Binlerce yıl önce insanoğlu göçebe toplumlar halinde yaşıyordu. Bir yerden diğerine göçüyor, konakladığı bölgedeki hayvanları avlayıp meyveleri topluyordu. Göçebeliğin en önemli zorluklarından biri beraberinde ihtiyaçtan fazla eşyanın taşınamamasıydı. Onların getirdiği yük, göçebeliği zorluyordu. Öte yandan satıcılar ve en önemlisi para yoktu. Sadece paylaşım vardı. İnsanlar eşyalarını, yiyeceklerini, giyeceklerini (!) paylaşıyorlardı. Binlerce yıl önce insanoğlunun yaşamı bugün “paylaşım ekonomisi” olarak adlandırdığımız yapının en saf haliydi. Yaklaşık 10 bin yıl önce insanoğlu göçebe hayattan yerleşik hayata geçmenin daha iyi olduğuna karar verdi ve kalıcı şekilde konaklamaya başlayarak sabit bir bölgede tahıl ve hayvan yetiştirmeye koyuldu. Böylece insanlar ihtiyacı olan ancak kendilerinin üretemediği şeyleri ellerindeki fazla ürünle takas ederek elde etmeye başladı. Ancak bu durum mülkiyet kavramını da beraberinde getirdi. Hepimizin bildiği üzere ekonominin temeli kısıtlı kaynakların yönetilmesi üzerinedir. Yerleşik topluma geçilmesiyle birlikte bulunduğunuz bölgedeki kaynaklar ya sınırlıdır ya da kaynakları giderek tüketirsiniz. Bu da insanoğlunun temel bir içgüdüsü olarak kaynağa sahip olmak istemesini ya da başka bir deyişle mülkiyet kavramını ortaya çıkarır. İnsanoğlunun aç kalma korkusu, onun ihtiyacından daha fazlasına sahip olma isteğini körükler.
PLATON VE ARISTO’NUN KONUYA BAKIŞI
Bu nedenle Antik Yunanistan’ın en önemli filozoflarından Platon özel mülkiyetin yasaklanmasını önermişti. Bu önerisinin altında ise paylaşım fikri vardı. Platon’un öğrencisi Aristoteles ise Platon’un özel mülkiyete karşı olmasını, insan doğasındaki kıskançlık nedeniyle haklı bulsa da mülkiyetin gerekli olduğunu savunmuştur. Bu noktada Aristoteles’in de savunduğu şey temel olarak üretemediğimiz malların ya da kendimizin yapamadığı işlerin değiş tokuş edilmesinin gerekliliğidir. Hepimizin bildiği üzere mülkiyet kavramı ve sahip olma davranışı yüzyıllar içerisinde daha da artarak ilerledi ve uzun bir süredir ihtiyacımız olmasa da sahip olmak isteğimizi durduramadığımız bir dünyada yaşıyoruz. LA Times gazetesinin yaptığı bir araştırmaya göre bir Amerikan evinde ortalama eşya sayısı 300 bin. İngilizlerin yaptığı bir araştırmaya göre ise 10 yaşındaki bir çocuk ortalama 238 oyuncağa sahip ve bunların sadece 12 tanesiyle oynuyor. Wall Street Journal’da yayınlanan bir haberde de Amerikalıların ihtiyaçları olmayan eşyaları satın almak için yılda 1,2 trilyon dolar harcadıkları yazıyordu. Pek çoğumuzun ihtiyacımız olmayan bir sürü eşyası olduğuna ve bunları alabilmek için bir sürü para harcadığımıza eminim. Dövüş Kulübü filminde çok sevdiğim üç replik var: “Hoşlanmadığımız insanları etkilemek için sahip olmadığımız parayla ihtiyacımız olmayan eşyaları satın alıyoruz.” “Sahip oldukların, sonunda sana sahip oluyor.” “Evet biz tüketiciyiz. Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz.” Tüketim toplumuna sert bir eleştiri getiren Dövüş Kulübü, mülkiyet kavramı ve tüketim toplumunun insanoğluna getirdiklerini çok güzel özetliyor. Mülkiyet günümüzde elbette oldukça önemli. Yakın zamana kadar mülkiyet bir statü aracıydı ve ne kadar malınız mülkünüz varsa kendinizi o kadar değerli hissediyordunuz. Ancak bugün “paylaşım ekonomisi” olarak adlandırılan farklı bir anlayış dünyayı giderek daha fazla etkilemeye başladı.
