TCMB’nin yeni başkanının TL politika fazilerini düşürüp düşürmeyeceği, son zamanlarda iktisat gündeminde en çok konuşulan konular arasında yer aldı.
Kamuoyunda yeni başkan hakkında ciddi bilgi eksikliği olunca ve eski başkan hakkında siyasilerin düşünceleri de kamuoyu nezdinde sır olmayınca, böyle bir belirsizliğin oluşması gayet normal görülebilir. Oysa günümüz merkez bankacılığında bu tarz belirsizliklerin olmaması için siyasilerin ellerinden geleni yapmaları gerekir. Ama Türkiye’de değil!
Bu koşullarda kamuoyundaki beklenti yeni başkanın faizleri düşürmeye olumlu bakacağı yönündeydi. Hatta piyasaların bu beklentiyi aldıkları bile görülüyor. Kamuoyunda faizlerin düşmesi gerektiğine inanan bu görüşün temel dayanağını ise, dünyada bazı ülkelerde uygulanan düşük ve hatta negatif faiz uygulamaları ile büyüme yaratacak likiditeye duyulan ihtiyaç oluşturmakta.
Küçük işletmeler bir yana, anlaşılan bazı bankaların genel müdür (veya müdireleri) bile birazcık gevşemenin ekonomi için faydalı olabileceğini düşünüyorlar. Öyle ya, büyümenin düşük seyrettiği bir ortamda bilançolarını büyütemeyen bir bankacılık sektörü ne işe yarar ki?
2001 sonrasında krizin etkilerini hızla üzerinden atan bankacılık sektörü, belki de tarihi boyunca elde ettiği en iyi dönemlerden birini yaşadı. Dahası, bankacılık sektörünün bilançosu büyürken, geçmişte görmediğimiz bir şekilde, toplam talebin kredilerle finansmanı öne çıktı. Zira kamu maliyesine getirilen disiplin, bankacılık sektörünün genel olarak özel kesimin, özelde de tüketicinin finansmanına yönelmesine yol açtı. Hatta zaman zaman sektör olarak bankacılık faaliyetleri ekonomik büyümenin en önemli kaynağını oluşturdu.
O günlerde TL faizleri de dünya faizleri ile birlikte düşmüş, Türkiye ekonomisinin dünya ile bütünleşme düzeyi artmıştı. Zaten, o yüzden de Türkiye bu artan likiditeden ciddi bir pay alabilmişti. Uluslararası yatırımcıların beklentileri uyarınca, hızla yapısal reformalar yapan Türkiye’nin o dönemde maruz kaldığı riskler, büyük ölçüde dünya kaynaklı risklerden oluşmaktaydı. Yani Türkiye ekonomisi dünyadan, bugün olduğu kadar ayrışmamıştı.
Bu yüzden Türkiye ekonomisinin bugünkü dünya ekonomisinden giderek ayrışıyor olması ve bu ayrışmaya bağlı olarak uluslararası sermayenin farklı dinamiklerle hareket etmeye başlaması, bugünlerdeki “gevşek likidite politikasına” temkinli yaklaşanların görüşlerinin temel dayanağını oluşturmaktadır.
Diğer bir deyişle, Türkiye ekonomisinin risklerinin dünya ekonomisinin risklerinden giderek artan bir hızda farklılaştığı düşünülüyor. Böyle bir durumda dünyadaki her bir ülkenin, kendine özgü yapısal sorunlarını dikkate alan, ülke özelindeki riskleri yönetmeyi amaçlayan politikalara yönelmeleri önem kazanıyor.
Bugün örnek gösterilen ülkelerdeki düşük, sıfır (hatta negatif) faiz politikasının kaynağını o ülkelere özgü sorunlar oluşturmaktadır. Bu sorunların başında da “talep yetersizliği” gelmekte. Ancak sermayenin globalleştiği bugünkü gibi bir ortamda, bu ülkelerin başvurduğu gevşek para politikasının yol açtığı likidite, amaçlandığı şekliyle bu ülkelerde kalmıyor; aksine mali kesimdeki aktörlerin eliyle, kendileri için yüksek kazanç fırsatı sunan Türkiye gibi yüksek reel faiz veren ülkelere gidiyor. Bu bir yönüyle düşük faiz politikasına başvuran ülkelerde amaçlanan talep düzeyine ulaşılmasını engelliyor. Diğer yönüyle, bizim gibi müzmin tasarruf açığı olan ülkelerde de uzun dönemde sürdürülebilirliği şüpheli talep düzeylerine erişilebilmesine imkan sağlıyor. İnsan bu durumda, ister istemez “neye niyet, neye kısmet” diye sormak istiyor.
