Bir Türk Mucizesi

25.12.2015 13:45:280
Paylaş Tweet Paylaş
Bir Türk Mucizesi
Aslında iktisat biliminde mucizelere yer yoktur. Her ne kadar geçmişte yaygın bir şekilde bir Japon mucizesinden bahsedilmiş olsa da, bununla daha çok ülkelerin geri kalmışlığının bir kader olmadığına işaret edilmek istenmiştir. Eğer Japonya gibi, kalkınma için gerekli birçok konuda ciddi kısıtlara maruz kalmış bir ülke kalkınabilmişse, başka ülkelerin de benzer kalkınma başarısını gösterebilmesi mümkündür. Yeter ki siz maruz kaldığınız kısıtların olumsuz etkilerini telafi edecek doğru uygulamaları yapın.

Sakın yazının başlığına bakarak, Türkiye’nin de son zamanlarda Japonya benzeri bir mucize gerçekleştirdiği düşünülmesin. Aslında başlıktaki “Türk mucizesi” nitelemesi ile son yıllarda ülkemizde yaşanan birtakım gelişmelerin, iktisat biliminin sınırlarını zorlayarak bugüne kadar nasıl sürdürülebildiğine dikkat çekmeyi amaçlamaktayız.

1 Kasım seçimlerinin ardından kamuoyu yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte benimsenecek büyüme modelini merak eder hale gelmiştir. Değişen dünya konjonktürünün bugüne kadar uygulanan büyüme modelinin sürdürülebilmesini mümkün kılmayacağına ve bunda israr etmenin ekonomide birtakım sorunların doğmasına yol açarak, ekonomik istikrarı bozacağına inanılmaktadır. Sanki elverişli uluslararası konjonktürün tüm imkanları kullanılarak bugüne kadar uygulanan mevcut büyüme modeli iktisat biliminin kurallarına uygunmuş gibi…

Son zamanlarda uygulanan büyüme modeline yönelik kamuoyunda birçok değerlendirme ve eleştiri yapıldı. Hatta ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan da yapılan bu eleştirilere katılarak, değişen dünya koşullarında yeni bir büyüme hikayesinin oluşturulması gerektiğine dikkat çekmeye başladı. Ancak yeni bir hikaye yazabilmek için eski hikayenin ne olduğunu bilmekte yarar var.

Neydi eski büyüme hikayesi?

Bu sorunun cevabı tek değil. Konuya farklı açılardan yaklaşarak eski hikayenin nasıl bir hikaye olduğu ortaya konulabilir. Ancak burada biz, bu hikayenin çok farklı bir niteliğine dikkat çekerek, iktisat biliminin sınırlarını zorlayan yakın geçmişteki irrasyonel uygulamaların bugüne kadar mucizevi bir şekilde sürdürülebilmesini sağlayan dinamikleri ortaya koymak istiyoruz.

Son zamanlarda kamuoyunun gündemine gelen sanayi üretim endeksleri ve imalat sanayi kapasite kullanım oranlarındaki gelişmeleri incelemek bu mucizevi başarıların (!) nasıl gerçekleştiği konusunda önemli ipuçları vermektedir. Türkiye ekonomisinin çok iyi bir performans gösterdiği bir dönemde %85’ler civarında değerlere ulaşan kapasite kullanım oranının, son yıllarda ulaşabildiği en yüksek değer ile karşılaştırıldığımızda en az %10 seviyelerinde bir eksik kapasite kullanımından bahsedebilmek mümkündür.

Ancak çok daha ilginç olan gelişme, kapasite kullanım oranı fazla değişmediği halde, sanayi üretim endeks değerleri sanayi üretiminde sürekli bir artışın varlığına işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, sanayide elde edilen üretim artışları kapasite kullanım oranlarında bir artışa gerek duymadan gerçekleşmiştir. Bu “yeni” Türkiye ekonomisinin son zamanlarda ortaya çıkmış olan çarpıcı özelliklerinden biridir. Kamuoyuna ilan edilen resmi verilerin kalitesi konusunda duyulan endişeleri bir yana bırakırsak, bu durum sanayideki üretim artışlarının daha çok sermaye yatırımı yapılarak ve üretim ölçeği arttırılarak gerçekleştirildiğine işaret etmektedir.

Sermaye kıtlığına maruz kalmış gelişmekte olan bir ülkede, mevcut üretim kapasitelerinden en iyi şekilde yararlanmak yerine, üretimi arttırmak için ağırlıklı olarak kıt olan sermaye kullanımının tercih edilmiş olması gerçekten çok çarpıcıdır. Atıl bırakılan kapasitenin neden olduğu sermaye israfının uzunca bir süre devam ettirilebilmesi ise bir diğer çarpıcı gözlemdir. Bunu mucize haline getiren, iktisat bilimi tarafından kısa dönemde sabit kabul ettiği üretim faktörlerinden sermayenin, Türkiye örneğinde değişken bir üretim faktörü gibi istihdam ediliyor olmasıdır.

