Doğuda sınır komşumuz İran’da ve Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler, gündemimizde ilk sıraya yükseldi. Savaşa dönüşen bu süreci tek başına Trump etkisi ya da onun hesapsız, kitapsız hareketleri olarak değerlendirmek, durumu analiz etmek için çok eksik kalıyor. Gelinen noktayı tam olarak anlayıp yorumlayabilmek için yakın tarihi tekrar anımsamakta fayda görüyorum. ABD’nin Orta Doğu politikasını bugün dahi şekillendiren 1969-1977 arasında önce Ulusal Güvenlik Danışmanı, sonra Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan Henry Kissinger’in çizdiği rotadır. Onun İsrail ve İran’a ilişkin bakış açısı bugün yaşananların temelini oluşturuyor. Kissinger, 1923’te Almanya’nın Fürth şehrinde Musevi bir ailede doğmuş, Nazi rejiminin baskıları nedeniyle 1938’de 15 yaşındayken ailesiyle birlikte ABD’ye geçmek zorunda kalmış bir göçmen. Harvard’dan Politik Bilimler alanında doktora derecesi bulunan Kissinger, uluslararası ilişkiler ve diplomasi alanında kalıcı etkiler bırakan, hayranlık topladığı kadar tepki duyulan fikir ve stratejileriyle anılan bir kişilik. Kissinger, İsrail’i ABD’nin Orta Doğu’daki en güvenilir müttefiklerinden biri olarak görüyordu ve Soğuk Savaş stratejisi çerçevesinde İsrail’in Sovyet nüfuzuna karşı bir denge unsuru olduğunu düşünüyordu. Bu perspektiften İsrail’in askeri üstünlüğünü koruyabilmesi için ABD yardımlarının ve silah desteğinin sürdürülmesi gerektiğini savunuyordu. İşte bu düşünceye paralel olarak bugün bölge ülkelerinden hiçbirinin sahip olmadığı teknolojik üstünlükteki “Demir Kubbe” adlı hava savunma sistemini İsrail, ABD’nin de finansal ve teknolojik katkılarıyla geliştirdi.
Aynı Kissinger, 1970’lerde İran Şahı Rıza Pehlevi’yi bölgede bir istikrar unsuru olarak görerek bölgesel bir güç ve petrol üreticisi olarak destekledi. Hatta ironik bir şekilde İran, 1957’de ABD ile “Atoms for Peace” (Barış için Atomlar) programı kapsamında bir anlaşma yaparak nükleer çalışmalarına başladı. 1979’da Humeyni’nin dönüşü sonrasında kurulan İslam Cumhuriyeti, Batı karşıtı siyasetiyle yeni bir yola girdi. Ayetullah Humeyni idaresindeki İran, ABD ve İsrail’in çıkarlarına karşı direkt bir tehdit olmanın ötesinde İslami rejimini bölgeye ihraç etmeye koyuldu. 1979-1981 Rehine Krizi sonrasında ülkeye kapsamlı yaptırımlar uygulamaya konuldu. 2015’te İran; ABD, AB, Çin ve Rusya ile ‘Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (JCPOA) imzalayarak nükleer faaliyetlerini sınırlamayı kabul edince yaptırımlar hafifletildi. Ancak 2018’de Donald Trump, bu anlaşmadan çekildi ve İran da taahhütlerini azaltmaya başladı. Nükleer taahhütlerine uymayan, Paris İklim Anlaşması’ndan çekilen, Brzezinski Doktrini ve Kissinger etkisiyle hareket eden, İsrail’in pervasız saldırganlığını destekleyen Trump’ın asıl hedefinin İran’ı demokratikleştirmek değil Doğu Akdeniz de dahil bölgedeki zengin enerji kaynaklarının kontrolunu ele geçirmek olduğu ortada. Bu sürecin bölgeyi yakıp kavuran bir savaşa dönüşmeden yönetilebilmesi için Trump yönetiminin basit ticari hedeflerinden ziyade entelektüel bir temel üzerine inşa edilmiş sağlam, kompleks bir diplomatik strateji izlenmesi gerekiyor. Barışın ve refahın konuşulacağı günlere ulaşmak dileğiyle.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?