1936 Olimpiyatları'nda bir rekordan çıkan dersler

2.08.2018 06:30:000
Paylaş Tweet Paylaş
1936 Olimpiyatları'nda bir rekordan çıkan dersler

Matthew Robinson, kısa mesafede, özellikle 200 metrede çok başarılı bir atletti. Eyalet yarışlarında ve yerel yarışmalarda büyük başarılar elde etmişti. Etrafındaki herkes onun olimpiyatlarda yarışması gerektiğini düşünüyor ve katılması için teşvik ediyordu. Ancak onun koşulları uygun değildi. Olimpiyat elemelerine gidebilmesi için yol parasını dahi bulamıyordu. Sonunda yaşadığı Pasadena City’nin (Kaliforniya) yerel iş insanları bir araya geldi ve 150 dolar fon topladılar. Böylece 1936 Berlin Olimpiyatları’nda ABD’yi temsil edecek maceranın önü de açılmış oldu. Ancak Robinson’un ne bir koçu ne de düzgün bir ayakkabısı vardı. Matthew Robinson, 200 metrede büyük bir başarı gösterdi ve bir önceki Olimpiyat rekorunu, 21,1 saniye iyi dereceyle kırdı. Üstelik koşu sırasında ayakkabısı da hasar görmüş, kendini zorlamıştı. 

BİRİ EFSANE, BİRİ HADEME! 

Ancak, Jesse Owens adlı bir başka atlet ortaya çıktı ve 200 metrede müthiş bir performans ortaya koydu. Saniyenin 10’da 1’i farkla Robinson altın madalyayı kaçırmıştı. Owens, 4 altın madalyasından 3’ünü Berlin’de aldı. İkinci sırada Robinson, üçüncü sırada ise Martinus Osendarp vardı. Mathhew Robinson, bir süre beyzbolla ilgilendi. Daha sonraki yıllarda ise Pasedena’da bir okulda hademe olarak çalıştı. Sadece saniyenin 10’da 1’i farkla Olimpiyat Şampiyonu olan Jesse Owens ise efsaneye dönüştü. Robinson’u ise sadece Pasedana halkı hatırladı, efsanevi performansına rağmen unutuldu gitti. Mathhew Robinson’un adını, geçenlerde izlediğim “Molly” adlı filmde öğrendim. Ünlü bir kayakçı olan Molly Bloom’un hikayesini anlatan bu filmi izledikten sonra Robinson’un öyküsünü okudum, çok etkilendim. 

MOLLY BLOOM’UN ÖYKÜSÜ 

Filmin sonunda Molly şöyle diyordu: “Tarih sadece birincileri yazar.” Gerçekten de Robinson’un öyküsü hayatın her alanında, iş dünyasında da kendini gösteriyor. Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Jack Trout, “Bir insan ancak her kategoride 7 markayı hatırlayabilir” demişti. Bazı uzmanlar, “İlk 3’te yoksan başarı şansın da yoktur” önerisini yapar. O nedenle çok sayıda CEO ve iş insanın hedefleri arasında, “ilk 3’e girmek” vardır. Bazı gruplar bu nedenle ilk 3’te olamayacaklarını düşündükleri sektörlerden çıkma yoluna gider. Şirket liderlerinin Mathhew Robinson ve Molly Bloom’un hayatlarından çıkaracakları dersler var. Bazen ikincilik, üçüncülük de yetmez.

Bana sorunla gelmeyin yaklaşımı doğru mu?

Sizin de dikkatinizi çekmiştir mutlaka… Gördüğüm kadarıyla şirketler dünyasında iki tip yönetici var: 

1“Bana sorun getirmeyin, bana çözümle gelin” diyenler. 

2“Her türlü sorun için bana gelin, kapım açıktır” yaklaşımında olanlar. 