GÜNÜMÜZDE DURUM NE?
Günümüzde paylaşım ekonomisi elbette 10 bin yıl öncekinden biraz daha farklı. Bugün paylaşım ekonomisi olarak tanımlanan durum; teknolojiyi kullanarak elimizdeki mal ve hizmetleri ihtiyaç duyanlarla paylaşmak olarak tanımlanıyor. 1970’li yıllarda ABD’de ortaya çıkan ve hızla yayılan paylaşım ekonomisi; artık kullanılmayan veya kullanılmayan bir dönemde bir aracı ya da ürünü karşılık beklemeden ya da ücret karşılığında başkalarının ihtiyaç ve kullanımına sunmayı ifade ediyor. Yani takas sisteminden farklı olarak paylaşım ekonomisinde alıcı ve satıcı kavramları var. Bu tanıma en iyi örnek olarak AirBnB’yi verebiliriz. Örneğin benim ikinci bir evim var ve yaşadığım şehre gelenlere konaklamaları için evimi ya da yaşadığım evin bir odasını kısa süreli olarak kiralıyorum. Hem kullanıcı otelden daha uygun fiyata ev rahatlığında konaklıyor hem de kiralayan kişi olarak ben elimdeki fazla mülkiyetten bir gelir elde ediyorum. Ulaşım açısından da hayata geçirilen güzel örnekler var. Örneğin ilk olarak İngiltere’de başlayan, kendi aracını kullanmadığı günlerde başkalarına kiralama hizmeti ya da bir noktadan diğerine giderken aynı rotayı kullanacak insanları kendi aracına ücreti karşılığında alarak götürme hizmeti.
TÜRKİYE’DEKİ GELİŞMELER
2025 yılında ise dünyada paylaşım ekonomisinin ulaşması beklenen rakam 335 milyar dolar. Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye, paylaşım ekonomisi uygulamalarının en çok kullanıldığı 15 ülke arasında yüzde 50’yle paylaşım ekonomisi hakkında bilgisi bulunanların en fazla olduğu, yüzde 9’luk oranla da aktif katılımın en yüksek düzeyde gerçekleştiği ülke. Ayrıca dünya çapında 110 milyar dolarlık büyüklüğü geçen paylaşım ekonomisine yönelik yapılan araştırmalarda Türkiye, bu alanda en hızlı büyüyen ülkeler arasında olarak gösteriliyor. Ülkemizin genlerinde zaten paylaşmak var. “Komşu komşunun külüne muhtaç” ya da “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” gibi atasözleri ve hadisler, kültür olarak paylaşıma ne kadar açık olduğumuzun en güzel tarihsel göstergeleri. Bu nedenle bu istatistik beni çok da şaşırtmadı. Türkiye’de bu sosyokültürel özellikler sayesinde başarıya ulaşan uygulamalar giderek daha fazla talep görmeye başladı. Ortak ofis alanları giderek yükselen bir trend örneğin. Ya da 2010 yılında faaliyete geçen Zumbara, para yerine zamanın kullanıldığı, yetenek ve tecrübelerin paylaşıldığı bir topluluk. Örneğin siz birine uzmanlığınız ya da yeteneğinizle 1 saat yardım ediyorsunuz, karşılığında ise zamanı geldiğinde kendiniz için gerekli olan alanlarda yardım almak için 1 saat kazanıyorsunuz. Yine Türkiye’den bir başka örnek, ikinci el kıyafetlerinizi satabildiğiniz ModaCruz. Bu tür bir paylaşım ekonomisi örneğini Yemeksepeti, yakın zaman önce uygulamaya koyduğu Vale hizmeti sundu. YemeksepetiVale, iş modelleri, operasyonel verimlilik, hizmet kalitesi gibi kaygıları nedeniyle paket