İnsanların çoğu temelde iyi kalplidir, dürüsttür ve dünyada iyi şeyler yapmak isterler. Ancak bazı insanlar, güç sahibi olduğunda, bu içgüdü zaman zaman kaybolabiliyor. Bu durum, yalnızca bireyin değil onun liderlik ettiği ülkenin de itibarını ciddi biçimde zedeleyebilir. İyi bir itibar inşa etmek uzun yıllar alır; oysa yıkılması için çok kısa bir süre yeterlidir.
Bir düşünün… Yeni gelenlere kollarını açan, canlı, çeşitliliğe sahip bir toplum ve eşi benzeri görülmemiş bir dinamizme sahip bir ekonomi yaratan bir ülke hayal edin. Dünyayla iş birliği içinde, ticaret yapan, fikir alışverişinde bulunan, başka toplumların da gelişip güçlenmesine katkıda bulunurken kendi içinde de yeni fırsatlar yaratan bir ülke olsun bu ülke. İhtiyacı olanlara yardım eden, tehdit altındaki müttefiklerini koruyan ve daima verdiği sözleri tutan bir ülke... Tüm vatandaşlarını eşit şekilde gözeten, sağlık hizmetleri sunan, güçlü bir eğitim sistemi sağlayan ve temel insan haklarıyla sivil hakları kutsayan bir ülke düşünün.
Bana göre bu hem nezaketin hem gücün ülkesi olurdu. Fırsatlar ülkesi, belki de özgürlükler ülkesi diyebilirsiniz. Şimdi bunun tam tersini düşünün. Tüm bu değerlerin yerle bir edildiğini, yasaların yok sayıldığını, verilen sözlerin çiğnendiğini hayal edin. Ne kadar derin bir üzüntü… Ama unutmayalım ki nezaket, güçtür. Ve insanlık olağanüstü derecede dirençlidir. James Baldwin’in dediği gibi: “Dünyada görmek istediğimiz kadar insanlık olmayabilir. Ama var. Düşündüğümüzden de fazla…”
KAPTAN JUSTIN LAWES İLE 40 YIL SONRA YENİDEN BULUŞMAK
Haftanın en sevdiğim anlarından biri, Virgin Voyages’in Valiant Lady gemisinin evimin önünden geçerek Britanya Virjin Adaları’ndaki Tortola’ya doğru yol alırken ona el sallamak. Fırsat bulduğumda, gemideki denizcilerle tanışmak ve onları BVI’da karşılamak da ayrı bir keyif. Geçtiğimiz hafta Valiant Lady’nin kaptanıyla tanışma fırsatını da yakaladım.
Meğer tam 40 yıl önce yollarımız kesişmiş. Şans bu ya, Kaptan Justin Lawes, 1984 yılında Atlantik’i ilk kez geçmeye çalışırken batan teknemden beni kurtaran, muz taşıyan teknenin mürettebatındaymış. Duyduğumda inanamadım.
O hikaye, Virgin Atlantic’i kurduğumuz dönemde başladı. Henüz elimizde yalnızca bir uçak vardı ve pazarlama bütçemiz yoktu. Havacılık sektörünü dönüştürme hayalleri kuruyorduk ama karşımızda British Airways gibi dev rakipler vardı. İsmini duyurmak için fark yaratacak bir şeye ihtiyaç duyuyorduk. Bunun üzerine Atlantik Okyanusu’nu en hızlı geçme dünya rekorunu kırmaya karar verdik.
Virgin Atlantic Challenger adını verdiğimiz tekneyi inşa ettik. Üzerine Virgin logosunu yerleştirdik ve yola koyulduk. Macera çok iyi başlamıştı ama yolculuğun üçüncü gününde teknemiz, İngiltere’ye yalnızca 200 mil kala parçalanıp battı. Neyse ki Jamaika’ya dönmekte olan bir muz taşıma gemisi, yardım çağrımızı aldı ve bizi kurtardı. O gemideki 9 kişilik mürettebat sayesinde faciadan kurtulduk. Mürettebattan biri de o dönem genç bir aşçı yamağı olan Justin Lawes’tı.
Yıllar geçti ve bugün Valiant Lady’yi Britanya Virjin Adaları’nda karşılıyoruz. Ve geminin kaptan köşkünde kim var dersiniz? Kaptan Justin Lawes! Bir aşçı yamağından büyük bir yolcu gemisinin kaptanlığına uzanan bu yolculuğu görmek gerçekten inanılmaz. Hem de sıradan bir gemi değil bir Virgin Voyages gemisi. Justin, tam anlamıyla Virgin ruhunu yansıtıyor ve bunca yıl sonra yollarımızın yeniden kesişmesine çok sevindim
Batan teknemiz 1984’te Virgin logosu ile birlikte tüm gazetelerin manşetlerine çıktı. Ertesi yıl ikinci denememizde dünya rekorunu başarıyla kırdık. Bu her zaman en sevdiğim hikayelerden biri olmuştur. Şimdi Kaptan Justin’in de bu hikayenin bir parçası olması, anlatmayı daha da keyifli hale getiriyor.
O KARANLIK BAHAR: SIRA DIŞI AİLE HİKAYEMLE YÜZLEŞMEK
İstediğini yap, sana söyleneni değil.”
Bunlar, büyük halam Olive’in sözleri. Halam, eksantrik, bohem ruhlu bir kadındı... Cesurca yaşadı ve gizemli bir şekilde hayata veda etti. Yıllardır ailesel bir fısıltıydı onun hikayesi. 1929 yılında Fransa’nın güneyinde işlenen bir cinayet. Bir su deposu. Tek kurşun. Ama ayrıntılar hep flu kalmıştı, ta ki şimdiye kadar.
Büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla öğrendim ki yazar Susannah Stapleton, Olive’in hikayesine eski bir Fransız gizemleri kitabında rastlamış ve bu hikayeyi That Dark Spring adlı kitabında ustalıkla kaleme almış. Jetlag halinde başladım, ama bir solukta bitirdim.
Kitap, gerçek suç hikayesiyle Agatha Christie romanlarının arasında bir yerde duruyor. Ama benim için aynı zamanda bir aile geçmişi. Ve yankıları hala içimizde duyuluyor. Olive’in özgür ruhu, sanata olan tutkusu, cömertliği ve “özgüven zırhı” bugün de ailemizin damarlarında dolaşıyor.
Onun mektuplarını okumak, fotoğraflarına bakmak ve alışkanlıklarını tanımak tanıdık ve garip bir teselli duygusu verdi. Olive, sonunda hak ettiği sesi bulmuş oldu. Bu hikayeyi böylesine incelikle, derinlikli ve yürekten anlatan Susannah’a sonsuz teşekkürler.
Türkiye ve dünya ekonomisine yön veren gelişmeleri yorulmadan takip edebilmek için her yeni güne haber bültenimiz “Sabah Kahvesi” ile başlamak ister misiniz?