Kevin Asthon’ın “How to
Fly a Horse” (Atı Nasıl
Uçurursunuz?) kitabını bir süre
önce okumuş, bazı önemli
bulduğum yerlerin altını
çizmiştim. Geçenlerde tekrar
elime aldığımda, beğendiğim
bir bölümü tekrar okuyunca,
“Benim de yaşadığım en
kritik sorunlardan biri” diye
düşündüm. O da bu sorunu
Oscar Ödüllü oyun yazarı
Charlie Kaufman’ın, “Başlamaya
başlamak. Nasıl başlamak”
sözleriyle ortaya koymuş.
Gerçekten de bir yazı, bir
kitap, bir mülakat, bir proje,
bir konuşma… Ne derseniz
deyin, başlamak gerçekten
çok zor. O nedenle de KEVIN
ASTHON, “Bizim başlamadan
önce yaptığımız tek şey, bir türlü başlamayı
beceremeyişimizdir” diye yazmış. Sonra, “iyi
başlamak” üzerine şu saptamaları yapmış:
1Başlamanın en iyi yolu, aslında denizde
yüzmenin en iyi yoluyla aynıdır. Ayak
uçlarında yürünmez. Suda yürünmez. Hemen
suya dalınır. Tepeden tırnağa ıslanır ve üşürsünüz.
Üzeriniz tuzla kaplanır, saçlarınızı alnınızın
gerisine doğru yatırır ve sonra tekrar tekrar kulaç
atarsınız. Üşümenizin geçtiğini hissedersiniz.
Kesinlikle arkanıza bakmaz ve ileride ne olacağını
düşünmezsiniz. Sadece gidersiniz.
2Başlangıçta tek önemli olan,
tekerlek üzerinde çamurdan
ne kadar çömlek yaptığınızdır.
Yapabildiğiniz kadar uzun saatler
boyunca çabalayın. Ölünceye
kadar bunu mümkün olduğunca
tekrarlayın.
3İlk başlangıç yanlışmış gibi
gelecektir. Biz kendimizle
aralıksız birlikte olmaya alışık
değiliz. Biz şeylerin ilk olarak
nasıl göründüğünü bilmeyiz.
Biz bitirdiğimiz ama asla
başlamadığımız yaratımlarımızın
hayalini kurarız. Başlayan bir
şey yanlıştan daha az doğrudur,
mükemmelden daha kusurludur,
hep sorun vardır ve hiç çözüm
yoktur.
4Yirminci yüzyıl
müziğinin muhteşem
inovasyoncularından biri olan Rus bestekar Igor
Stravinsky, her sabaha piyanoda bir Bach fügü
çalarak başlardı. Ardından 10 saat boyunca çalışırdı.
Öğle yemeğinden önce bestesini yapmış olurdu.
Öğle yemeğinden sonra ise orkestraya uyarlar ve
kaydederdi. O, ilham gelmesi için asla beklemezdi.
“Eğer başlangıçta ilham gelmiyorsa, çalışmak ilham
gelmesini sağlar” derdi.
5Başlangıçta bir saat boyunca yaratmak zordur.
Beynimiz her beş dakikada bir araya bir
şeylerin girmesini ister: Rahatlamak için kahve için,
e-postalarınıza bakın ya da köpeğinizi besleyin.
Bazı şeyleri tek başınıza yapamazsınız
Dünyanın en önemli şirketlerine, startup’larına
baktığınızda, çok sayıda kurucusunun
olduğunu görürsünüz. Başarılı girişimcilerin CV’lerini
okuduğunuzda, “co-founder” (kurucu ortak)
ibaresi dikkati çeker. Bu konuya Startup dergisinde
de dikkat çektik. Başarılı girişimlerin neredeyse
tamamı, bir ya da birkaç kişi tarafından kurulmuş.