servise girmeyi tercih etmeyen işletmelerin, halihazırda bu hizmeti veren deneyimli restoranların kuryelerini kullanmalarına imkan tanıyor. Böylece restoranlar kendi uzmanlıkları dışındaki bir işe yatırım yapmak zorunda kalmadan, kullanıcı memnuniyeti ve operasyon anlamında Yemeksepeti’nin desteğinden faydalanıyorlar. Kuryelerini diğer restoranların hizmetine sunan restoranlar ise, hem birden fazla paydaş için değer yaratıyor hem de halihazırdaki kuryelerinin boş vakitlerinde ekstra kazanç elde ediyor. Bu model, restoranların birbirlerinin kuryelerini kullanmaları dolayısıyla dünyada türünün ilk örneği olarak da öne çıkıyor. Kurye hizmeti olmayan restoranlar hiçbir ekstra ücret ödemeden Vale’ye dahil olabiliyor. Sonrasında Yemeksepeti’ndeki anlaşmalı restoranlar, sistemimize düşen siparişi ihale sistemi üzerinden belli bir ücret karşılığında kabul ediyor. Siparişi kabul eden Yemeksepeti restoranı kendi kuryesini Vale siparişini almak için restorana yönlendiriyor. Bu doğrultuda, restoranlar ve kullanıcılar hizmet bedeline ortak oluyor. Böylece restoranların Yemeksepeti kullanıcı havuzuna erişerek cirolarını ve iş hacimlerini artırmalarına destek veriyoruz.
GELECEKTE NELER OLACAK?
Bugün pek çok ülkede farklı şekillerde ürün ve hizmet paylaşımı modelleri kullanılıyor. Eminim ilerleyen yıllarda “paylaşım ekonomisi” daha da gelişerek ilerleyecek. Çünkü insanoğlu artık ihtiyaçtan fazla mülkiyete sahip olmanın efektif olmadığını düşünüyor. Daha optimumda eşyayla yaşamaya çalışıyor. Dolayısıyla araba almak yerine ihtiyacı olduğunda başkasının aracına binmekten gocunmuyor. Öte yandan paylaşım ekonomisi, vergilendirilebilir kazanç açısından devletler tarafından henüz bir düzene oturtulamadı. Bu nedenle bazı ülkelerde paylaşım ekonomisi uygulamaları kurallara ve yönetmeliklere aykırı gözüküyor. Evet, uygulama sahiplerinin kazandığı komisyonları vergilendirebiliyorlar, ancak paylaşım ekonomisiyle yapılan ticaret vergilendirme açısından kaçak konumunda görülüyor. Diğer taraftan paylaşım ekonomisinde fiyatlandırmanın, klasik ticarete göre daha uygun olması nedeniyle paranın dolaşımını artırdığı gibi alım gücünü de yükseltiyor. Ve tabii ki israf ve aşırı tüketimin azalması da cabası. Yani doğru değerlendirildiği ve bir strateji oluşturulduğu takdirde devletlerin de paylaşım ekonomisinden faydalanmaları söz konusu. Aristo, bir evin ya da insanın ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli ürün ve eşyaya sahip olması durumunda daha fazlasına ihtiyacı olmayacağını savunuyordu. Bugün kaynaklar, Aristo’nun yaşadığı dönemden daha kısıtlı. Bu nedenle kaynakları en makul seviyede tüketmek ve ihtiyaç fazlasını paylaşmak çok önemli bir hale geldi. Paylaşım ekonomisinin bu nedenle önemli bir araç olduğunu düşünüyorum. Aristo bugün yaşasaydı ve paylaşım ekonomisini ve potansiyelini görseydi eminim gözleri yaşarırdı.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?