Konuya Türkiye’ye fon arz eden uluslararası yatırımcı açısından bakıldığında ise, ülkemizdeki tasarruf açığı ve buna bağlı ortaya çıkan pozitif reel faiz uygulaması, onların “risk alma iştahları” bakımından gerekli koşulları oluşturuyor. Bu devam ettiği müddetçe, Türkiye’nin sermaye çekmekte sorun yaşamayacağı görülüyor. Ama bu çekilen sermayenin kalitesi ve vadesinde yaşanacak değişim ülkemiz için yeni risklerin oluşumuna da gebe.
Oysa tasarruf açığını kapayacak reformları yapmış ve mevduat oranlarında artış sağlamış bir ekonomik ortamda faizlerin düşürülmesi, bu tarz riskleri daha iyi yönetilebilmesine imkan sağlayabilirdi. Malesef Türkiye ekonomisinin bugünkü hali bunu yapmaktan uzak.
Bugün Merkez Bankasının karşı karşıya kaldığı “düşüş baskısı”, yapısal sorunlarını halletmiş bir ekonomide oluşan yeni ekonomik dengelere göre talep edilen bir düşük faiz arzusu değil. Daha çok dünyada oluşan fırsatlardan yararlanmaya yönelik, Türkiye ekonomisinin yapısal durumundan ve sorunlarından bağımsız olarak ortaya çıkmış bir talep bu.
Elbette kısa dönemli bu fırsat dahilinde düşürülecek faizlerle, o veya bu sebeple daha önce ortaya çıkmış bir talep (harcama) düzeyini koruma ve bunun için gerekli likiditeye erişebilme imkanı elde edilebilir. Ancak bundan en çok kazançlı çıkacak olan, bu talep düzeyini koruma becerisini gösterip, kamuoyu nezdinde desteklerini arttıracak olan siyasilerdir. Bu sebeple, talebin niteliğine ve düzeyinin sürdürülebilirliğine bakmadan, doğrudan likidite kısıtını gevşetmeye öncelik verilmesi “baskı altına girmiş bir siyasi sistemin popülist talebi” olarak düşünülebilir.
Peki, faizler düşse de, toplan talebin arzulanan düzeyi ve niteliği sürdürülebilir mi?
Kısa dönemde bu, dünya mali piyasalarındaki gelişmelere ve düşüşün toplam likiditede yaratacağı gevşemeye bağlı. Ama kesin olarak bildiğimiz bir şey var ki, o da Türkiye ekonomisinin net tasarruf açığı veren bir ülke olduğu ve enflasyona başvurmadan yurtiçinde oluşturulacak bir likidite artışının da yabancı mali kaynağa bağlı bulunduğudur.
Dikkat edilirse, bugünkü düşük büyüme oranlarına rağmen ülke ekonomisi hâlâ cari açık vermek zorunda kalmaktadır. Böyle bir ortamda düşük faizin, arz (hatta talep) üzerinde etkili olabilmesi ekonomideki risklerin, özellikle bankalar açısından nasıl algılandığına bağlı kalacaktır. Aslında bankacılık faizlerinin bir süredir Merkez bankasının politika faizlerinden farklı davranması, en basit manada sektörün risk algısının da farklılaştığının bir göstergesidir.
Öyle ki, bugünkü mevcut dünya koşullarında düşük faizle dışarıdan borçlanıp, bu fonları yurtiçinde yüksek faizle kullanabilme imkanı varken, bazı bankacılarımızın merkez bankasının faizleri düşürüp parasal gevşemeye gitmesini, geçmişte olduğundan farklı bir şekilde olumlu görmesi de risk algısındaki farklılaşmanın bir başka göstergesidir. Belki de bu bankacılar, mevcut durumda maruz kaldıkları riskleri gevşek para politikasının imkanlarını kullanarak, bir şekilde Merkez Bankasına devretmeyi düşünmeye başlamışlardır; kim bilir?
Merkez Bankasının bugün itibariyle politika faizlerini 50 baz puan düşürmüş olması, bir süre için düşük faiz tartışmalarını yatıştıracaktır. Ancak iflas ertelemelerin gün geçtikce arttığı günlerde kamuoyunda giderek önem kazanacak bir husus da, bankaların mali kaynaklarını kimlerin kullanımına tahsis edecekleri konusudur. Öyle ya, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin krediye erişim güçlükleri giderek kronik bir hale gelmekte.
Halihazırda dış borçluluk oranı yüksek bir mali kesimin, bir süre daha düşük hızda büyüyeceği beklenen Türkiye ekonomisinde kaynaklarını tahsis ederken daha muhafazakar ve riskten kaçan bir davranış sergilemesi beklenebilir. Böyle bir durumda reel kesimin krediye erişimi için, her zaman olduğu gibi, kamu bankalarının önemi artabilir. Bundan sonra neler olabileceği hakkında tahminde bulunabilmek için ülkemizin geçmişine bakmak ve bu geçmişten dersler çıkartabilmek faydalı olacaktır.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?