Doğrusu acaba hangisi? Çok sayıda lider biliyorum, birinci grupta yer alıyor ve bu yaklaşımını övünerek paylaşıyor. Ünlü yönetim uzmanı ve düşünür Adam Grant’ı bilenler vardır. “Originals” başta olmak üzere çok sayıda kitabını beğenerek okudum. Geçtiğimiz günlerde bir makalesinde bu konu dikkatimi çekti. Ona göre bu tutum, şirketlerdeki diyalog ortamını bozar. Çalışanları artık gözlemledikleri en önemli sorunları bile konuşmaktan korkar hale getirir. Sorunları ortadan kaldıracak yeni fikirlerin de dile getirilmesini engeller. Zaten çok sayıda çalışan için yöneticilerine ya da patronlarına ulaşmak, fikirlerini anlatmak zordur. Grant’a göre yeni bir öneri, kabul görmeden önce ortalama 10 ila 20 defa reddedilmiştir. Bu gerçek, çalışanları sorunları anlatmak bir yana yeni fikir dile getirmekten bile uzaklaştırır. O nedenle “Bana sorunla değil, çözümle gelin” önerisine sarılmak yerine, ikinci seçeneği de göz önüne almak gerekebilir. Ben de aynı görüşteyim. Çünkü her zaman yeni fikir olmayabilir. Bazen de sorunları konuşurken yeni fikirler ve ürünlere ulaşılabilir. Peki, siz bu iki yaklaşımdan hangi tarafta yer alıyorsunuz?

Şirket demografisinden öne çıkanlar

Birkaç yıl önce bir araştırmaya yer vermiştim. Araştırma, TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine dayanıyordu ve 2012 istatistiklerini kullanmıştım. Türkiye’deki girişimlerin (Şirket ve bireysel girişim) kuruluş yıllarını paylaşan bu veride, benim ilgimi çeken ve altını özetle çizdiğim iki veri vardı: l Türkiye’deki girişimlerin sadece yüzde 2,5’i 1980 yıl öncesinde kurulmuştu. Yani her 100 şirketten 2,5’i. l Bir başka önemli konu ise şirketlerin yüzde 92,5’inin 1990 sonrasında kurulduğuydu. O zaman bu rakamları kullandığımda, Türkiye’de şirketleşmenin 1990 sonrasında hızlandığını ve şirket ortalama yaşının düşük olduğunu paylaşmıştım. Bu, şirketlerin kurumsallaşma, rekabet ve ortalama yaşam ömürleri açısından da büyük önem taşıyordu. Şimdi TÜİK 2016 yıl sonuna ait verileri de ekleyerek yeni rakamlar açıkladı. Bu yeni verilerden şu mesajlar öne çıkıyor: 1 Türkiye’de kurulu her 100 girişimden yaklaşık 4’ü 1990 öncesinde kurulmuş. 2 1980 öncesinde kurulanların payı son hesaplamalar sonrasında yüzde 1 civarına gerilemiş durumda. 3 Şu anda kurulu 100 şirketten neredeyse yarısı (yüzde 47,2) 2011-2016 yılları arasında hayat bulmuş. Büyük olasılıkla 2018 sonunda bu rakam yüzde 50’yi bulacak. 4 Türkiye’deki şirket sayısı çok gençti, son yıllardaki atakla daha da gençleşiyor. Yılda 70 bin şirket ve kooperatif, bir o kadar da bireysel girişim kuruluyor. Bu sayı ekonomideki iyileşmeyle birlikte 100 binlere de çıkabilir. O zaman genç ve dinamik bir şirket demografisine sahip olacağız. 5 Ancak Türkiye’deki sorun, genç ve büyük şirketler çıkaramamamız. Bunu Capital 500 araştırmasında da görüyoruz. ABD ve Avrupa’daki gibi, liste çok yenilenmiyor. Örneğin 10 yaş ve altında şirketler listelerde yer almıyor. Ekonominin ivme kazanması ve istihdam artışı için bu konuyu çözmemiz gerekiyor. 

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


YAZARIN DİĞER YAZILARI TÜMÜNÜ GÖRÜNTÜLE

Yorum Yaz