Disney’in eski CEO’su Michael Eisner, “Working
Together” (Birlikte Çalışmak) adlı kitabında, “Why
Great Partnerships Succeed” (Mükemmel Ortaklık
Neden Başarılı Olur” tezini savunuyor, örneklerle
açıklıyordu. “Bir işe başlarken mutlaka yanınıza
birilerini alın, en azından iki kişi yola çıkın, iyi bir
ekip kurun” önerisinde bulunuyordu.
Bunun iyi örneklerini Türkiye’de de görüyoruz.
Hızlı büyüyen holding ile yerinde sayan arasındaki
farklardan birini “iyi takım” oluşturuyor. Türkiye’nin
geleceğinde söz sahibi olacak Startup’lar da bence
aynı yoldan gitmeli…
Yazmayı düşündüğüm bir kitap için ABD’li
işadamı Michael Bloomberg’in, bu konuda gençlere
yaptığı konuşmayı not etmiştim. “Onu Tek Başına
Yapamazsın” sözünün altını çizen Bloomberg, şu
önerileri yapıyordu:
l İster şarkı söyleyin ya da bir kanoyu boyayın,
her türden grup projesinin özünde takım çalışması
yatar.
l Öğretmenleriniz ve spor hocalarınız hayatınız
boyunca önemli olanın ekip çalışması olduğunu
öğretmiştir.
l Bu karmaşık bir dünya... Hiç kimsede
sorunların tümünü çözmeye yetecek yeteneklerin
tamamı bulunamaz.
l Sıradan olmakla sizin ya da takım olarak
başarılı olmanızın arasındaki fark, yardımlaşmaya ve
iş birliğine dayalı çalışma becerinizdir.
l Acıyı da sorumluluğu da paylaşmalısınız. Eğer
bunları yaparsanız o zaman ödülleri de paylaşırsınız.
l Hayat boyunca sözlüğünüzden “ben” ve “bana”
kelimelerini çıkarıp onların yerine “biz” ve “bize”
kelimelerini koymayı başarabildiğiniz takdirde ��ok
daha iyisini yapmış olacağınızı anlayacaksınız.
Müşteri mağazada ne ister?
Mağazaya alışveriş amacıyla ender olarak yalnız giderim. Genelde
eşim, bazen de arkadaşımla alışveriş için mağaza kapısından
girerim. Daha önce de yazmıştım. Beni alışverişten alıkoyan,
mağazada “hayal kırıklığına” uğratan, kısa sürede çıkmamı teşvik
eden birkaç neden var:
Eşim alışveriş yaparken oturup bekleyecek bir alanın olmaması.
Mağazanın çok sıcak olması ve yüksek düzeyde müzik yayını.
Adeta kendinden bıkmış, satmak istemeyen satıcılar.
Başka nedenler de sayılabilir. Ama mağazada zaman geçirme
konusunda ben bu 3 nedeni öne çıkarıyorum. Dünyaca ünlü
bir danışmanlık şirketinin yaptığı “Future of Retail Store Survey”
(Mağazaların Geleceği) adlı araştırmasında, tüketiciler başka
konulara da dikkat çekiyor. Tabloya dikkat edin. 5 önemli gerekçe
var. Onlar ilk sıraya “kıyaslama” sorununu koymuşlar, ben ise “uzun
kuyruk” faktörünü koyuyorum. Bir konuya da aslında dikkat çekmek
isterim. Bazı mağazalarda iki benzer kaynaklı sorunla karşılaşmak
mümkün… Birincisi, ayağınızı basar basmaz, “nefes almanıza” izin
vermeden baskı uygulayan “satıcı” faktörüdür.
İkincisi ise diğer uçtaki, yani ulaşamadığınız, bir türlü
yanınıza gelmeyen satıcıdır.
Türkiye’de perakendecilik hızlı gelişiyor ve müşteri
hizmetlerinde büyük aşamalar kaydettiler. Ancak,
hala ilgisiz, özensiz iş yapan, yanlış ürünle gönderen
mağazalar var. Oysa rekabet artıyor, her türlü
ürünün onlarca rakibi var. Müşteri hizmetinde fark
yaratan, bu dönem ve gelecekte öne geçecek.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?