artışın nedeni, kurlarda son 6 aydır yaşanan gelişmeler. Kaynağı üzerinde henüz bir görüş birliği olmasa da ortada müthiş bir döviz arzı var. Bazı kişiler kurların gerçek değerinde olmadığını iddia ediyor ama alıma geçmeye de cesaret edemiyor. Arz fazlasının kurları daha da düşürmemesi için piyasaya müdahale eden Merkez Bankası, neredeyse tek alıcı konumunda. Bankaların bankasının son 5 ayda ihaleler ve doğrudan müdahalelerle aldığı döviz miktarı 5 milyar doları aşıyor. Tabii bu da rezervlerini giderek şişiriyor.  
 
Eylül ayıyla birlikte kurlarda bir hareketlenme beklentisi vardı ama bu da gerçekleşmedi. Biz bu yazıyı yazdığımız sırada 1 doların değeri, 1 milyon 350 bin liranın biraz üzerindeydi. Yükseliş beklentisi ortadan kalkmıştı ve doların daha ne kadar düşebileceği konuşulmaya başlamıştı.  
 
Siyaset dünyasında bir karışıklık yaşanmadığı takdirde, kısa dönemde kurlarda bir sıçrama yaşanması zor görünüyor. Bu durum önümüzdeki birkaç ayda da Merkez Bankası’nın piyasadaki tek alıcı olarak kalacağını düşündürüyor. Bu takdirde döviz rezervlerinin ise yeni rekorlar kırması mümkün görünüyor.  
 
BÜTÇE AĞUSTOSTA BÜYÜK SÜRPRİZ YAPTI  
 
Ekonomide bu yıl işler büyük ölçüde iyi giderken moralleri bozan iki gösterge söz konusuydu. Bunlardan birincisi cari açıkta görülen sıçrama, ikincisi ise bütçedeki gidişatın hedeflere pek uygun olmamasıydı. Yılın ilk 7 ayında yaşanan gelişmeler, istikrar programı için kritik öneme sahip olan faiz dışı bütçe fazlasında hedefin tutmayacağı endişesine yol açmıştı.  
 
Ancak, ağustos ayında bütçede olumlu bir sürpriz yaşandı. Faiz dışı fazlada bir ayda 5 katrilyon liralık bir sıçrama gerçekleşti. Ocak-temmuz döneminde 10.5 katrilyon lira olan faiz dışı fazla tutarı, ocak-ağustos döneminde birden 15.5 katrilyon liraya çıkıverdi. Bu durum ise 20.3 katrilyon liralık yıl sonu hedefinin yeniden menzile girmesini sağladı.  
 
Bütçe verileri ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde ağustos ayında hem harcama hem de gelir tarafında olumlu gelişmelerin yaşandığı anlaşılıyor. Ağustos ayında hem faiz ödemelerinin hem de faiz dışı harcamaların önceki aylara göre düşük gerçekleştiği görülüyor. Bu ayda tahsil edilen ek vergiler sayesinde, vergi gelirlerinde de önceki aylara göre sıçrama yaşandığı dikkati çekiyor.  
 
Ağustos ayında yaşanan sürprizin yılın kalan aylarına da yansıyıp yansımayacağı şimdilik belirsiz. Eğer kalan dört ayda da ağustostakine benzer gelişmeler yaşanırsa, yıl sonu hedeflerini tutturmak pek zor olmayacak.  
 
Ancak, bu olasılığın çok yüksek olmadığını hemen belirtelim. Türkiye’de geleneksel olarak yılın son aylarına doğru bütçe harcamalarında artış yaşanır. Ek vergilerle sağlanan gelir artışının da sürekli hale gelmesi zor. Bu nedenle yıl sonunda hedeflerden biraz sapılabileceğini şimdiden kabullenmek lazım.  
 
REFAH LİGİNDE SINIF ATLAYAMADIK  
 
Dünya Bankası’nın (World Bank) her yıl yayınladığı “World Development Report” (Dünya Kalkınma Raporu) adlı yayında ülkelerin refah düzeylerini gösteren bir tablo da yer alır. Dünya Bankası, refah ligi olarak nitelenebilecek bu tabloda ülkeleri üç ana kategoride ele alıyor. Ülkeler kişi başına milli gelir düzeylerine göre düşük, orta veya yüksek gelirli ülkeler kategorisinden birine alınıyor. Ancak, orta gelirli ülkeler de düşük orta gelirli ve yüksek orta gelirli olarak ikiye ayrıldıkları için fiilen ortaya dört kategori çıkıyor.  
 