Sanayi üretim indeksindeki değişimler ile özel kesim yatırımlarındaki değişimlerin kümülatif değerleri birbirine çok benzeyen bir seyir izlemektedir. Kapasite kullanım oranının neredeyse sabit kaldığı bir dönemde görülen bu seyir, sanayideki üretim artışlarının ancak sermaye yatırımlarının sağladığı imkanlarla gerçekleşmiş olabileceğini ima etmektedir.

Mucizeyi (!) doğuran sebepler

Ortaya çıkan durum Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin sahip olduğu faktör donanımıyla uyumlu olmayan, son derecede paradoksal bir durumdur. Tasarruf oranının düşük, sermayenin ise kıt olduğu böyle bir ekonomide, mevcut üretim kapasitelerinden çok daha fazla yararlanılması beklenirken, sanayi üretim artışlarının daha çok sermaye yatırımı yapılarak sağlanması rasyonel bir davranış olarak değerlendirilemez. Dahası böyle bir durumu uzunca bir süre sürdürmeye çalışmak da Türkiye ekonomisinde ciddi anomalilerin oluşmasına yol açacaktır.

Elbette bu irrasyonel davranış tarzının birincil sebebi üretimdeki nisbi fiyat yapısında son yıllarda meydana gelen bozulmadır. Öyle ki, iktisat bilimi açısında değişken olduğu kabul edilen üretim faktörlerini arttırmada karşılaşılan yapısal güçlükler ve buna bağlı oluşan yüksek maliyetler, bugünlerde nisbeten daha ucuz olan sermaye yatırımlarının cazibesini arttırmış görünmektedir. Buna bir de sermayeye erişim kolaylığı da eklenince, kapasite kullanım oranını arttırmanın yol açacağı sıkıntılardan kaçınmak için doğrudan kapasite arttırımına gitmek tercih edilen bir davranış tarzı olmaktadır. Ülkenin maruz kaldığı sermaye kıtlığına rağmen, dışarıdan borçlanabilme kabiliyeti bu davranış tarzının benimsenmesine katkıda bulunmaktadır. Bu sebeple Türkiye’de özel sektör borç stokunun geçmişe göre yükselmesinin ve ekonomi geneli için risk oluşturmaya başlamasının sebebi de muhtemelen budur.

2008-2009 döneminden sonra tüm dünyada başgösteren likidite bolluğu ve düşük faiz politikası birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde varlık fiyatlarında artışlara yol açması beklenen bir durumdur. Ancak buna ek olarak ülkemizde sanayide gereğinden fazla sermaye yatırımı yapılmasına da neden olduğu anlaşılmaktadır.

Sanayi üretiminde böyle bir paradoksal durumun oluşmasına yol açan diğer bir nedenin ise emek gibi diğer faktör piyasalarında meydana gelen yapısal sorunlardır. Özellikle bu piyasalarda kurumsal düzeyde ortaya çıkan birtakım katılıklar bu yapısal kısıtların oluşmasında rol oynamış olabilir.

1 Kasım sonrasında ülkemiz yeni bir döneme girmektedir. Siyasi gerilimlerin büyük ölçüde azaldığı bu süreçte, bir an önce ekonominin maruz kaldığı sıkıntıları giderecek politikaların geliştirilmesi ve kamuoyunda tartışılmasına başlanması gerekmektedir. Özellikle dünya konjonktürünün tersine döneceği yönündeki beklentilerin güçlendiği bugünlerde, sanayi üretim artışlarını eskisi gibi sermaye yatırımlarına güvenerek arttırabilme imkanı kaybolmaktadır.

Sermayenin uluslararası düzeyde de kıtlaştığı yeni bir sürece girerken, artık sahip olduğumuz üretim kapasitelerinden daha etkin bir şekilde yararlanabilmemiz öncelik kazanmaktadır. Aksi halde bugüne kadar mucizevi bir şekilde devam ettirilebilen bu paradoksal üretim tercihlerinin ortaya çıkan yeni konjonktürel koşullarla uyumlu olmayacağı ve böyle bir durumda israr edilmesinin gelecekte yeni ekonomik sorunlar doğurması neredeyse kaçınılmazdır.

Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?


YAZARIN DİĞER YAZILARI TÜMÜNÜ GÖRÜNTÜLE

Yorum Yaz