Türkiye son yıllarda refah liginde düşük orta gelirli ülkeler ile yüksek orta gelirli ülkeler grubu arasında gidip geliyor. 1995-97 dönemindeki hızlı büyüme sayesinde, 1997 ve 1998 yıllarında yüksek orta gelirli ülkeler arasına yükselmeyi başarmıştık. Ancak 1999 kriziyle birlikte alt kümeye düştük. 2000 yılında bir kez yüksek orta gelirli ülkeler arasına yükseldik ama 2001 kriziyle birlikte yine geldiğimiz yere döndük.  
 
Dünya Bankası’nın geçen ay yayınladığı son raporda, 2002 yılında Türkiye’nin yerinin değişmediği görülüyor. 2002 yılında ekonomi hızlı büyümesine rağmen refah liginde hala düşük orta gelirli ülkeler arasındayız.  
 
Bu durum biraz da Dünya Bankası’nın ülkelerin dolar cinsinden cari milli gelirlerini almayıp, bu değerleri atlas metodolojisi adını verdiği bir yöntemle kendisinin hesaplamasından kaynaklanıyor. Bu yöntemde işin içine son üç yılın ortalama dolar kurları ve enflasyonu da giriyor. Hal böyle olunca hesaplanan kişi başına milli gelirler daha farklı çıkıyor. Örneğin, Türkiye’nin cari kurla 2 bin 584 dolar olan 2002 yılı kişi başına milli geliri, Dünya Bankası’nın hesabına göre 2 bin 500 dolarda kalıyor.  
 
Türkiye ekonomisi bu yıl yine hızlı bir büyüme yaşıyor. Üstelik dolar kurunda da fazla bir artış yok. Bu yıl cari kura göre kişi başına milli gelir 3 bin doların epey üzerinde çıkacak gibi. Bu durum gelecek yıl dünya refah liginde yeniden bir üst kümeye çıkmamızı sağlayabilir.  
 
ÖZEL SAĞLIK HARCAMALARI YETERSİZ  
 
Türkiye, kişi başına milli gelire bakıldığında dünya refah liginde orta sıralarda yer alıyor ama sağlık göstergelerinde yeri biraz daha gerilerde. Dünya Bankası’nın verilerine göre, ülkemizde 10 bin kişiye 13 doktor ve 26 hastane yatağı düşüyor. Bu sayılar bizden daha düşük gelişmişlik seviyesinde olan bazı ülkelerin bile gerisinde kalıyor.  
 
Örneğin, kişi başına milli gelirin 710 dolardan ibaret olduğu kardeş ülke Azerbaycan’da 10 bin kişiye 36 doktor ve 97 hastane yatağı düşüyor. Kişi başına milli gelirin 1.380 dolar olduğu Arnavutluk’ta 10 bin kişiye düşen hastana yatağı sayısı 32. 440 dolarlık kişi başına milli gelire sahip olan Moğolistan’da ise 10 bin kişiye düşen doktor sayısı 24 olarak hesaplanıyor.  
 
Ortalama değerlerle kıyaslama yaptığımızda da sonuç aynı. Şu anda bulunduğumuz düşük orta gelirli ülkeler kategorisinde 10 bin kişiye 19 doktor ve 33 hastane yatağı düşüyor. Gördüğünüz gibi bu sayılar da bizimkilerden bir hayli iyi.  
 
Sağlık göstergelerinde dünya standartlarının gerisinde kalmamızın nedeni, bu alana yeterli yatırım yapmamamız gibi görünüyor. Aslında bize benzer ülkelerle kıyaslandığında kamunun sağlık alanına harcadığı para az değil. Ancak, özel kesimin sağlık için harcadığı paranın milli gelire oranı, düşük gelirli ülkelerdekinin bile altında kalıyor.  
 
Türkiye’nin sağlık göstergelerinin iyileşmesi, özel kesimin sağlık harcamalarının artmasına bağlı görünüyor. Ancak sağlık hizmetlerinin aşırı derecede pahalı olması bunun gerçekleşmesinin önünde bir engel olarak duruyor. Sağlık, ihtiyaç duyanların pazarlık yapabilecekleri bir hizmet değil. Gözlemlerimiz sağlık işletmelerinin genelde tüketicilerinin bu zayıflığını kullandıkları ve aşırı yüksek fiyatlar belirledikleri yönünde. Fiyatların aşırı derecede yüksek olması, ailelerin koruyucu hekimlik hizmetlerinden yararlanmalarını ve insanların hastalıkları iyice ilerlemeden bir sağlık kuruluşuna başvurmalarını önlüyor. Fiyatlar makul düzeye çekilmedikçe, özel sağlık harcamalarının artması ise zor görünüyor.  
 
DEMOKRASİ EKONOMİ İÇİN İYİDİR  
 
Demokrasinin kalkınma yolunda olan ülkeler için bir lüks olduğu bir zamanlar hakim bir düşünceydi. 20 yıl öncesine kadar bazı kişiler hızlı kalkınmanın ancak otoriter bir rejim eliyle mümkün olabileceğini iddia etmekte ve buna örnek olarak da genellikle Güney Kore’yi göstermekteydi. Tabii bu kişiler askeri diktatörlüklerin Güney Amerika ülkelerinde ekonomiyi nasıl tahrip ettiklerini göz ardı etmekteydi.  
 
Son yıllarda ise demokrasinin ekonomik kalkınma için zararlı olmadığı hatta tam tersine faydalı olduğu görüşü giderek yayılıyor. Irak ve Libya gibi varlık içinde yokluk çeken ülkelere bakıldığında zaten otoriter rejimlerin kalkınmaya bir faydası olmadığını gözlemlemek mümkün. İktisatçıların yaptıkları ampirik çalışmalar da bu görüşü destekleyen kanıtlar ortaya koyuyor.  
 
Biz demokrasi ve kalkınma konusu işleyen son makalelerden birine Eastern Economic Journal adlı bilimsel derginin Kış 2003 sayısında rastladık. ABD’deki DePaul Üniversitesi’nden Ludovic Comeau tarafından kaleme alınan makale “Democracy and Growth: A Relationship Revisited” adını taşıyor. Comeau, söz konusu makalede 82 ülkenin 1972-1989 dönemi verilerini kullanarak yaptığı ekonometrik analizlerin sonuçlarını veriyor.  
 
Demokrasi ve büyüme  
 
Çalışmanın bulgularını şöyle özetlemek mümkün:  
 
* Demokrasi ile ekonomik büyüme arasında pozitif bir korelasyon söz konusu. Bu durum ülkelerin demokratikleşme dereceleri arttıkça büyüme oranının yükseldiğini gösteriyor.  
 
* Demokrasi ile yatırımlar arasında da pozitif korelasyon var. Bu da demokratik rejimlerde yatırım ortamının daha uygun olduğunun göstergesi. Zaten demokrasi ile büyüme arasındaki pozitif korelasyon da büyük ölçüde yatırım ortamının uygunluğundan kaynaklanıyor.  
 
* Siyasi istikrarsızlık ile büyüme arasında ise negatif korelasyon var. Siyasi istikrarsızlık yatırımlar ve demokrasi ile de negatif ilişkili. Bu durum ülkeler demokrasiden uzaklaştıkları ölçüde siyasi istikrarsızlığın arttığını ve bunun da yatırımları ve dolayısıyla büyümeyi aşağıya çektiğini gösteriyor.  
 
* Comeau’nun regresyon analizinin sonuçları, rejim tipiyle ekenomik büyüme arasında negatif bir ilişki olduğunu gösteriyor. Ülkelerin 1 = en demokratik, 7 = en otokratik olarak sıralandıkları rejim tipi göstergesinde 1’den 7’ye doğru her adım ortalama büyüme oranını 0.26 puan düşürüyor. Tabii bunun tersi de doğru. 7’den 1’e doğru gidilirken yani otokrasiden demokrasiye yönelirken her adım ortalama büyüme oranını 0.26 puan artırıyor. Bu durumda en otokratik rejimden en demokratik rejime geçiş yapan bir ülkenin, ortalama büyüme oranında 1.56 puanlık bir artış sağlayabileceği anlaşılıyor.  
 
* Ancak, Comeau rejim tipiyle ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin doğrusal olmadığını da gösteriyor. Yani otokrasiden demokrasiye geçilirken büyüme oranı sabit bir hızda değil, azalan bir hızda artıyor. Bu durum demokratik ülkelerin genelde daha yüksek bir gelişmişlik seviyesinde bulunmasından kaynaklanıyor. Zaten kalkınmış olan bu ülkelerde büyüme hızının çok yüksek düzeylere çıkması da zor. Ancak gelişmekte olan ülkelerde demokrasiye yöneliş giderek artan bir büyüme hızını beraberinde getiriyor. Comeau’nun hesaplarına göre, demokrasiden hiç nasibini almamış ülkelerde ortalama büyüme oranı sıfıra yakın iken, demokrasi yolunda aşama kaydetmiş ülkelerde bu oran yüzde 3.5’in üzerine çıkıyor. Zaten kalkınmış olan en demokratik ülkelerde ise ortalama büyüme oranının yüzde 2’ye yakın olduğu hesaplanıyor.  
 
* Comeau, analiz döneminin başında yani 1972 yılında demokrasi ile yönetilen ülkelerin aynı tarihte otokratik rejime sahip ülkelerden 1972-89 döneminde ne kadar hızlı büyüdüğünü de regresyon analiziyle ortaya koyuyor. Regresyon analizinin sonuçları, başlangıçta demokratik bir rejime sahip olan ülkelerin otokratik rejime sahip olanlardan ortalama 2.3 puan daha hızlı büyüdüklerini gösteriyor.          
 
 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Yorum Yaz